İçinde bulunduğumuz “Ahir Zaman”ı Müslümanlar için zorlaştıran faktörlerden biri de bizimle aynı dünya görüşünü paylaşmıyor olsalar bile asgarî müşterek paydalar üzerinden birlik tesis edilebilecek diğer dünya görüşlerinin mensublarının kafa karışıklıkları veyahut bağlılık iddia ettikleri fikrin namusuna olan sadakatsizlikleridir.

Meselâ Antiemperyalistleri ele alalım… 

Bugün dünyadaki müesses nizâm, bir grup seçkin servet sahibinin menfaatini korumak ve onların bu servetten aldıkları güç ile dünyanın geri kalanını iliğini kemiğini rahatça emebilmeleri üzerine kurgulanmıştır ki bunun adına genel olarak emperyalizm deniliyor.
Biz, tezler tezi “Mutlak Fikir” bağlısıyız. Bizim idealize ettiğimiz nizâmda, devlet müessesinin temel prensiblerinden biri olan “Cemiyetçilik”, devleti ferd ile cemiyet arasında muvazene kurmaya zorluyor. Yani, ferdin elinde bulunan güç, makam ve serveti kullanmak suretiyle cemiyete tasallut etmesine müsaade etmiyor. Bağlısı olduğumuz sistem fikrinin sosyal adalete bakan bu yönü sebebiyle biz, tabiî olarak emperyalizme karşıyız. 

Bizimle beraber, birçok sol fraksiyon da emperyalizme karşı olduğu iddiasında. Peki, gerçekten de öyle mi?

Geçtiğimiz hafta antiemperyalist kimliği ile kendisini ön plana çıkartan Banu Avar, Venezüella’da yaşanan hadiselere karşı Türkiye’nin izlediği tavır ve tutumu vesile ederek, Türkiye’nin Suriye politikasını tenkit eder mahiyette bir açıklama yaptı ve dedi ki; “Venezüella’da Maduro’nun durumu neyse Suriye’de Esad’ın durumu o. Gelgelelim Ankara’nın iki ülkeye tutumu taban tabana zıt... Üstelik kendi de topun ağzındayken...”

Bu yalnız Banu Avar’ın değil, kendisini antiemperyalist olarak tanımlayan birçoklarının cereyan eden hadiselere bakışındaki sakatlığı ortaya koyuyor olması bakımından ehemmiyetli.

Suriye’de 50 senedir iktidarda Suriye halkının içinden çıkmış, hasbelkader varlığı halkın varlığıyla hemhal olmuş bir devlet müessesesi değil, kabileci bir yaklaşım benimseyen “Nusayrî bir azınlık” bulunuyor. Her ne kadar devlet müessesesinin uyduruk pozisyonları Suriye’nin gerçek sahibi olan Müslümanlara açık görünüyorsa da kritik konumlarının tamamı bu azınlığın elinde tutuluyor. Bununla beraber bu azınlığın –ki rivayetler Nusayrilerin Suriye nüfusunun en iyimser tahminle yüzde onunu teşkil ettiği yönünde- yine ülke nüfusunu meydana getiren ezici çoğunluk olan Müslümanlara karşı defaatle giriştiği katliamlar da ortada. Dolayısıyla Venezüella ile Suriye’de yaşanan hadiseler mukayese kabul edecek gibi görünmüyor. Suriye’de kendini ülkede azınlık teşkil eden bir kitleye dayamış ve 50 senedir iş başında olan daimi bir “cunta” var iken Venezüella, halkın alt gelir gruplarına hitap eden ve onlar tarafından desteklenen bir hükümete sahip. Aksi halde zaten şimdiye kadar alaşağı ederlerdi. Hülasa Venezüella Suriye’den ziyade Türkiye’ye benziyor ve Türk hükümetinin Venezüella konusundaki hassasiyeti bundan kaynaklanıyor. Onlar solcu, bizimkiler ortaya karışık ama hükümet olarak muhtevaları ve refleksleri son derece benzer. Hatta yaptıkları hatalar ve yozlaşma bile…

Bir diğer taraftan, “Amerikan Emperyalizmine karşıyız ama Maduro’ya da karşıyız”cılar. Bunlar da büyük bir çoğunlukla kendisini liberal ve demokrat olarak tanımlayan muhafazakârlar. Liberal, demokrat muhafazakâr nasıl oluyorsa, o da ayrı bir garabet…

İki taraflı cereyan eden bir hadisede, her iki tarafa birden karşı olduğunu iddia etmek, namussuz ve alçak bir şekilde “ben güçlüden yanayım” demekle aynı mânâya gelir.

Bugün Venezüella’nın içinde bulunduğu durumu mukayese üzerinden gerçekten anlamaya çalışacaksak, o zaman bakılması gereken kıyas unsuru petroldür. O zaman da Suriye’ye değil, Irak’a bakmak lazım. Her iki ülke de zengin petrol yataklarına sahib olmasına rağmen Amerika tarafından uygulanan ve dünyanın geri kalanındaki kuyrukçularına dayatılan ambargolar üzerinden evvelâ dış dünyadan tecrit edilmiş ve ardından da bu sebeble yaşanan ekonomik sıkıntılar üzerinden işgâle hazırlanmıştır. 

Irak, bundan 16 sene evvel gözlerimiz önünde aynı şekilde işgâl edildi. O zaman da birçok kesimin çeyrek aydınları tıpkı bugün Venezüella hadisesinde olduğu gibi hem Saddam’a ve hem de Amerikan işgâline karşı(!) duruyorlardı akılları sıra. İşgalin neticesinde bir milyondan fazla Iraklı hayatını kaybetti, geri kalanın hali ise ortada…

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 1991 Körfez Savaşı zamanında söylediği üzere, Türkiye’de antiemperyalist mücadelenin bayrağı İbda tarafından taşınmaktadır. Çünkü o gün de bugün de Emperyalizme karşı tutarlı ve pazarlıksız bir şekilde sesini yükselten tek mihrak Büyük Doğu-İbda’dır. 


Antiemperyalist ayağına yatıp bundan şahsiyet bularak nemalananlar ile haddini aşıp zıddına inkılâb edenler hariç, samimiyetle emperyalizme karşı olan herkes bu bayrağın gölgesinde hakiki bir antiemperyalist mücadeleye katılabilir. Hattâ bu açıktan bir davettir. 

Bir memlekette, o memleketin milletine yabancı fikirler ışığında antiemperyalist mücadele verilmeyeceği aşikâr.

Türkiye’de yalnız emperyalizme değil, bütün kötülüklere karşı milletimizi bir araya getirebilecek yegâne müşterek İslâm’dır ve İslâm’a Muhatab Anlayışın devlet çapında sistemleştirilmiş hâlinin kavgasının verildiği yer ise İbda saflarıdır.

Baran Dergisi 630. Sayı