“Edebiyat dünyası” dediğimizde, politik yazılardan hikayelere, şiirden gazetelerdeki köşe yazılarına kadar uzanan ve sınırları bakış açınıza göre daralan-genişleyen bir saha canlanıyor gözümüzde. Esasında bu kaba tarif, günümüzde her şeyin iç içe geçmişliğine bir misal... Kültür, sanat, politika, ekonomi vs. her disiplinin, neredeyse her mefhumun aslından koparak, yahut geçerliliğini yitirerek bir başka ‘şey’e evrildiği, dönüştüğü; her mefhumun bir ‘neo’sunun, yahut ‘post’unun çıkageldiği bir çağ için bu karışıklık aslında tabiîdir. Thomas Paire’nin “dünyaya sil baştan başlamak elimizde. Şimdikine benzer bir durum Nuh döneminden bu yana hiç olmadı. Yeni bir dünyanın doğum günü hazırdadır.” Sözleri bu ‘karışık’ görünümün sebebini pek iyi izah eder. 

Önce bir ‘tanım’ getir, sonra onu ‘tanımla’, ardından, bu ‘tanım’ içerisine girmeyenleri değersizleştir ve nihayetinde her şey senin getirdiğin ‘tanım’ içerisinde değer bulsun.

Batı Kültürü’nün son iki yüzyıldır maharetli bir biçimde yaptığı-dayattığı, kabul ettirdiği her mefhumun, her alışkanlığın temelinde bu zaviyeden bir yaklaşım var. Elbette, Doğu toplumlarının son 200 yıldır gerçekten geri kalmış ve yobazlaşmış yahut yobaz bir hâle getirilmişliğini de inkâr edemeyiz bu hususta. 

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Bilgi ile kirlendik, yine bilgi ile temizleneceğiz” sözünü hatırlatalım ve bugün her çeşidi ile ‘piyasa’yı kuşatmış kitaplara değinelim.

Kitaplar… Maalesef günümüzde artık ‘okuyucu’ olmanın da bir ayrıcalık belirttiğini söyleyemeyiz;  çünkü , (yazının girişindeki sözlerimizi hatırlayın) bu darmadağınık zihin dünyamıza en iyi kitapların bile bir devâ getiremeyeceği aşikâr. İhtiyacımız olan şey ‘bilgi’ değil, bu bilgilerin hakikate göre tasnifi ve yerli yerinde kullanılışı-kullanmamız gerektiği değil mi? İyi-doğru-güzel tasnifinin olmadığı bir dünyada, bugün, artık ‘kitap okumanın yararları’ndan bahsedemiyoruz. “Bilgi çağı” denilen bu koşuşturmaca maratonu zihinleri çöp kutusuna çeviriverdi. La teşbih, Ay’ın ikiye yarılmasını “sihir bu” diye inkâr eden müşriklerin vaziyetine düşmektedir faydalı eserler karşısında kayıtsız kalan insanlar. Sadece bir insanı mankurt (iradesiz, köle) yapabilmek için kişinin başı kazınır, ıslak deve derisi sarılır ve böylece elleri, kolları bağlı olarak güneş altında bırakılırdı. Ve deve derisi kurudukça gerilirdi, gerilirdi, gerilirdi… Artık böyle bir zahmete girmiyor Batı Adamı ve yerli işbirlikçileri…

Bugünlerde doğan çocuk, kendisinden önceki çöplüğün, zihnî çöplüğün mirasını devralıyor ve bu akla-hayâle gelmez müzeyi bir sonraki kuşağa taşımak için büyüyor. Doğruların ve yanlışların, hakikatlerin ve tahrîfatların, rûhî kamaşma ürünü olan bir sürü deli saçmasının, modern yeniliklerin ve her gün edinilen alışkanlıkların kurallarının yazılı olduğu bu ‘müze’nin kitapları hepsi birbirine  katışmış-katıştırılmış vaziyette kaskatı durmaktadır. Her ne kadar ‘İsviçreli Bilim Adamları’, Beyaz Saray Sözcüsü ve Ana Haber Bültenlerimiz bu durumu her gün inkâr edip bir başka göz boyama oyunu sergiliyor olsalar da, böyle bir durumun varlığını kendisine ‘insan’ diyen hiç kimse reddedemez! 

Galiba bütün karmaşa, bir varoluş bilmecesi de bundan sonra başlıyor. Bu durumu böylece tespit eden, gören, duyan, hisseden herhangi birisinin, trafiğin ‘normal’ seyirde akıyor olmasına karşın duyduğu hayret… Her bir şeyin, kişiliğimizden, kimliğimizden, milliyetimizden ve hepsinden önce inancımızdan ayrı düşürüldüğü bu çağ, bu memleket bir yangın yeridir ve bunun en büyük müsebbibi yine bizim maalesef çöplüğe dönen zihinlerimizdir. Bugün herkesin her şeyi bildiği ve bilginin kasap tezgâhlarında etler gibi yığınla sergilendiği bu ortamdaki en mühim ihtiyaç, bu karmaşık bilgi yığınlarını tefrik edici-ayırt edici yazarlar, mütefekkirler ve münekkitlerdir. 

Aslı ile tehlikeli olan bu kadar kitap-bilgiye sahip olmak değil tabii ki; bu aziz hediyeler ile pis laboratuvarlarında zihnî frankeştaynlar üretip İnsan’ın temel dayanaklarını (inanç hürriyetini, inancını, ruhunu) örseleyen ve kamaşmış ruhlar ile bezeli “modern insan”ı biçimlendirmeleridir. Var olan zihnî karmaşa, dağınıklık ve çarpıklığın sebebi… Bugün bizi getirdikleri hâlin binbir türlüsünü yaşayan Amerika ve Batı Kültürü’nün de en büyük handikapıdır bu durum. Bugün memleketimizde ve dünyada yaşanan “şiddet”in, merhametsizliğin varacağı yeri gören Dostoyevski, Cinler isimli eserindeki kahramanı Şigalyev’e şu sözleri söyletmişti: “Sınırsız özgürlükten çıkarak sınırsız despotluğa vardım.”  

Bugün Tokyo’daki bir genç ile Sakarya’daki bir gencin, Rusya’daki bir genç ile New York’taki bir gencin kıyafetlerinin aynı olması “globalleşme” olarak değil, tek tipleştirme, köleleştirme olarak isimlendirilmeli ve kabul edilmeli. Bir yenilginin, yeniden savaşılması gerektiğinin bir kâbulü olarak algılanmalı bizce… 1934’te Nazi öğrencisi Herbert Gutjahr’ın 70 bin kişinin toplandığı Opera meydanında 20 bin kitabın yakılmasını başlatırken “Alman olmayan her şeyi ateşe atıyorum” deyişi bugün lanetlense de, vardığımız noktada bütün milletlerin aynı haykırışı dile getirmesinin vaktinin geldiğini hatırlatmıyor da değil... Zihnimizdeki çöplüklerin oluşturduğu metan gazlarının patlamasıdır sosyal hayatımızdaki bütün çarpıklıklar.

Bu yüzyılda Batı Kültürü’nün ve aklının bütün isteği, insanlığın din’i, inancı ortadan kaldıran yahut pasifize eden bir ütopya peşinde koşturmasıydı. İngiliz siyaset felsefecisi John Gray bu durumu şöyle ifade eder: “Son ikiyüzyılı biçimlendiren aydınlanma felsefelerinde, din insan yaşamının ikincil ya da türevsel bir yanıydı ve nedenleri ortadan kaldırıldığında ortadan kaybolacak ya da önemli olmaktan çıkacaktı. Yoksulluğun kökünün kazınması,  eğitimin yaygınlaşması, toplumsal eşitsizliğin üstesinden gelinmesi ve siyasal baskının geçmişte kalmasıyla birlikte dinin kişisel bir hobi olmaktan öte bir önemi olmayacaktı. Aydınlanma inancının bu düsturunun temelinde din ihtiyacının insana özgü olduğu gerçeğinin yadsınması yatmaktadır.”

İşte bu nereye varacağı bilinmeyen bağsız aklın gide gide duvara toslamasının resmidir.  Şigalyev’in söylediklerini tekrar hatırlayalım: “Sınırsız özgürlükten çıkarak sınırsız despotluğa vardım.” Allah inancının peşinde ömür boyu kıvranan, onu arayan Dostoyevski’nin Batı’nın  gerçek yüzünü resmedişidir bu söz.

“Her şey kitap okumakla olmaz” diyen kabalara değil gün içinde herhangi bir kitabı okumamış olmaktan sıkılan mizaçlara ihtiyacı var bu memleketin. Yönünü şaşırmış siyasetçilerin kör döğüşünü değil, Batı’nın ve Doğu’nun birikimlerini takip eden insanlara ihtiyacımız var. Konuşmayı alış-veriş aracı olarak değil, düşünmenin bir başka biçimi olarak gören insanlara ihtiyacımız var. Kendi örfünü, âdetini; bu âdetlerin kendi inancı içinde nasıl pekiştiğini irdeleyen, inceleyen ve yeni yüzyılın değişen şartlarında bunların nasıl olması gerektiğinin peşinde olan insanlara ihtiyacımız var. 

Yazımızı yine John Gray’in bir tesbiti ile bitirelim: “ Bugünün en elzem işi, dinin azımsanamaz gerçekliğini kabul etmektir.” 

John Gray – Kara Ayin (Apokaliptik din ve ütopyanın ölümü)/ Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2007
 
Baran Dergisi 375. Sayı