Mülk sahibinin mülküne sahip çıkamadığı, iktidarların muktedir olamadığı, ahlâk yerine hukuk dilinin ikame edildiği karmaşık bir yapı oluşturup, sisteme istediği gibi müdahale etmek. Dolayısıyla, hakikat ve marifet arayışı olan bir insanın, bu yapıların içinde aradığını bulmak gibi bir şansı yoktur...

Ortaçağ Avrupa kültüründe, doğrunun ve değerlerin temsilcisi Hıristiyan inanışıydı. Felsefe, bilim, edebiyat ve sanat dinin emrindeydi. Hukuk ve ahlâk, Hıristiyan inancının vaz ettiği kurallar bütününe dayanırken; kilise hukuku ise teokratik yönetim biçiminin dünyevî kısmını tamamlıyordu. Lâkin, zaman ve zaman kavramının idrakinde radikal bir dönüşümün yaşandığı yeni bir dünyaya geçiş sürecinde, Avrupa kültürü de, tamamen farklı bir çehreye büründü. Dinin nüfuz ve itibarı giderek azalırken, dinle bağı kopan hatta dinsiz bir niteliğe bürünen bilim, doğrunun tek ölçüsü hâline geldi. Akılcı tanımayı ön plana çıkaran, canlı bütünü parçalara bölüp, ölü parçacıkların her birini bir değişken olarak kabul eden zihniyet, arayıcılığı ve buluculuğu kendi kendinde bitiren yapısı dolayısıyla bilgi ile varlığı karşı karşıya getirirken, varlığın kavranmasını da imkânsız kıldı. Bilgiyi varlığın dışında bırakan, bütüncüllükten yoksun, dolayısıyla da eşya ve hâdiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlamaktan uzak bu tanıma biçiminin, hukuk ve ahlâktaki tezahürü de, “kuralları ben koyarım, işime gelmediği zaman da bunlara uymayabilirim” hadsizliğinde oldu. Bu gelişmelerden sonra, modern kültürde insanı sadece maddî olan şeyler harekete geçirecek, insan kendi ürettikleriyle yani daha yeniye nisbetle hemen yeniliğini yitirecek şeylerle harekete geçirilecektir. Yanlışın kendi doğrularını doğurduğu bu süreçte, modern bilim, insanları sürekli bir biçimde yanıltmaya devam edecek ve başarılarını bariz bir biçimde gözlerimizin içine sokarken, başarısızlıklarını ise kelimenin tam anlamıyla gömecektir. Bedîhî bir gerçeklik olarak bildiğimiz, geleneklere işlemiş, nesilden nesile aktarılarak gelmiş basit, pratik, hayata tatbiki kolay, dolayısıyla da işimizi kolaylaştıran temel kaideler; meselelerin üzerinden kuru bir mantıkla atlayarak, balıkların yüzme dersine ihtiyacı olduğunu düşünen akademisyenler tarafından yönlendirilmiş araştırmalarla yeniden keşfedilerek, tekrar piyasaya sürülecektir.

Bu safhadan sonra, balığa dair her şey artık bu çevrenin tekelindedir. Bunların rızası olmadan, koydukları normlara uymadan, kıyıdan kamışla istavrit bile tutulamaz. Dahası, artık kimse balıkların yüzme dersine ihtiyacı olmadığı ihtimalini aklına dahi getiremeyeceği için, bu kural kuşaktan kuşağa aktarılarak nesiller boyu devam edip gidecektir. Elbette aklı başında hiç kimse balıkların yüzme dersine ihtiyacı olduğunu düşünmez. Fakat “balıklar”ın yerine insanları koyduğumuz zaman, kafamız niye karışır? Tüm bildiklerimizi ve bedahetle yaptığımız işleri sadece dersler sayesinde, akıl yürütmelerle öğrendiğimiz fikri, niye akla yatkın gelir? Zehirle kuşatılmış bir ormanda, sadece hayatta kalmalarını sağlayacak şeyleri yiyerek ve öldürücü olanlardan uzak durarak yaşayan insanlar, gayet iyi bildikleri ama ifade edemedikleri bu durumu mutlaka izah etmek zorunda mıdırlar? Değildirler. Çünkü, eşya hakkında söylenenleri bilmek, eşyayı bilmek değildir. Dahası, yaptığımız işlerin arkasındaki teoriyi kurcalamaya kalkarsak, araba kullanmak gibi ustaca yaptığımız işleri dahî yapamaz hâle geliriz.

Şayet tüm bu madrabazlıklar bir başarıysa, bu başarı doğrunun değil, popüler ve sansasyonel olanın zaferidir. Zira “halkın aklı gözündedir ve halk gördüğüne inanır.” Akademik çevre ise halka, ahlâkî bir muhakeme tarzıyla birlikte buna uygun bir hikâye anlatma, insanları da buna inandırma konusunda gayet donanımlıdır. Bu şartlar altında, insanların, kendilerine zarar veren politikalar ve mekanizmalara karşı biraz daha duyarlı olması, geçmişe saygı duyması, hayatlarımızı idame ettirme hususunda son derece belirleyici olan ama yazılı olmayan temel kuralları daha iyi kavraması gerekmez mi? Elbette gerekir. Çünkü üzerinde yaşadığımız dünya, iyi tasarlanmış matematik denklemlerinden ve laboratuvar deneylerinden çok daha karmaşıktır. Aklımız ise bir şeyi ancak kuşattığı zaman anlıyor. Ne yazık ki, tüm bilgileri kuşatmak gibi bir gücü de yok. Dahası, zihnimizin bilime dair konularda söyleyecek pek çok şeyi olsa da, ruha dair meselelerde söyleyebileceği pek bir şeyi yok! Hâlbuki, “kesintisiz hayat ruhî hayatta” olduğuna göre, insan da ruhun mükemmeliyetini arzulamak, en azından bu yolda bir arayış içinde olmak zorundadır. Şayet böyle bir kaygısı yoksa, o insan hayat süren bir leşten farksızdır. Zira, hayatın kökeni sırdır. Ve “sır idraki” güzellik idrakidir. Güzelliğin bütün büyüsü ise bir sır içinde olmasından kaynaklanır. Parçaları birbirine bağlayan “sır-bağ”ın kopmasıyla birlikte, güzellik de tüm tılsımını yitirir. Dolayısıyla ruhla varılanı söz, renk, nâme, desen ve çizgide; eşsiz, misilsiz, benzersiz bir yaratıcılıkla zarflayabilmek, ancak zıdları birleştirmekle mümkündür. Bu da nihayetinde “kendini bilen Rabb’ini de bilir” hakikatine varır. “Hâl-an”da yaşıyoruz ve imkânlar âleminin belâlarından kurtulup “hâl-an”da yitip gitme istidadı, her türlü ibdaîlikte olmazsa olmaz koşuldur. Dolayısıyla, “içeriden” yahut “dışarıdan” bakan birileri olarak, İbda Dil ve Diyalektiği’nden nasibimiz: İbda Mimarı’nın her şeyiyle “hâl-an”da yaşarken, aşk ve vecd hâline dönüşen bir istidat ve yaratıcılıkla, mevzun bir âhenk içinde birleştirdiği zıdları yakalayabildiğimiz kadardır.

Meseleye, İbda Diyalektiği’nin temel tezlerinden “sır idraki” çerçevesinde bakarsak; “genel olarak bütün ilimlerde meçhule hürmet tavrı esastır. Bugün kanunlarını mücerred tefekkürden alan ilimler, insanın eşya ve hâdiseyi tasarruf ve istismar payı olarak aklın ürünüyken, imkân ve ihtimallere açık olma borcuyla, “meçhule hürmet”i en soylu bir ilim haysiyetiyle korumak zorundadır.” (S. Mirzabeyoğlu – Kültür Davamız) Ne var ki, bilginin tekelini elinde bulunduran bazı kişi ve kurumlar, bu gerçeği bizden saklamak veya rolünü hafife almak eğilimindedirler. “Fikirde mübhem olmak” yerine metalaştırılmış, açıklanabilir, kanıtlanabilir resmî bilgiyi tek-doğru bilgi olarak kabul etmemizi isterler. Bu da izah edemediğimiz ama bedahetlerle yaptığımız, hatta iyi yaptığımız şeyleri bize yaptıran; bizi, “yeni fikir ve ilhamlara gebe bırakan”, tecrübeyle keşfettiğimiz bilginin hafife alınmasına yol açar. Aynı zamanda akademik bilginin insan ilişkilerindeki rolü ve gerekliliğinin fazlaca abartılmasına sebep olur. “Tecrübe faydayla birlikte ayrı bir ilimdir.” Lâkin bizler, fıtraten zehri şifaya tahvil eden bir bünyeye sahib olmanın avantajıyla elde ettiğimiz yahut tecrübeyle edindiğimiz beceri ve fikirlerin sadece okullarda ders kitaplarından öğrenilebileceğine dair yanlış bir kanaate sahibiz. “Şey”lerin anlamını sabitlemek, bizi alternatiflere karşı kör ediyor. Bilginin akademik çevrelerde yapılan araştırmalar neticesinde üretildiği, bunun teknolojileri doğurduğu, teknolojilerin de pratik uygulamalara yansıdığı, bunun da ekonomik büyümeyi temin ettiği tezi, çok dar bir alanda belli projelerin gerçekleştirilmesinde geçerli olsa da, hayatın diğer alanlarında bunun tam tersi bir görüş geçerlidir... Ya da en azından, elimizde bu görüşün kesinkes doğru olduğunu gösteren müşahhas deliller yok! Temel araştırmaların bilim ve teknolojik gelişmelere yardımcı olduğunu, bunun da pratiğe yansıdığını kabul etsek bile, bu süreç bir iradeye bağlı olarak değil, amaçlanmamış bir biçimde ve tesadüfler neticesinde gelişmektedir. Muradım, eğitim kurumlarının bilginin üretimine katkıları olmadığını ya da gelişmeye yardımcı olmadıklarını söylemek değil; sadece rollerinin çok abartıldığını, değişkenler arasında yanlış illiyet bağı kurduklarını, böylelikle de usule dair bilgiyi esas kabul ederek iyi niyetimizi suistimâl ettiklerini söylemeye çalışıyorum. “Küçük şeyler büyük şeylerdir.” Hakikat ise nüanslarda gizlidir. Dolayısıyla bu gerçekliği gözardı ettiğiniz zaman, küçük ama asıl bilmeniz gereken, size lâzım olan temel bilgiyi de ıskalamanız kaçınılmazdır. Bu da sizi beklenmedik hâdiselere karşı savunmasız bırakır. Gerçekle uyduruk istikrar arasındaki farkı anlayamaz, sonu hüsranla biten nahoş hâdiselere maruz kalırsınız. Mağduriyetinizde en büyük pay; “tersinden harika” bir sınıf teşkil eden akademik, bürokratik çevrenindir. Hâllerine ne kadar şuurları var bilinmez ama denetledikleri sistemin kusursuz bir biçimde çalışmasını engelleyecek her tür düşünceyi daha doğmadan, kaynağında boğmak üzere yetiştirilmişlerdir. Onun için de “doğru”yu öğretmekten ziyade, öğrettikleri bilginin tek doğru olduğuna inanmamızı isterler... Kullandıkları yöntemlerle de toplumu istedikleri gibi yönlendirme konusunda gayet  donanımlıdırlar.

Ancak, entelektüalizmin sürekli irtifa kaybettiği bu zeminde, akademik çevrenin neyi bilmediğini de bilmemek gibi temel bir sorunu var... Mekanik olmayanı anlamıyor, canlı olan her şeye makine ya da mühendislik projesi gözüyle bakıyorlar. Meçhule hürmetten uzak tavırlarıyla, tarihi şekillendiren ve hayatlarımızın üzerinde büyük etkisi olan sıradışı hâdiselere karşı bünyemizi kırılgan bir hâle getirdiklerinin de farkında değiller. Hiçbir risk almadan sistemle istedikleri gibi oynuyor ve faturayı da vatandaşa ödetmekte hiçbir beis görmüyorlar. Ne yazık ki, hayattan doğru düşüncenin emildiği böyle bir süreçte, yaratılışı hilafına bir hayat sürmek zorunda kalan ferdin, kendisini yaratılış gayesine yükseltecek bir hürriyet alanı bulması zor, hatta imkânsızdır. Dolayısıyla toplumun da giderek biçimsiz yığınlara dönüşmesi, yozlaşması ve soysuzlaşması kaçınılmazdır. Aslında, asırların birikimi hâlinde oluşmuş, toplumda bünye hâline gelmiş ortak hafızayı bozan modernitenin misyonu tam da budur: Her meselede kılavuzumuz olan inanma gücünü ferdlerden emmek, sırra yer bırakmayacak derecede öngörü dünyamızı kurumsallaştırmak, böylelikle de hayatlarımız üzerinde belirleyici olan olağanüstü hâdiseleri iyice kestirilemez bir hâle getirmek... Mülk sahibinin mülküne sahip çıkamadığı, iktidarların muktedir olamadığı, ahlâk yerine hukuk dilinin ikame edildiği karmaşık bir yapı oluşturup, sisteme istediği gibi müdahale etmek. Dolayısıyla, hakikat ve marifet arayışı olan bir insanın, bu yapıların içinde aradığını bulmak gibi bir şansı yoktur... Bilinmesi gerekenleri, resmî yapının dışında, merkezden olabildiğince uzak yerlerde araması gerekir. Ne var ki, müesses nizam bunların üstünü örter, bilinmesini istemez; kimseyi de “bunlar” gibi olmaya özendirmez... “Yargılı” ya da yargısız insanlarla bir an önce bunlardan kurtulmak ister. Acıyı da günahı da benimsemekten uzak, ruhsuz bir insan modeli arar. Oysa, siyasî sistemlerde iyi bir mekanizma; insanları kötülüklerden uzak tutabildiği, iyi ve asil insanlar olarak yetişmelerine yardımcı olabildiği nisbette fonksiyoneldir; yoksa kamuoyu adı altında cehaleti düzenlemek, “zeki ucubeler” yetiştirmek ya da bunların hangi işe koşulacağıyla ilgili bir görevi yoktur. Dolayısıyla, gerçekliğin peşinde olan insan, doğru düşünceyi, doğru düşünce faaliyetiyle sonsuza kadar kesiştiren kodları tevin eden “Bütün Fikir”i aramalı ve sadece kendisini bir davaya adayanların, ruhunu ortaya koyanların ve eğer ki haksız çıkarlarsa, bunun bedelini ödeyecek kadar kaybedeceği bir şeyi olanların peşinden yürümelidir.

Aylık Dergisi 158. Sayı, Kasım 2017