Kaldırımdan düşüp ölenler, aşkının ıstırabından sarkan yükün ağırlığına dayanamayıp intihara teşebbüs edenler, uykusunda nefesi kesilenler, topuklu ayakkabı giyme hevesinin kurbanı olup da bu dünyadan göçenler, hudutsuz cehaletle müşerref olup da bir şekilde kendini Azrail’in usta ellerinde bulanlar, kendi tükürüğünde boğulanlar, sahibini kızdırıp diri diri toprağa gömülenler, rögar kapağından aşağı düşenler, sırf birine benziyor diye böğründen, belki de alnının ortasından vurulanlar, ihtimal ki bu olayların kahramanları ölmüştür yahut er-geç ölecektir. Bereket versin ki, bahsettiğimiz şekilde ölme ihtimalimiz pek düşük. Devir değiştikçe ölüm şekilleri de kendiliğinden değişiyor tabiî. Size “Kara Ölüm” lakaplı büyük bir satranç ustasından bahsedeyim. Onun rakibi olup kazandığınızı hissettiğiniz tam o anda en tuhaf mağlubiyetinizi yaşamaktansa, yukarıdaki hâdiselerin başınıza gelmesini yeğleyebilirdiniz.  
 

On dokuzuncu yüzyılın başında İngiltere-Manchester’da güzide bir çocuk dünyaya geldi: Joseph Henry Blackburne... Mevzubahis çocuk büyük bir depoda işçi olarak çalışıyordu. Günün birinde hangi malzemenin nerede bulunduğuna dair bilgileri içeren kayıt defterini evde unuttu; ve o gün kendisinden daha kıdemli birisi, Blackburn’e depodaki malzemelerin stoklarını sordu... Blackburne,  o gün tüm depoyu ezberden saydı. O gün anladı ki, gördüklerini hatırlama meselesinde nadide bir yeteneği vardı. 
 

Bana kalırsa her mahlûkun muhteris olduğu bir saha vardır. İşte bu çocuk ruhunun dehlizlerinde akan kızgın suların hangi mecraya akacağını o gün keşfediyor. Sonra satranca merak sarıyor ve dönemin satranç akımları üzerinde mesai harcıyor. On sekizinde şehrin satranç cemiyetinde ismi kulaktan kulağa yayılıyor. Manchester Satranç Salonu’na kayıt olup, sadece dört yıllık tecrübeyle dünyanın ilk “resmî satranç şampiyonu” Wilhem Steinitz ile bir müsabaka yapıyor. Köşeye sıkışan Steinitz oyunu terk ederek mağlubiyeti kabul ediyor. Fakat bu maç “öylesine” yapılmış olduğu için unvan el değiştirmiyor. 
 

Bu genç, atak oyunu seviyor, stratejik yeteneklerini rahatlıkla sergileyebiliyordu. Müsabaka başlarında rakibinin “Rok” atmasına müsaade etmez, mihaniki biçimde tek bir hamlesini bile hesaplamadan yapmazdı. Fedalarıyla meşhur kara sakallı büyük ustanın lakabı “Kara Ölüm”dür! Daima taarruz üslubuyla oynayan ustanın oyunlarına baktığımda şu ifadeyi kullanmıştım: Böyle bir adam rakibinin zihnine salıncak kurup etraftaki fikirleri rahatlıkla görebilir. Havasında olduğunda ne nerede olduğu, ne de rakibinin kim olduğu önemlidir... Yeter ki “form”da olsun, karşısındaki zât deplasmandadır. 
 

Seksen üç yıllık ömründe, elli yıl kadar profesyonel müsabakaya çıktı. Öyle ki, aradan 200 yıl geçmesine rağmen hâlâ müsabakaları satranç oyuncularına ders olarak seyrettiriliyor. Şimdilerde tarihe damga vurmuş müsabakalar “Stockfish” denilen Global Satranç Arayüz Aracı ile yeniden kurgulanıyor ve oyunun içindeki ihtimaller bu “akıllı bilgisayar” ile sergileniyor; fakat Henry Blackburn’ün hamleleri ne hikmetse bilgisayar tarafından öngörülemiyor, görülse de tavsiye edilmiyor. Çünkü Blackburn’ü öbür ustalardan ayıran bir diğer özelliği de oyun içinde yaptığı taş –çoğunlukla veziri bırakır- fedaları... O, rakibini saptırmak için klasikleşmiş gambitlerin dışına çıkarak daha oyunun ikinci hamlesinde bazen kendi vezirini feda ederdi, bazen de filini. Üç ilâ beş hamle sonra bir bakmışsınız, mânâsız gibi gözüken hamlenin üzerindeki perde kalkmış, rakibinin yüzü ise tahtada kaç taş kaldıysa, o kadar parçaya bölünmüş hâlde!

Baran Dergisi 678. Sayı