Beni bugün bir yere götürdü.
“Abi şöyle bir dolaşalım, ortalığı kolaçan edip gelelim!” dedi.

Düştük yola! “Şu köy, bu ev...” derken bir evin eşiğine dayandık. Biz varır varmaz pencereden bir siluet belirdi. Sanki bizi bekliyormuş gibi:

“Derviş sen misin?”
“Benim.”
“Yanındaki Kerim abi mi?”
Sorduğu sorunun cevabını beklemeden “Gelin gelin!” dedi.
İçeriye girdik!
Muhlis kara, kuru, zayıf, çelimsiz birisi.

“İnsanlar hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar, hiç yaşamamış gibi ölürler!” dedi. Bu sözler onun düşüncelerinin bir meyvesi miydi? Bunu bilmiyorum. Acaba bize karşı bir başkasının sözünü mü pazarlıyordu? Onu da bilmiyorum.

Konuştuğu her kelimenin özel bir anlamı var gibi.
Derviş ile öteden beri tanışıyorlar. Birinin anlattığı şeyin devamını diğeri tamamlıyor. Aynı anıları beraber yaşamışlar...

Bir gün Derviş ile yola çıkmışlar. Bir yere gidecekler. Yanlarında Derviş’in 4-5 yaşlarındaki kızı da var. Çocukcağız arabanın içinde uyuya kalmış. Bunlar hızla giderken önlerine bir tavşan çıkmış, biraz ilerideki çalılıkların arasında kaybolmuş...

Ama bu arada “Aaa Tavşan” deyişlerine kız uyanıvermiş. Basmış çığlığı.

“O tavşanı bende görecektim, nereye gitti?”
“Şuradan fırladı, şu tarafa gitti.” derken kızın feryatları hiç kesilmemiş. Derviş, kızı ve Muhlis orada öylece beklerken tavşan birden bire geri dönmüş. Onlara doğru yaklaşmış ve oturup kulaklarını gözlerinin önüne getirerek bir anlamda selam vermiş, el sallamış. Tekrar geriye dönüp gözden kaybolmuş.

“Gördün mü kızım tavşanı?”
“Gördüm babacığım.”
Muhlis, “Biz buna şahit olduk ya!” derken sanki bambaşka bir insandı...

Buna rağmen yanımdaki Derviş’e değil de bana değer veriyordu. “Bunu boşver...” deyişi bir yana, bana gösterdiği iltifat başkaydı. Sebebini düşündüm. Sonra buldum galiba. Onun yanında Derviş’in misafiriydim. Misafire iltifat ediyordu.
Duvarda eski bir resim asılıydı. Muhlis’in kendisinden genç...
İşaret ederek, “O kim?” dedim.
Biraz düşündü, “Babam” dedi.

Gittiği Adana-Antep taraflarında kaybolmuş. 30 -40 yıldır kendisinden haber alamamışlar...

Sözü Derviş aldı.
“Bir gün yola çıktım. Gidiyorum. İçimde bir sıkıntı var. Çatlayacağım. Ne yapsam boş. Bu hâli üzerimden atamıyorum. Bunun yanına geri döndüm. Şaşırdı kaldı.”
Muhlis tamamladı.
“Niye geri geldin dedim, sıkılmış.”
“Şimdi başlarım senin sıkıntına. Çay vereyim.
‘Yok.’
Su vereyim.

‘Yok, bana bir gilik şeker ver arkadaş.’ dedi. Kalktım şeker kutusunu elime aldım. Yanına gelip kapağını açtım. İşte o anda şeker kutusunun içine hapsolmuş bir kelebek pır diyerek uçtu gitti.”

Hayretle Derviş’e döndüm. “Senin içindeki sıkıntıya ne oldu?”
“Şekeri yedim, geçti gitti.” dedi.
Uzunca bir sohbetten sonra Muhlis’in yanından ayrıldık. O bizi kapıya kadar uğurladı eşiğine çöktü kaldı.
Biz bir hayli yol gittik. Derviş, “Benim bizi böyle ağırladıktan sonra uğurlayan dostlarım var Kerim abi.” dedi.
İşte o söz beni yedi bitirdi, aklımı yağmaladı gitti! Muhlis’in eşikteki hâli gözlerimin önüne geldi.
Öylece kapıda kalakalmıştı.
“Vesilelere yapışın, deniyor. Ölçü bu. Vesilelere yapışın, vesile vesile...” dedim.
Derviş’in yüzüne baktım. Sanki dalıp gitmişti. O taraklarda bezi yok gibiydi.
“Allah Allah!” dedim kendi kendime...
O bana bir şey demedi. Hâl dili ile konuştu galiba.

Acaba benim “vesile” sözlerimi duymuş muydu? Bunu bilmiyorum. Kendisine de sormadım. Daha doğrusu soramadım.
...
“Bizim kapısında uğurlayan dostlarımız var!”
Dönüşümüzü bekleyen!
Çıktığımız seferden zafer uman dostlarımız!
“Biz gayede de, hedefte de, sebepte de, neticede de, her şeyi kişinin kendi öz nefsiyle savaşında görürüz.” (1)
“Sıkıntı ve derecesi ne?”
“Ben de senin sıkıntından bittim!”
“Bulunduğun her hâl bir imtihan!”
-“Hâl dili ile ele!”

“Sen bir bardak suya muhtaçsın, o senden dağın altındaki çağlayanı istiyor! Toprağı yardın, çağlayanı buldun. O zaman yardım yaparlar!”

“Niye?”
“Çünkü çağlayanı buldun ya ondan sonra hep kendilerine aksın isterler!”
Mecburiyet dediğimiz şeyi kendimiz icat ediyoruz! Hakikatte hiç gereği olmayan şeyler -ihtiyaçlarımız- bize benimsetiliyor, ezberletiliyor! Ondan sonra bize ezberlettikleri şeyi elde etmek için elimizden gelen bütün gayreti gösteriyoruz.
Bunun için harcadığımız emek ve zaman bizim lehimize değil, aleyhimize işliyor.
“Niye?”

“Sana, sen farkında olmadan dayatılan şeyin peşinden gidiyorsun bir müddet. Onu elde ettiğin an, onun seni tatmin etmediğini anlıyorsun. Bu sefer başka hedefler empoze ediliyor. Beynimize, ruhumuza, kalbimize başka çiviler çakılıyor. İlerde bir gün onları söküp atsak bile onların pası, kiri, bütün lekesi üzerimizde kalıyor.

Bize istetilen şeyler yaratılış gayemize uygun değil. Yani bünye itibariyle bile kaldıramayacağımız şeyleri maddi olarak da yüklüyorlar. Bunlar, bana göre ev, sana göre başka bir şey, öbürüne göre para, pul, mal mülk.”
“İşin özüne gel!”
“Samimi değiliz!
“Niyet ne?”
“Laf olsun diye gayret ediyoruz.”

“İstikamet doğruysa haz alırsın! Yanlışsa, haz aldığımızı sandığımız şeyler bizi oyalar.”
“Mesela, bir hedefi istikameti yok ama, mutlu!”

“Neden? Çünkü çalışıyor, yemek yiyor, su içiyor, insanları seviyor, ibadet ediyor vesaire... Bunları elde ederken yaşadığı hâl mutluluk veriyor.”

“İstikamet yok!”
“Ne olacak? Bulunduğu mekanda çürüyüp kalacak. Öldü diyelim mezara koydular. Beden olduğu gibi duruyor mu? Eriyip gidiyor, toprak oluyor.”
“Ruh baki; ama onu neyle besledik? Beynimize, ruhumuza, kalbimize damıttığımız enerjiyi hangi istikamette sarf edeceğiz?”

İstikâmet yok! Varmış gibi davranıyoruz! Her gün beş vakit kıbleye yöneliyoruz. Kıble istikamettir! Her zaman bizi istikamete davet var aslında! Ezanla var, Kur’an ile var ama, görene, duyana bilene! Namaz kılıyorsun “Allah’ım sana teslim oldum!” diyorsun.

Allah senin içini dışını biliyor. Hissinin dışında bir şey varsa onu da biliyor. Neyi gizliyor, neyi saklıyorsun?
“Sen bilmezsin ben bilirim.” dediğin an, kendi putunu yontmaya ve bir müddet sonra ona secde etmeye başlıyorsun.
 
İnsanlar sana baktığı zaman azametini seyretmeli, gücünü görmeli, hep senden konuşmalı... Paran pulun, malın mülkün, katın yatın, araban, şuyun, buyun ile varsan, insanlar sana bunun için değer veriyorlarsa, bu hâlden sen de pek memnunsan, içine bir şekilde nüfuz etmiş put, zırha bürünüyor demektir. Sonra hırsın büyüdükçe putun kendini daha da sağlama alacaktır.

Sonra o içindeki asıl putu devirmek zor olur.
Kendi putunu inşa eden adam, bir müddet sonra bakıyor ki dünya sandığı gibi değil. Zaman aleyhine işliyor. Benim öbür tarafı da kurtarmam gerek diyor. Müslüman olduğu gerçeği kafasına bir şekilde dank ediyor.

Ölüm korkusu galip geliyor.
Allah’ın insanların kalbine, kalıbına ve ruhuna nakşettiği “hakikati arama, doğruyu bulma” melekesi var. Akıl bunu bulmaya ayarlı yaratılmış.
İşin doğrusu ne? Soracak.

Sorduğu soru, kendisinin aklına getirdiği şey değil. Kendisi istemese dahi aklına getirilen şeyler...

Bu soruların kafamızda uçuşmasını temin edecek bir sistem inşa edilmiş aklımıza... O sistem kendi kendine hep çalışır.

O sistemin sorduğu sorulara kendince “ben bilirim!” havasında cevaplar veriyorsan...

Yaptıkların seni kurtarmaz.
Ne yaparsan yap!
İstikametin yoksa batarsın.
İçindeki putu bunlarla cilalamış olursun.

Putunu cilalayan kimse gerçeğe teslim olsa ayıkacak! Bu sefer putlarını yıkmak zorunda kalacak... Eee, içindeki canavarı yenmek mümkün mü? O kadar emek sarf etmiş!
İşte hakikati bulupta ona teslim olmama hâli budur.

“İBDA’yı duydun mu?”
“Duydum.”
“Salih Mirzabeyoğlu’nu biliyor musun?
Neden yönünü dönüp bakmaya bile tenezzül etmiyorsun?
Bak, dinle, oku öğren istersen kabul etme. Söylediklerinin alternatifini bulduktan sonra karşı bile çık! Git başka yere!
Bunları geç, bir de öcü gibi görme ve gösterme hali neyin eseri?
Rahatını mı bozuyorlar?
Böyle böyle yolun sonunu nasıl bulacağız?”
“İBDA’dan başka doğru istikamet noktasında usûl beyan eden başka bir hareket yok.” dedi.
Var mı?
Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ben samimiyete aşığım ve onun hakikatine mensubum!” sözü içimde yankılanırken yanından ayrıldım.
 
1-Salih Mirzabeyoğlu/İbda Diyalektiği:189


Baran Dergisi 664. Sayı