Vakıf meselesini iki yıla yakın bir süre incelemiş ve nihayetinde bu meselenin sanıldığından çok daha derin ve kapsamlı olduğu neticesine varmıştık. Öyle ki neredeyse tüm devlet mekanizması, mülkleriyle beraber vakıf olarak telakki edilmekteydi. Vakıflar tali veya yardımcı değil, bilakis aslî ve merkezî kurumlardı. Bütün bir cemiyet düzeni vakıflar etrafında teşekkül etmişti. Halkın (bugünkü tabirle) kredi ihtiyacını karşılayan kurumların da vakıflar olması o yüzden gayet tabiiydi.

Vakıflar konusunu içtihad ve iktisad meselesinde ele almamız boşuna değil: Vakıflar, yukarıda belirttiğimiz vazifelerinden ötürü, içtimaî hayatın, ticaret de dâhil, her cihetiyle belirleyici bir münasebet içinde idiler ve bu yüzden İslâm hukuk tarihi boyunca Müslüman fakihlerin sürekli üzerinde durdukları ana mevzulardan biri oldular. Bu hususta diğer vakıf türleri bir tarafa para vakıflarının (evkaf-ı nukud) özel bir önemi vardır. İslâm hukukunun Osmanlı döneminde en canlı tartışmaları yaşadığı sahanın bilhassa bu para vakıfları olduğunu dahi söyleyebiliriz.

Para vakfının, vakfedilmiş bir miktar paranın hayır işlerine harcanıp tüketilmesi olmadığını en başta ifade etmemiz gerekmektedir. Zira para tükendiği takdirde vakıf da kendiliğinden akim kalacağından ve “ebediyet” şartı bir vakfın aslî şartları arasında bulunduğundan harcanıp bitirilmek üzere tahsis olunmuş paralar vakıf değil, sadaka niteliğini taşırlar. Bir malın mevkûf olmasının illeti, aynının bitip tükenmemesidir. Bu şart gayrimenkullerde ve tabiatı icabı gelirleri değil de ancak kendileri kullanılan menkul mallarda (savaş aletleri, kitap vs.) rahatlıkla tatbik olunabilir. Fakat mesele para gibi menkul ama kendisi kullanılamayan bir mala gelince işler karışmaktadır. İşte bu karışıklığı çözen ve istikbaldeki İslâm bankacılık sisteminin temellerini atan Ebussuud Efendi’dir. Başını çektiği heyetin yaptığı içtihad zamanı için önemliydi, kanaatimizce günümüz için önemi çok daha fazladır.

Osmanlı Devleti’nde bidayetinden itibaren para vakfetme geleneği mevcuttu ve muhtemelen bu gelenek Osmanlılara Selçuklulardan geçmişti. Daha öncesinde, Abbasiler ya da Emeviler devirlerinde para vakıflarının mevcudiyetine dair elimizde kesin bir malumat yoktur. Bu vakıf şeklinin yaygınlaşmasının daha çok Türklerin eliyle olduğu anlaşılmaktadır. 

İlk dönemlerde para vakıflarının sayılarının ne kadar olduğu bilinmemektedir. Ancak tartışmalı hale geleceği 1540’lara kadar Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim gibi padişahlar dâhil birçok kimsenin bu tür vakıflar kurduğu malumumuzdur. Hatta İbni Kemal, para vakıflarının İslâm’a aykırı olduğunun iddia edilemeyeceğine dair bir fetva dahi vermiştir. Ancak 1539’da Çivizade Muhyiddin Efendi’nin şeyhülislam olması ile birlikte bu vakıflara uzun süredir karşı olanların eli güçlenmiş ve para vakıfları bir “hükm-i şerif”le yasaklanmıştır.* Ancak tartışmalar dinmemiş, yoğun itiraz sesleri yükselmiş ve bu vaziyet Kanuni’nin dikkatini celbetmiştir. Kanuni’nin emriyle ulemadan geniş bir heyet teşkil olunarak mesele enikonu incelenmiştir. Nihayet Ebussuud Efendi’nin başını çektiği ulemanın kahir ekseriyetinin görüşü benimsenmiş ve bunlar para vakıflarına dinen cevaz veren bir içtihad kaleme almışlardır. Bu içtihad, 1546 tarihli bir fermana konu edilmiş ve para vakıflarının meşruiyeti meselesi devlet açısından halledilmiştir. Bu konudaki itirazların arkası bir türlü kesilmediğinden daha sonraki dönemlerde bu vakıfların İslâm’a aykırı olduğunu iddia etmek dahi “suç” sayılmıştır.

Evvela karşı görüştekilerin iddialarına kısaca bir göz atmamız gerekir. Onlara göre para vakıfları hile yoluyla ribâ/faizi meşrulaştıran müesseselerdir. Bu vakıflar, bir vakfın “aynı/sermayesi” tanımı icabı tükenemeyeceğinden, mecburen murabehe yoluyla borç para vermekte ve bu muameleden elde ettiği rıbh (kâr) ile vakfın gayesini gerçekleştirmektedir. İşte bu rıbh, faizdir. Zira herhangi bir emek sarf edilmeden belli bir vade sonunda ve önceden belirlenmiş bir farkla borç para verilmektedir. Bu yapılan (para vakıflarına son derece karşı olan İmam Birgivi’nin ifadesiyle) Allah’ı kandırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir ve büyük bir günahtır. Madem ribânın her türlüsü (fadl veya nesie) kimin hangi maksadla yaptığından bağımsız olarak Kitab ve Sünnet tarafından yasaklanmıştır, bunların hayır hasenat işi gördüğünü söyleyen vakıflar eliyle meşrulaştırılmaya çalışılması katmerli günahtır. 

Para vakıflarının muarızlarının parayla para kazanma, yani belli bir vade ve faiz oranıyla borç verme iddialarının altını boşaltmak için Ebussuud Efendi, “Risale fi Vakfi’l Menkuli ven’Nukud” isimli tetkikinde, para vakıflarında doğrudan bir bedel karşılığı borç alıp verme işlemine müsaade edilemeyeceğini ifade etmiş, bir mal alım satım işleminin bulunmasını zaruri saymıştır. Buna “muamele-i şer’iyye” adı verilmektedir. Vakıf, paraya ihtiyacı olan kişinin bir malını satın alır; eğer bu mal gayrimenkul veya kullanımı borç alan kişi için zorunlu bir meta ise, kira adı altında muamele yapar ve vakfa gelir temin edecek kârı elde eder. Vadesi gelince anaparayı tahsil eder ve mülkü sahibine geri verir. Yok, eğer kullanımı zorunlu değilse rehin alır ve vade sonunda önceden belirlenmiş rakama geri satar ve aradaki fark vakfın geliri olur. Gayrimenkul üzerindeki menkul mallarda da kira işlemi gündeme gelir. Kısacası şer’an kesinlikle haram olan parayı daha fazla para almak üzere borç verme şeklinde bir işleme Ebussuud Efendi asla cevaz vermemektedir. 

Para vakıflarına tanınan bu salahiyet, Ebussuud Efendi ve beraberindeki ulemanın halis niyetinin ve takvalarının delilidir kanaatimizce. Çünkü bu hak, ribadan bir koku taşıdığı için olsa gerek, vakıflar dışında hiçbir gerçek kişiye tanınmamıştır. Vakıfların nihai kuruluş gayelerinin kamu hizmeti olduğu, kamu hizmeti gördükleri, kâr gayesi gütmedikleri hususu, içtihadın önemli bir bileşenidir. Yani bugün “kâr payı” adı altında ve mezkûr içtihada dayanarak murabehe uygulayan “özel finans kurumları” ve onlara cevaz veren sözde hocalar yanlış yoldadırlar. 

Ancak, öte yandan, bir İslâm devletince idare olunan bir ülkedeki kâr gayesi gütmeyen bir kamu veya vakıf bankası, para vakıflarına dayanak olan içtihaddan sonuna kadar yararlanabilir ve murabehe yoluyla borç para/kredi verebilir. Kamu bankaları kâr gayesi gütse bile, bu halk için olduğundan, kârı halka döneceğinden, haddizatında vakıf sayılırlar ve bu salahiyetten onlar da faydalanabilir.

Burada para vakıflarına karşı çıkanların gözden kaçırdıkları bir noktaya işaret etmek istiyoruz: Ebussuud Efendi’nin başkanlık ettiği heyetin içtihadını Hanefi fıkhı içinde yapmış olduğu hususu ve bu mezhepte örfün yeri… 

Hanefiler, örfe ayrı bir ehemmiyet atfetmişlerdir; onlara göre, İslam beldeleri arasında veya muhtelif devirlerde örften kaynaklı farklılıklar âlemşümul tek bir içtihad ile ortadan kaldırılamaz. Özü itibariyle şeriata aykırı olmayan örf, yasaklanamayacağı gibi aynı zamanda şer’î bir delil kaynağıdır. Bu yüzden örfün izin vermemesi dolayısıyla caiz görülmeyen bir fiil, başka bir yerde ya da zamanda helal hale gelebilir. Para vakıfları konusunda Ebussuud Efendi tarafından verilen cevaz da, örfün bu tür vakıfları tanıdığı ve kabullendiği yerlerle sınırlandırılmıştır. Cevazın sadece vakıflara, o da örfün müsaade ettiği yerde verilmesi, muarızlarının kaçırdıkları çok mühim bir nüanstır.

Örf mevzuu, yeri ve hakkı tam olarak anlaşılmamış bir meseledir. İslâm anlayışını ve sosyal hayatını daraltan, dar kafalarıyla anladıkları İslâm’ı herkese dayatmaya kalkan ve kafalarına sığmayanı da reddeden küt kafalı çarpık anlayışlıların, ezcümle kaba softa ham yobazların örfe saldırması boşuna değildir. Bunların lafta selefi özde vehhabi kolunun sırf örfe geniş bir salahiyet sahası tanıdığı için Hanefiliğe saldırdığı, hatta Hanefiliğin İmam Azam ile alakası olmadığını iddia ettiği malumdur. Muhtemelen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kızdıran açıklamaların sahipleri, mesela Arabistan’ın Hz. Peygamber zamanındaki örfünü getirip din diye pazarlayanlar olsa gerektir. Giyim, kuşam, ev eşyası, insanlar arası adabı muaşeret, vs. hep örfün hasrı içindedir. 

Son yazımızda aynı konuda birçok içtihadın bulunabileceği ve bunlardan genellikle ümmetin maslahatına en uygun olanların tercih edilip alındığını ifade etmiştik. Burada da İslâm fıkhının, İbda terminolojisiyle ifade etmek gerekirse İslâm’a muhatab anlayışın halklar ve çağlar arasında oluşan farklılaşmalarla din arasında nasıl sağlam bir köprü teşkil ettiğini görmekteyiz. Farklı mezheblerin mevcudiyeti, her birinde örfe farklı derecelerde salahiyet atfı ve karşılaşılan her meselede verilen onlarca içtihad. Elbette burada kastedilen örf, bir milletin İslâm’ın esaslarına zıt olmayan davranış itiyadıdır ve bu yönüyle İslâm’ın hasrı içindedir. Hatta bir noktadan sonra Müslüman milletlerin örfleri “şeair-i İslâm/İslâm’ın şiarları” arasına bile girebilir, Osmanlı camilerinin minareleri gibi… Osmanlı camilerinin minareleri gavurların nezdinde İslâm’ın mümessilidir ve İslâm kasdıyla ona düşmanlık ederler. Bir Müslüman Türkün, Arabın, vs. giyim şekli de, akıllarda İslâm’ı çağrıştıran bir olgu haline geldiğinde, aynı muameleyi görür. Saygı gösterilmesi mecburidir, karikatürize edilemez, dalga geçilemez. Müslümanlık iddiasındaki biri bunu yaparsa, dinden çıktığına hükmedilir. 

Bu konunun önemi şundandır: Bütün bir İslâm fıkhı ve muhtelif Müslüman milletlerin İslâm geleneği, göz önünde ama bir o kadar saklı büyük bir hazine oluşturmaktadır. Bu geleneklerin, bir ölünün koltuğa oturtulması gibi zorlama bir yöntemle diriltilmeye çalışılması değil de, onlardan ilham alarak dinin esasına zerre miskal aykırılık teşkil etmeden yeni ve ahenkli terkiplerin oluşturulması sağlanmalıdır. Bu, İbda’nın şahsiyetçilik prensibi ile yakından ilişkili bir terkib teşebbüsü olacaktır. 

Gelecek yazımızda bahsimize devam edeceğiz.

(*Çivizade, üç yıl dokuz ay bu görevde kaldıktan sonra 1542’de 200 akçe emekli maaşı ile azledildi. Şeyhülislâmlık makamından azledilmezlik prensibi böylece ilk defa Çivizâde’nin azliyle bozulmuş oluyordu. Kefevî, Çivizâde’nin dürüstlüğü ve ilmî yeterliliğinden bahsettikten sonra bazı konularda çok sert bir tutum takındığını ve alışılagelenin dışında fetvalar verdiğini, azlinin de bu yüzden olduğunu belirtir. Çivizâde’nin Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi İslâm tasavvufunun en tanınmış şahsiyetlerini aşırı şekilde tenkit etmesi, para vakfı (vakf-ı nükūd) meselesine karşı çıkması, bilhassa abdest alırken mest üzerine mesh yapılması konusundaki sert muhalefeti tartışmalara yol açmış ve başta Ebüssuûd Efendi olmak üzere birçok âlimle fikir ayrılığına düşmüştür. Rumeli kazaskeri olan Ebüssuûd Efendi, önceki fakihlerin görüşlerine aykırı bulduğu Şeyhülislâm Çivizâde’nin bazı fetvalarını Dîvân-ı Hümâyun’a getirerek ilmî açıdan reddetti. Bu gelişmeleri yakından takip eden Kanûnî Sultan Süleyman vezirlere emir verip bu konuları görüşmek üzere ulemâyı toplantıya çağırmalarını istedi. Devrin âlimleri sonuçta Çivizâde’nin hatalı olduğu kanaatine vardılar ve ferman gereği bu görüşlerini imzalı olarak da sundular (TDV İslam Ansiklopedisi)


Baran Dergisi 589. Sayı