Albert Camus, daha çok romanları, Başkaldıran İnsan isimli felsefe temelli incelemesiyle tanıdığımız ve batı dünyasına, 20. asra damga vuran isimlerden biri. Onun tiyatro oyunu yazdığı hakkında bugüne kadar ne bir şey okumuş, ne de duymuştum. Fransa gibi köklü tiyatro geleneği olan bir ülkede buna kayıtsız kalması beklenemezdi. Bazı büyük kalemler, kendileri bir işle bilfiil iştigal etmeseler dahi o mevzu hakkından en az erbabı kadar bilgi sahibi olabilmekte ve söz söyleyebilmekteler. Camus da, doğrudan yazmamış olsa bile tiyatro kültürü oturmuş bir memlekette elbette söz sahibi olurdu. Küçük bir seri olacak kadar oyun yazmış olan Camus, kendi felsefî düşüncelerini ve 20. asrın buhranlı hâlini de oyunlarına aksettirmiştir.

Mesela, bir Avrupalı için karabasandan başka bir şey olmayan (Zweig’ın da intihar sebebi olan) 2. Dünya Savaşı esnasında yazdığı Yanlışlık isimli oyununda bir aile etrafında geçen ve sadece beş kişinin sahnede göründüğü eserde, savaş buhranını ve getirdiği yıkımı hem aile hem şahıslar üzerinden anlatmıştır.  Kendi evlâdını öldüren bir anne ve kız kardeş etrafında geçen oyunun hikayesi, bir mânâsızlık üzerine kuruludur; zirâ anne ve kız kardeş, sebeb maddî gibi görünse de niçin otellerine gelen kimseleri öldürdüklerini izah etmezler. Bir annenin ve kardeşin kendi kanlarından birini öldürüyor olmaları ve bunu “yanlışlıkla” yapıyor olmaları mânâsız kabul edilen bir savaş için güzel bir ironi kabul edilebilir. Mantığı siz kurduğunuzda hadiselerin gelişimi de buna göre işler. Camus bir pesimist olarak görülebilir. Zira hikâye ve romanlarında ele aldığı mevzu ve şahıslar hep acı, kötü olanın bir  nevi normalleştirilmesi üzerine  kuruludur. Esasında bunu bir ayna olarak kabul etmek gerekir ki, bize hayatın en kötü taraflarını göstererek, pembe tablolar çizilen roman ve hikâyelerin birer illüzyon olduklarını hatırlatır. Yabancı’da müstehzi tavrı ile hayata kayıtsız kalan kahramanın o istihza ile yaklaştığı mevzuların kendi yakasına yapışması karşısında duyduğu dehşetin resmi, kağıt ve satırlardan taşarak okuyucuyu tesir altına alması da bunun bir örneğidir. Fakat bu Batı için normal görülmelidir. Zira insanın topluma ve kendine yabancılaşması batı temelli bir hastalıktır.

Camus’nun dört perdelik Caligula oyunu, tarihî bir kişilik olan imparatorun elinde bulundurduğu “güç” ile en çılgın hareketlerin mihrakında yer alıp etrafının ikiyüzlülüklerini, onlardan daha kötü ve aşırı davranarak yine onlara aksettiren ve kendi trajedisini yine kendi imzalayan karakterin hikâyesidir.

Caligula sevgilisini kaybetmiştir, fakat bu sevgili aynı zamanda onun kardeşidir. Gayri ahlâkî olan bu ilişki bir yere kadar çevresinde de kabul görmüştür; ne de olsa o bir imparatordur ve sözünün üstüne söz söyleyebilecek kimse yoktur. İşte bu onu asıl azdıran şeydir. Bir nevi “güç zehirlenmesi” denen şeyi yaşamaktadır. O tanrıdan bile daha kudretli olduğuna inanmıştır. Mantığın ters işlemesine iyi bir örnek olan bu durum, onu daha da aşırı davranmaya iter. Dilediğini yapabilme salâhiyetinde olan Caligula, insanları keyfine göre idam ettirmek, onları makamlarına yakışmayacak işlere koşarak aşağılamak şeklinde hareketleriyle tahtının etrafındaki insanların düşmanlığını kazanır. Başta herkes onun melankoli hâline tutulduğunu zannetmiş ve gerçekten endişelenmişlerdir. Oysa başını alıp kırlara giden Caligula’nın derdi, ayın sahibi olabilmek, onu elleriyle kavrayabilmektir. (Ben göğü denize çalmak, çirkini güzele katmak, kederi neşe kılmak istiyorum…) Bir insanın asla bir ilâh olamayacağına en güzel örneklerden birini veren bu vakıa dizisi, “ben Tanrı’dan da kudretliyim” diyen birinin aczini fark edemeyişine misal teşkil ediyor. Ancak burada bir nüans vardır... Caligula bunları yaparken, kötü, en kötü olmak isterken, kötü olup da bunu itiraf etmeyen ve başka şeylerin arkasına saklananların maskesini düşürmek istemektedir.

Caligula ölümle gelen bir gerçeği fark eder; insanlar, hususiyetle “soylular”, başkalarına reva gördükleri şeylerden kendilerini “münezzeh” addetmektedirler. Caligula sırf bu yüzden onları tahkir eder. Aynı şeylerle ve kendi dil ve fiilleriyle kendilerini küçük düşürmelerini sağlar. İnsanlardan yapamayacakları şeyleri ister veya yaptıklarını beğenmeyerek yine de onları cezalandırır. Caligula etrafta dolaşarak çılgınlar gibi kötülük yapmak için sebeb aramaktadır. Babasını öldürttüğü Cherea bir sahnede bunu ona söyler, ondan nefret etmektedir, fakat ne babasını öldürttüğü için, ne de başka bir şey için; “sırf kötü olduğu için”… O, saf kötülüğün cisimleşmiş hâlidir. Ve her şeye kudretinin yettiğini söylerken haklı olduğu tek nokta, kendi trajedisini hazırlama inisiyatifi tamamen elindedir. Bu kaçınılmaz sona doğru gittiğini bildiği hâlde hiç sakınmadan bu oyunu oynamaya devam eder. Kendine düşman ettiği kişiler tarafından öldürülecektir ve bunu bilmektedir. İşte bu nokta da bir nevi ölümünün bile kendi elinde olduğunu imâ eden bir durum söz konusudur.

Soylular onun hışmından kurtulmak isterken artık suyuna gitmenin ve bir bakıma dalkavukluğa varan hâllerin içine düşerler. Ancak Caligula onlardan hep bir adım öndedir. Onlar ne kadar Caligula’nın hışmından kurtulmak için çabalarlarsa o da onları daha aşağı derecelere düşürmek için uğraşır. Caligula insanların gizli fiillerini ortaya çıkarmak derdindedir. Kendisine kötü yaftası yapıştıranları (ki bu kötü olmadığı mânâsına gelmiyor) kendi fiil ve sözleriyle yakalamanın tezgâhını kurar hemen her sahnede.

Varlıklı bütün soyluların mallarını büyük küçük demeden devlete bağışlamalarını ve evlatlarını mirastan mahrum bırakmalarını idarecilerinden birine buyurduğu bir sahnede, ardından bu soyluların sıra ile öldürülmesini söyler. Böylece miras davası güdülemeyecektir. Ve buna itiraz eder gibi olan idareciye şu cevabı verir: “Kim önce kim sonra öldürülecek, sırası hiç mühim değil esasında. Zira her idamın kıymeti aynıdır ve bu da demektir ki hiçbir idamın kıymeti yoktur. Hem suçlu arıyorsak, hepsi birbirinden suçlu bunların. Yurttaşların parasını cebinden çalmak, muhtaç oldukları yiyeceklere vergi üstüne vergi koyup işi dolandırmaktan daha erdemli bir davranıştır. Devlet idare etmek, malumunuz, çalmak demektir. Fakat asıl mesele neyi nasıl çaldığındır. Ben kendi payıma alenen çalmak taraftarıyım.”

Bu ifadeler batının devlet anlayışını ve devlet karşısında insanın durumunu en güzel izah eden sözlerdir. Zira devleti ilâhi bir varlığa hizmet için ve dolayısıyla cemiyet için var olduğunu görmeden erişilebilecek tek şey budur: İnsan öğüten bir makine, cihaz, âlet…

Caligula kedisine yapılan uyarılara kulak asmaz ve o nihai an geldiğinde ölümüne adım adım yürür. İlk aldığı darbede kahkahaları hıçkırığa dönüşür, darbeler birbiri ardına inmeye başladığındaysa ne yalvarır, ne de bir inilti duyulur ağzından... Son bir haykırış:

“Yaşıyorum hâlâ!”

Aylık Dergisi 153. Sayı, Haziran 2017