Aslında Salih Mirzabeyoğlu’nun 17 Şubat 2000 tarihinde yaptığı savunmadaki şu ifadeleri koyup üzerine bir şey ilave etmesek yeter:

“- Gelelim 25 Ocak 2000 tarihine... Polisin beni hiçbir illegal ilişki içinde olmamama rağmen, “İçişleri Bakanlığı’nın İBDA-C’yi illegal örgüt kabul etmesi”ne binaen sipariş üzerine (ki, kaç türlü saçmalık bir arada, sonra göstereceğim) yakalaması, üstelik ilkokula giden çocuğumu hergün almak üzere gittiğim İlkokul’un önünde eşim ve çocuklarımla beklerken yakalamasına rağmen, “örgüt lideri” imajına katkı olsun diye yakalama tutanağını, adaleti yanlış yönlendirici bir şekilde “evine yapılan baskınla yakalandı” diye tertib etmesi; 28 Ocak 1998’de böyle başlayan ve basının da içinde psikolojik yönlendirici olarak bulunduğu bir yığın haksız, ahlâksız ve hukuk dışı suçlamaya tepki olarak, protesto amacıyla Mahkeme’ye çıkmayı reddetmem... Hukukî olarak nazik bir mesele: Beni 26 Ocak’taki Mahkeme’ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde hiçbir şey söylemeden askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin ölümü ve (5) kişinin yaralanmasıyla neticelenen operasyon; operasyonun niteliğinin hukukî olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukukî midir?.. Metris Cezaevi Savcısı’nın, Mahkeme’ye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak’ın sabahında gerçekleştirilen bu operasyon?.. Aslında Cezaevi Savcısı’nın Mahkeme’ye çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istemesini söylemem de lüzumsuz; çünkü 26 Ocak’ta Mahkeme’ye çıkarılmak üzere gelinene kadar kimsede böyle bir tahmin yürütme yetkisi yoktur. Oysa bunun bir adım daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme’ye çıkmayacağım kesin kaziye kabul edilerek sözkonusu operasyon gerçekleştirilmiştir… (…) Hukukun en genel ilkelerinden biri, “kişi mahkemede hüküm giyene kadar suçsuzdur” diye dursun, büyük sermaye teknesinin cariyesi basın hakkımızda Savcı ve Hâkim olmanın da ötesine geçerek, hüküm giymiş olsan bile gerçek bir Hukuk Devleti ve ahlak ilkeleri önünde tasvip edilemez aşağılık bir ağızda maruz kaldığım muamele için birilerini yağlamış ve kamuoyu önünde beni küçük düşürmeye çalışmıştır (…) Hukuku dehleyip de estirilen “psikolojik” hava?..

(...) Bütün kurumlarıyla bir bütün olan “Adalet Sistemi”nin, bırakın hukuku, en basit insan haysiyetine bile riayet etmez bu tıkır tıkır işleyişi karşısında, üst kattakilerin gururdan gözleri yaşarıyordur herhalde... Ufak bir hatırlatma: Yassıada mahkemeleri sırasında, konulduğu hücre için “burada insan nasıl yaşar?” diye serzenişte bulunan bir Milletvekili’ne, gardiyan “aman efendim! buralar sizin Meclis’teki oylarınızla yapıldı!” diyor... Kıssadan hisse!..”

Hukuk ve adalet’in “kişi mahkemede hüküm giyene kadar suçsuzdur” ilkesini başa alarak ve hatırlatarak, “insan için, insan’dan” olan Devlet denilen “dev örgüt”ü ister fetişleştirme ister kutsallaştırma deyin veya kısaca -Devlet gücünü- “kendi sığ anlayışı-nefsi için” arkasına alarak “adama göre muamele” ile -kim olursa olsun- faaliyette bulunanlara Yassıada üzerinden “Adalet ve Hukuk’dan ayrılmayın” ihtarının verildiği bu savunmanın tamamı, dosya içeriği bir yana “hukukdan ayrılırsanız başınıza gelecekleri hatırlatırım!” vezninde de okunması gereken hakikatleri barındırıyor.

Öyle de olmadı mı? Anadolu’nun üzerine karabasan gibi çökmeye başlayan 28 Şubatçı köpekler cuntası, önce kendi aralarında bölündü; “yumuşaklar ve sertler” olarak… Yumuşak Kemalistler ve Sert Kemalistler… Yumuşak dediğimize bakmayın; 28 Şubat’ın anlı şanlı ve eli maşalı paşası Kıvrıkoğlu “yumuşaklardandır.” Artık sertleri varın siz hesab edin. “Gülenistler” o tarihlerde bu bölünmeye müdahil oldular ve akabinde iki grubu da “toparladılar”. Ardından rüzgâr terse döndü, bu sefer de Gülenistler “toparlanmaya” başlandı. Sonra olan oldu! 15 Temmuz gibi “kimin eli kimin cebinde” belli olmayan bir darbe teşebbüsü ile devletin dönüşümünü kendi kontrollerinde gerçekleştirmek isteyen Yumuşak Çete’nin oyununa gelen Gülenistler ile tüm karşıt veya muhalif yapılar devlet içinden hukuksuz, adaletsiz ve acımasız bir şekilde tasfiye edildiler! Tüm bunlar olurken dikkat edin hükümet koltuğunda Ak Parti ve Erdoğan oturmaktadır.

Devlet denilen Örgüt’ün içinde bir müddettir yer almaya başlayan “yapılar”, ne gariptir ki Pelikan Çetesi’nin başı Can Paker isimli Soros’lunun tam da 15 Temmuz günü, ikindi vakti üstelik, “Türkiye’nin kendilerinden bağımsız halde ilerlemesini hazmetmeyen (gruplar var): Laikçiler, Paraleller, İslamcılar, PKK!” yazarak attığı “tivite mutabık” bir şekilde, hedefe konuldu! 15 Temmuz’un hemen ardından ilan edilen OHAL koruması altında, bu yapıların unsurlarını “Fetocu!” diye damgalayarak, başı sonu belirsiz bir OHAL Komisyonu ile de “güya hukuki denetim sağlayarak” girişilen büyük operasyonda, başta Bylock, FlashDick ve Ankesör isimli (tamamen dijital ve tamamen “üzerinde oynanma ihtimali olan”) delillerle işlenen ve artık “Fetöcülerden” çok onlara imkân sağlayan “siyasi İrade”ye yönelen hukuksuz, adaletsiz ve nefret kokan uygulamalar ve bunların her tarafta “konuşulmaya başlanılmasından” anlaşıldığı kadarıyla da, sona gelindi.

Artık “devlet denilen Örgüt içinde kökleşmiş yumuşak çete”nin, hem kendisine yapılanı unutmaması hem de “halkın aklı gözündedir!” pratik gerçeği gereği tüm bu sorunların müsebbibi olarak siyasi iradeyi işaretleyeceği yeni hamlesinin zamanı gelmiş gibi duruyor.

Unutulmaması gereken bir husus da şu: 15 Temmuz’dan bir kaç ay önce başlayan bir çalışma ile tam da 15 Temmuz günü cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından imzalanarak yürürlüğe giren bir kanun değişikliği vardı. Bu değişikliğin “EMASYA” olduğunu söyleyenlere, devrin savunma bakanı Fikri Işık’ın -amiyane tabirle- “Hadi canım sizde, ne EMASYA’sı!” cevabının ikindi vaktinde yayılması; hem “terör alarmı” hem de tam 15 Temmuz’da çıkarılan bu kanunla “askerin kışlalardan sokaklara inmesi”! Görüldüğü gibi aslında “her şey kanun ve yönetmeliklere mutabık” olarak 15 Temmuz’u dahi siyasi iradeye’ye “kanun çıkarttırarak” yaptıran güç, bu sefer de “yargı reformu” adı altında bir şeye girişerek “birtakım düzenlemeler yapmaya çalışan hükümeti”, artık nasıl yaptıysa engellemiş ve hükümetin büyük önem atfettiği, kocaman laflarla tanıtımını yaptığı “reformu” Eylül-Ekim aylarına kadar erteletmiştir. Böylesi bir vaziyet karşısında Anadolu kıtası ve Ankara Hükümeti için riskli vakitler başlamıştır, diye düşünüyoruz.

Bunları yazdıktan sonra bu makaleyi kaleme alma sebebimize gelebiliriz:

25 Ocak Metris Noel Baba Operasyonu Dosyası, 1 Temmuz 2019 tarihi itibariyle, Yargıtay Başsavcılığının talebine aykırı olarak Yargıtay 6. Ceza Dairesi tarafından “red ve onama” kararıyla kesinleşmiş, başta Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere, bu satırların yazarı da dâhil otuz küsur İbda bağlısına verilen ceza onaylanmıştır.

Temmuz 2013 tarihinde Silivri 4 Nolu Cezaevi’nden Bakırköy 3. ACM’ne vermiş olduğum “tek dilekçe” ile başlayan “yeniden yargılanma ve hüküm durdurma kararı” süreci, ALTI SENE SONRA (6 sayısı Mirzabeyoğlu’ndan öğreniyoruz ki iştikak içinde “devir, dönem, mevsim” manalarına da geliyor) değişen devrin izlerini gösterircesine, Kemalist ve Gülenist Çetelerin işbirliği ve hükümetin gözleri önünde eski haline tahvil edilmiştir. Devletin hafızası, yenilenecekken eski hafıza tekrar ortaya çıkmıştır.

Bu onama kararının Mirzabeyoğlu’nun ana davasında gerçekleşen güzel (ve aslında hukuken engellenemez) bir gelişmenin akabinde olması “oldukça manidar” sayılmalı ve Ankara’daki hükümete de bir şeyler anlatmalı.

Dosyada bulunan askerî personel ile “ihbarcı personel” tarafından verilen ifadeler, Metris’te tutulan ve her gün şiddete maruz kalan altı gönüldaşımızın savcılık ifadesi (mahkemede gönüldaşlar ifadelerini reddetmiştir) üzerinden, başkaca bir delil olmadan verilen bir cezadır bu. 2013 Temmuz ayında verilen yeniden yargılama kararına nisbet olan dilekçede geçen, “Okan İşgör’ün yargılandığı Ergenekon davasında yaptığı itiraflar” ve talep edilen “jandarma tarafından çekilen görüntüler”, mahkemenin son safhasına gelinceye kadar, avukat arkadaşların taleplerinin yanında bizzat bu satırların yazarının her celsede yaptığı “taleplere” rağmen bir türlü yerine getirilmemiştir. Verdiğim dilekçenin kabulünü ben dahi şaşkınlık içinde karşılarken, Kemalist ve Gülenist Çetenin Yargı ayakları daha büyük bir şaşkınlık içinde karşılamış olacak ki, “naib hakim atanması” gerçekleşmiş olmasına rağmen, yeniden yargılanmanın üçüncü celsesinde oluşturulmuş yeni heyet eliyle, hiç bir talep kabul edilmeden “yeniden yargılanma talebinin reddine” diye apaçık bir hukuksuzluk herkesin gözü önünde meydana gelmişti. Ancak bu karar üzerine müracaat edilen üst mahkeme, “taleplerin kabulüne, yeniden yargılanmanın devamına” kararı vermişti. Yerel mahkeme başkanının karar celsesinde, kararı okuduktan sonra, bizzat bana dönerek herkesin duyacağı şekilde “NE YAPAYIM SİNAMİ! GÖNDERMİYORLAR İŞTE EVRAK VE GÖRÜNTÜLERİ! BİRAZ DA ANKARA UĞRAŞŞIN ARTIK!” demesi, dosya için talep edilen, yeniden yargılamaya ESAS olan hiçbir işlemin gerçekleşmediğini doğrulamaktan başka bir önemi haiz değildir. Ki, tekrarlayalım, üst mahkeme sırf bu sebebden ötürü bir önceki kararı bozmuştu!
Anlaşılan o ki, 17/25 ve 15 Temmuz sonrası gerçekleşen tasfiyeler ile kurulan “yeni HSK” ve “yeni adalet bürokrasisi”nin eseri olan Yargıtay 6. Ceza Dairesi için dosya içinde yer alan bu “bozma”nın bir kıymeti yokmuş, Yargıtay Başsavcılığının “bozma” yönünde talebinin bir kıymeti yokmuş, “verilen ilk karar, tek başına Okan İşgör’ün ifadelerine dayanmadığından tekrar dinlenilmesine “luzum yok”muş, “fıstık gibi bir karar”mış kısaca!

Yargıtay 6. Ceza Dairesi’nin bu kararının pratikte (gönüldaşların içeri tıkılması) pek bir ehemmiyeti kalmadı, çoğunluk ya tamamını yattı cezanın ya çok az kaldı; üstelik DST 105/A maddesi gereği (2 yıl) bu cezanın infazı da yok!

Ama var olan, önemli olan şu: Mirzabeyoğlu mahkûm edildi! Garip olan içeri girmesine sebeb kılınan ana davasından beraat edip, bu davanın hukuksuzluğuna “hukuk sınırları içinde isyan etmesi” sebebiyle mahkûm edilmesi!

Yargıtay 6. Ceza Dairesi’nin verdiği bu karar, böyle saçma bir “durum” oluşturduğu gibi, “bizim dediklerimize itiraz edenlerin cezası budur; dirisine, ölüsüne acımak yok!” anlamını da taşıyor. Baştan beri söylemeye çalıştığımız, vücudu hassas olanların birtakım tabiat hadiselerini önceden hissetmesi gibi (romatizmalıların yağmurun geleceğini günlük güneşlik havada bile tahmin etmesi-hissetmesi misali) “hukuki darbe” ihtimalini, devlet denilen örgüt içinde kökleşmiş yumuşak Kemalist çetenin kindarlığını bunun için “hissedip” hatırlattık. Ayrıca tevafukdur ki ne zaman Mirzabeyoğlu veya Büyük Doğu-İBDA ile alakalı müsbet bir iş yapsa Erdoğan, hemen alttan alta bir karşı hamlenin geldiğini unutmadık!

Yargıtay 6. Ceza Dairesi’nin bu kararına karşı hukuken nasıl bir yol bulunabilir, var mıdır bilmiyorum. Bunu dava ile ilgilenen hukukçu arkadaşlar ve parti ile “adalet bürokrasisi” içinde yer alan “samimi insanlar” çözebilir ancak. Naçizane benim aklıma gelen YOL, karara imza atan Yargıtay 6. Ceza Dairesi’nin üyelerine “siz hâkim değil ancak bildiğimiz kasap olursunuz, hukuku, adaleti, insanları kendi düşmanca hisleri için ve hukuku hiçe sayarak kesip biçen, hak ve hukuk düşmanları olursunuz!” diyerek sahaya çekmek ve orada ayrıca şikayetçi olanlarla tek tek hesaplaşmak olacaktır!

Geçen gün cumhurbaşkanı yardımcısı olan zatın bir açıklaması vardı, “milletimizin nazarında hukuka güven yüzde otuz beş seviyelerinde” şeklinde… Bunun müsebbibleri, hakim kılığına girmiş kasaplar, hukuk tanımaz, adalet bilmez eski statükonun devamcısı tiplerdir!
Erdoğan bilsin ki, Mirzabeyoğlu’na verilen bu ceza sadece Mirzabeyoğlu’na kesilmemiştir! Tam olarak Erdoğan’ın şahsına kesilmiş bir cezadır! Açıkça da yazalım o halde:

“SENİN İÇİN GELİYORLAR ERDOĞAN, HEM DE AN KADAR YAKINDA!”


Baran Dergisi 655. Sayı