Toplum olarak bizim hem ferdî anlamda ve hem içtimâî bakımdan neredeyse “tertemiz” olduğumuz ve atmosferde süzülen bir tüy gibi naif hayatlarımıza bakıldığında pek rahatsız olacağımız hususlarla iştigâl etmediğimizi, “zikr”den hatırlamaya, anı’dan anma’ya giden dönüşümümüzü, (Metamorfoz)umuzu tamamladığımız söylenebilir. Kimseyi, hiçbir insanı “böcek” olarak suçlamak haddim değil; burada kastettiğim insan hayatının ancak bir böcek hayatı kadar değerli olduğu her toplumun çökmeye, mahvolmaya ve dağılmaya mahkûm olduğu; (Kafka)nın mükemmel bir mecazla anlattığı (Gregor Samsa)lar olduk… Tek farkla ki, (Samsa) bir böceğe dönüştüğünü görüyor, biliyor ve hissediyor o hâle nasıl gelmiş olduğunun izâhını yapmaya çalışıyordu. 111, 1111 ve daha fazla insanın ölmesinin bugün bizim için ne mânâsı var? Yemek yerken seyrettiğimiz TV’nin alt yazısından geçen rakamlar onlar artık, insan değiller; kavramlarımızı kaybettiğimizden bu yana hislerimizi de kaybetmedik mi?
 
Ya ölemeyenler? Uyuşturucudan alkole ismini bilmediğimiz maddelerden kadın ticaretine dek uzanan bin bir türlü vahşî işkence içinde kıvranan milyonların bulunduğu bir dünyada, memlekette bir Müslüman olarak bunların ızdırabını duyamamaktan daha fecî ne olabilir ki? Ama bir böcek, yaradılışı itibariyle bunları hissetmekle mükellef değildir; Reis Bey’de Üstad Necip Fazıl’ın Hazreti Ebû Bekir (R.A.) vârî bir yakarışla “Amerika’da bir cinayet işlense suçlusu benim!” diye haykırması neyi ifade eder bugün? Ama heyhat; bugün bırakalım bu türlü ferdî ve içtimaî hafızayı, aynı eserde yazılı satırları kütüphanesine gömüp okumaktan bile imtina edecek kadar tembel gençler kazanmayı, onları şuursuzlaştırmayı başarabildik… Kimse birbirine bakmasın; herkes suçu birbirinin üzerine attı mı, suç, suç olmaktan çıkar ve amansız bir hastalığa dönüşür.
 
Bir dâvâ ancak gençlerin, beden ve ruh bakımından gençlerin, kaç yaşında olursa olsun iman heyecanını duyabilen gençlerin eliyle ayağa kalkar; bugün çoğu sahada zekâ eksikliğinden şikâyet ediyor oluşumuzu (çünkü büyüklerin sözlerine göre, bir insanın zekâsı, İslâm Yolu’nun inceliklerini anladığı kadardır.) Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “zekâ ile hafıza sıkı sıkıya birbirine bağlıdır” tesbitinde ve bu bağlılığın kopuk olduğu durumlara nazaran söylediği “insan hatırlamadığı şeyleri anlayamaz” teşhisinde aramak lazım…
 
1987’de dört İsrailli askerin iki Filistinli Müslüman genci yere yatırarak dakikalarca ellerindeki taşlarla kemiklerini kırdığı sahne kimin hafızasındadır bugün?
 
Tek bir sahne, tek bir hâdise ve tek bir zulüm bütün Müslümanları ayağa kaldıracak ve topyekûn birleştireceği yerde, kırgınlık, yeis, tembellik, unutkanlık ve yenilmişlik ile örülmüş her yanımız; kimi particilik taassubunda, kimi ucuz liderlik peşinde, kimi iş yapamamasını insanları avlayıcı işlerle kapamada; kimi cukkasının kimi kafasına takmaktan ibaret gördüğü takkesinin derdinde; bazısı kaçmanın, bazısı görünmenin bazıları ise büsbütün kendini unutturabilmenin peşinde…
 
 “Amnezi veya hafıza kaybı, hafızanın rahatsız olması, bozukluğa uğraması durumu” ise söylemeliyim ki, bazı hastalıkların özelliği bana kalırsa rahatsız etmemesidir. Müslümanlık ise “rahatı rahatsızlıkta bulma işi”. Bir şiiri tahrif ederek soralım o hâlde: Carandiru ne yana düşer usta/ Metriste, Bandırma’da katledilen Kartallar, Meriçler ne yana?
 
1. Kolektif Hafıza ve Milli Kimlik Bağlamında Türkiye'de Resmi Tarih Yazıcılığı/ Yuliya Biletska, Cemile Şahin, İsmail Şükür.
 
 
Fatih Turplu 2015’teki makalesinden alınmıştır