Türkiye’de dil meselesi sancılı bir meseledir. Cumhuriyetin ilanından sonra Osmanlı Türkçesinin alfabesinin değişmesi, dildeki “yabancı” kelimelerin atılması, dilde “özleştirme”ye gidilmesi, hâlihazırda hesaplaşılan bir meseledir. Nitekim, ne dildeki “yabancı” denilen Arapça ve Farsça kökenli kelimeler atılabilmiş, ne de “özleştirme” denilen uydurukça kelimeler dilimize yerleşmiştir. Çünkü dil, bir organizma gibidir; ondan herhangi bir şeyi kesip atmaya kalktığınızda kötürüm kalır, düşüncede sureti olmayan hiçbir “uydurma” kelime, dilin içinde yerleşip hayat bulamaz. Ben yaptım oldu diyerek, dil ancak katledilir.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “dil mesele konuşarak yaşar” tesbitinde en özlü ifâdesini bulduğu üzere, düşünce ile yan yanadır dil. “Fikrin neyse, zikrin odur” şeklinde halk arasında kullanılan deyiş, herhalde bunun en basit ifadesidir. Bizde dil ile oynanmasının esas sebeblerinden biri de, dili katlederek, Anadolu insanının hem kendi kökleriyle hem kardeş Müslüman kavimlerle olan fikrî, ilmî, edebî, harsî her türlü bağını koparmaktı şüphesiz. Bundan 80-90 yıl önce yazılmış metinleri elimizde lügat olmadan okuyamıyor oluşumuz da bunun en açık örneği.

Bugün gayet rahat bir şekilde, uydurma dil heveslilerinin önünü Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu-İbda tefekkürü ile kesmiştir diyebiliriz. Büyük Doğu-İbda külliyatı, meseleler içinde dil nasıl geliştirilir ve zenginleştirilir, bir dünya görüşünün dili nasıl kurulur, o dille meselelere nasıl sarkılır göstermiş ve göstermektedirler. Bu anlamda “yaşayan” dilin, Büyük Doğu-İbda dili olduğu da ortadadır. Anadilimizi dölleyen “fikir dili” de diyebiliriz buna. Özellikle, Salih Mirzabeyoğlu’nun hâlihazırda kaleme aldığı ve henüz üç cildi yayınlanmış “Ölüm Odası B-Yedi” isimli şaheser, İslâm Hikemiyatı’nın hangi seviyelere kadar yükselebildiğinin ve dilin nasıl fikirle “döllendiğinin” en muhteşem örneği olsa gerek.

Türkiye’de anadil meselesi bu kadar karmaşık bir hâlde iken, bir de yabancı dilleri “öğrenememe” problemi yaşanıyor. İlkokuldan itibaren öğretilen “İngilizce”, üniversiteden mezun olunduğunda bile öğrenilmemiş olarak yerinde sayıyor. İlave kurslar ve hocalardan ders almadan İngilizce öğrenmek mümkün olmuyor.

İmam Hatiplerde öğretilen Arapça için de aynı durum geçerli. İlahiyat mezunları bile “Arapça” konuşamıyor. Üniversitelerde belli başlı bütün dünya dilleri ile alâkalı bölümler olmasına rağmen, mezun olanların pek çoğu bu dili hakkıyla okuyup yazamıyor. Bu konuda çözüm teklif edici araştırmaların her biri ise farklı noktalara dikkat çekiyor. O dili konuşan yabancı hocalardan ders almak ise hemen hepsinin ortak noktası. Bunun yanında, o dilde kitaplar okumak, film izlemek ve günlük hayatta konuşmak, diğer çözüm teklifleri.

Bana soracak olursanız, eğer gençlere bir “mesele” vermezseniz, yahut o gencin bir “meselesi” olması için yönlendirmezseniz, yani kendini adayacağı, “o yolun dervişi” olacağı bir mesele sahibi olmasına imkan vermezseniz, ne kendi diline ne yabancı bir dile alâka doğuramazsınız. Yani, “bir meslek sahibi olsun, iyi para kazansın” demek, çocuğa bir ideal vermek değildir. Bunu eğitim sisteminin güdücülerinin anlaması gerekiyor her şeyden evvel. O gencin bir meselesi, bir ideali, bir derdi varsa, zaten, kendi sahasında en iyi olabilmek için her şeyi yapar, dil öğrenmek de dâhildir buna. Diğer yandan, henüz öğrendiği ilmin dilini kendi anadilinde ifade etme imkânlarından mahrumken, nasıl “yabancı verime tahakküm” kurabilsin? Dolayısıyla, ilim öğrenen, gerçekten ilim sahibi olmak isteyen gençlerin hiç vakit kaybetmeden Büyük Doğu-İbda ile tanıştırılmaları elzem görünüyor. Kendi diliyle, kendi idealiyle, yani “kendisiyle” buluşması için başka çare görünmüyor çünkü.

Bu bakımdan, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Dil ve Anlayış - Dil ve Diyalektik” isimli eserinden şu bölüm:
- “Ne doğru söylemiş, anadilini sevenlerin ve sevmeyenlerin piri Herder:
“Ben, öbür dilleri kendi dilimi unutmak için öğrenmem, eğitimimden edindiğim töreleri değiştirmek için yabancı milletler arasında dolaşmam; ben vatanımın yurttaşlık hakkını yitirmek için başka uyruğa geçen bir yabancı olurum o zaman; kazanmaktan çok yitiririm. Tam tersine, yabancı bahçelerden, kendi dilime, düşünce biçiminin bir nişanlısı gibi, çiçekler dermek için geçerim.”

Öyleyse tekrar edelim: İlim öğrenen, gerçekten ilim sahibi olmak isteyen gençlerin hiç vakit kaybetmeden Büyük Doğu-İbda ile tanıştırılmaları elzem. Kendi diliyle, kendi idealiyle, yani “kendisiyle” buluşması için başka çaresi yok çünkü.

Bu vesileyle bahsedeyim: Akademya Kültür Evi’nde yeni ve büyük bir proje hayata geçiyor ve Akademya organizasyonuyla pek çok dünya dili üzerine kurslar verilmeye başlanıyor. Hemen tamamı yabancı ancak hepsi Türkçe bilen üniversite öğrencilerinin kendi dilleri üzerine vereceği kurslar, şu ân için Arapça, İngilizce, Rusça, Farsça, Fransızca, Almanca, Arnavutça, Endonezce, Urduca, Kazakca, Türkmence, Tacikce, Azerice, Burkina Fasoca gibi dillerden oluşuyor; daha pek çok dünya dili üzerine kurslar verilmesi hazırlıkları da sürüyor. Bunun yanında, Matematik Felsefesi, Moda Tasarımı ve Gitar kursları kayıtları da başlamış bulunuyor. Ücretsiz ve sınırlı kontenjanla açılan kurslar ön kayıt almaya devam ediyor. (0554) 534 59 67-(0553) 356 66 66 telefon numaralarından geniş bilgi alınabilir diyor, hayırlara vesile olmasını diliyoruz.

Baran Dergisi 531. Sayı