Biz iktisad diyoruz, Batılılar ise ekonomi… Batı’dan gelen her şeyin kolaylıkla ülkemizde yayıldığı devrimizde, ekonomi kelimesi iktisadın yerini almış gibi duruyor. Ancak birbirlerinin karşılığı olarak kabul edilen bu iki tabir, aslında her kelimenin kendine ait ruhî/irfanî bir geçmişi olması dolayısıyla farklı mânâ ve hedeflerin sembolüdürler. Mesela bu cümlede ruhî/irfanî yerine çoğunluk tarafından “psikolojik/kültürel” tabirleri tercih edilecektir. Bazen bu şekildeki “anlamdaş” tabir edilen kelimeleri kullanmak zorunda kalsak da, bunların kendilerine has, hususi bir mânâyı temsil ettiklerinin şuurunda olmamız gerekir. Mânâ ve suret arasındaki münasebet zorunluluğunun, kelime tercihlerini de kapsadığı aşikâr... Yeni bir dünya görüşü teşkil edenler, esasında yeni bir dil oluşturucusudurlar; bir dünya görüşü, kemal iddiasında yeni bir dildir. O dünya görüşünün tesiri, bu dili ne kadar muhkem tesis edip edemediğiyle ortaya çıkar. Çünkü o, mânâların ve bunları temsil eden kelime remzlerinin birbiri ile ahenk ve elbette nisbet içinde olduğu “bütün bir dil” olmak zorundadır. Bu hakikate işaret maksadıyla geçen hafta hayatın tarifler üzerinden yürüdüğünü ve dilin de bir mânâ ve remz bütünlüğü olduğunu aktarmıştık. İbda Mimarı’nın gösterdiği üzere, Allah, bir kelime olan “kün” emri ile ve her tür cismanîlikten münezzeh bir surette bütün mahlûkatı yoktan varlığa çıkarmıştır.

Kelimelerin anlamlarının üzerinde bu kadar durmamız boşuna değil: Dil, kendilerine yüklü mânâların taşıyıcısı kelimelerin terkibi demek. Kendi adımıza, Tilki Günlüğü’nde lisanın “eşek” mânâsına gelişini şimdi daha iyi anlıyoruz. İmam-ı Gazali’nin her ilmin başına lügat ilmini koymasının sebebi budur. Dilin olmadığı yerde hiçbir insanî oluşun olamayacağı, insanı hayvandan ayıran en kesin vasfın dil kullanımı olduğu bir bedahet; aklı başında hiç kimse buna karşı çıkmıyor. Dilin içerisinde mesleğe, sosyal mevkie, yaşa, çevreye, vs. göre farklı dil alanları vardır ki, çoğu kişi bunun şuurunda dahi olmaz. Diğer taraftan, devrin insanlarının dünyaya bakışı değiştikçe bu alt-dillerin bağlı olduğu manevî dilde büyük değişimler oluşur. Bu kimi zaman kendiliğindendir, kimi zaman da bir dil yapıcısının eseridir. Aslında her şair, her romancı, her siyasetçi, hatta bir seyyar satıcı bile bilerek ya da bilmeyerek bu işin parçasıdır. Mesela Walter Porzig “Dil Denen Mucize” isimli eserinde, “argo”nun dildeki dönüşümün motoru olduğunu iddia etmektedir. İşte bir dilin şemsiyesi altında insanların birbirleri ile iletişim kurmalarını sağlayan, kelime ve seslerin üzerinde “ortak bir dil maneviyatına” sahib olmalarıdır. Bu hal, sıfatı ne olursa olsun o dili konuşan insanlara hâkimdir. Değilse, dil birliği kaybolmuş demektir. Ülkenin gidişatının kendi istedikleri cihette olmasını arzulayanlar, dilin imkânları içinde husule gelse bile onun da üstüne çıkan bu üst/şuurları tesbit edici dili oluşturmak durumundadırlar.

İster iktisad, ister siyaset, adı ne olursa olsun herhangi bir ilgi sahası, mânâ mihrakları yerli yerine oturtulmuş bir dünya görüşü/dil içerisinde yerini bulamazsa, son tahlilde kendi kendinden ibaret kalmaktadır. Bir ülkede düzen ve istikrarın temininin ve kendinden olanı toplayıcı, olmayanı dışlayıcı tutarlı bir sistemin inşâının yolu, “insanlara mal olmuş ortak bir dil-dünya görüşü” tesisinden geçmektedir. Yani bizim zaviyemizden iktisad veya başka bir meseleye giriş, ilk olarak o meselenin Mutlak Fikir’e muhatab “Tatbik Fikir-Vasıta Sistem” içindeki yerini tesbitle başlar. Bu da ancak tarifler ile mümkün olmaktadır. Hülasa, bir mevzuyu ele almak, bizim nazarımızda, dünya görüşünün mahiyetini teşkil eden Mutlak Fikir’e muhatab “tatbik fikir dili” ile irtibatlı, onu hem kendi sahasına uygulayıcı hem de diğer sahalarla münasebet noktalarını gösterici bir alt dil oluşturmak demektir. Üstteki dile nazaran usûl mevkiindeki bu alt dilin muhtevasının merkezî boğumlarının da o üst dil tarafından tayin olunması gerektiğini belirtelim.

Bir mutlak/üst varlık mevcudiyetinin, hangi inançta olunursa olunsun (spiritüalist ya da materyalist, putperest ya da muvahhid) lüzumu aşikâr; aksi takdirde “varlık” izahsız kaldığı gibi, aksiyomlar/mütearifelerle yürüyen bilim de dayanağından mahrum olur. Zihin, mutlağı mecburen kabul eder ama tasavvur edemez. Kabul eder, zira mutlak olmazsa, üzerine basma ihtiyacı duyduğu mekânı/mantığı kaybeder; düşünce sistematiği, muhakeme süreçleri felç olur. Mutlak reddedildiği halde bunlar olmuyor deniyorsa, doğrudur olmuyor; çünkü aslında mutlak ve ona istinad eden fikir mahiyet değiştiriyor ve zihin sürekli bir şeyleri mutlaklaştırıyor. Mesela kudreti sonsuz, ezelî ve ebedî tanrının yerini kudreti sonsuz, ezelî ve ebedî madde alıyor. Allah inancı olmayıp da maddenin bu “mutlak” vasıflarını tartışmayı “tabu” kabul edenler de “insanların mutluluğu, gelecek nesilleri bekleyen mutlu günler, hak, adalet” vb. mihraksız sıfatları ve çoğunlukla da kendi egolarını mutlaklaştırıyorlar. Esas olan mutlağın ne olduğu değil zaten, zihindeki kaçınılmaz mutlaklaştırma itiyadı; yoksa mutlak peşinde koşmak mukadder… Elbette hemen akabinde “madem mutlak olmazsa olmaz, o zaman mutlak olmaya ne layık?” sorusu gelmektedir. Bizim cevabımız, pasif bir mutlak değil, “Âmir/Emreden” Allah’tır. Aksi halde yine olmazsa olmaz Mutlak Fikir tecelli edemez. Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” konferansında söylediği “herkesin ‘mutlak’ı var, ama bizimki konuşuyor” cümlesi, meseleyi bir çırpıda özetlemektedir. “Mutlak Fikir gereklidir” mütearifesi, zihnin yoğunlaştığı her mevzuda derinleştikçe mihrakını kaybetmesini engelleyici, doğru-iyi ve elbette güzel sabitlerini belirleyici, kişiler üstü, müteâl ve değişmez bir zihin çıpasının zorunlu olduğunu ifade içindir. Mutlak Fikir’in olmadığı yerde teorik olarak ahlâkî “doğru-yanlış” miyarı olamayacağı gibi yine insanın niye var olduğu ve neye göre yaşaması gerektiğine dair teorik olarak insan sayısı kadar görüş ortaya çıkar. Bunun yerine ikame edilmeye çalışılan mutlaklaştırılmış bilim ise bir ahlâk vâz edemez. Ancak insanların yaşaması için düzen mecburi olduğundan, diğer görüşlerin bastırılması, tabuların oluşturulması ve despotizme ihtiyaç doğar. Bu despotizm aleni de olabilir, gizli de… Mutlak fikir olmadığında hem zihnî hem psikolojik muhakemenin istinadı kalmaz. Buna aklını yitirme veya sapıtma da diyebiliriz. Bu gün yine dünyada bu olmuyorsa, bütün aksi çabalara rağmen, Allah’ın içine yerleştirdiği ruhî sabitleri kullanarak insanın bir çeşit el yoklamasıyla uçurumdan düşmemeyi becermesidir; Allah’ın rahmetindendir. Mutlak fikir ihtiyacı bir bedahet olduğundan, onun yerine muhtelif görüşler mutlaklaştırılmaya ve insanlara dayatılmaya çalışılır. Ama bunlar “asla musallat sahteler” olduklarından, ömürleri en fazla bir-iki nesilden ibarettir. Kısacası, Mutlak Fikir, son tahlilde kendisine bir şekilde dayanmadan beşerî hiç bir çözümün üretilemeyeceği fikirdir. İbda Hikemiyatı’nın meşhur “peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” tesbiti, bütün beşeriyetin arka planında Mutlak Fikir’in olduğuna işarettir.

Allah’tan Resûlü vasıtasıyla gelen Mutlak Fikir değişmez, ancak ona muhatab fikir, özü aynı kalmak kaydıyla zamanın maksadına uygun olarak değişir. Mutlak Fikir’e muhatab fikir mihveri her daim var olmak durumundadır; bunun o devrin (kimi durumlarda da cüz olarak tüm devirlerin) ihtiyaçları ile Mutlak Fikir’i mükemmelen irtibatlandıran anlayış sistemine İslâm’a muhatab anlayış/Vasıta Sistem diyoruz. Vasıta sistem, ferdî-içtimaî her meselenin potansiyel çözümlerini içinde barındıran, dairesi tam, ancak “mutlak olmayan-beşerî olan” anlayış demektir; yani, Mutlak Fikir’e muhatab olan, insanoğlu ile Mutlak Fikir arasında “berzah fikir”... Fıkhî mezhebler, itikadî mezhebler, müesseseleşmiş tasavvuf, vasıta sistemlere örnektirler. Belli bir devre kadar bunlar zaman ve zemine göre hasbelkader düzeltmeler yapılarak gelmişlerdir.

Her yeni nesil, çevre ve zihin temelinde bir öncekinden farklıdır. Fay hatlarından açılmanın zamanla kapanma (veya başka bir deyişle kendini dengeleme) ihtiyacı duyması ve bunun da deprem biçiminde tezahür etmesi gibi, nesiller arasındaki farklılıklar, tariflerdeki mânâ kaymaları, bir zaman sonra mevcut anlayış sistemindeki düzeltmeler ile telafi edilemeyecek hale gelir ve tıpkı bir deprem tesiri yapacak yepyeni bir anlayışın zuhurunu gerektirir. Nesillerin ve elbette bunları ihata eden çevrenin manevî ve maddî yapısındaki değişimler ile “Mutlak”a muhatab anlayış mihveri arasındaki fark ne kadar büyükse, yeni gelecek anlayışın da o nisbette derin tesirli ve geniş çerçeveli olması icâb eder.

Hicri 10. Asırda İmam-ı Rabbani ile gelen İslâm’a muhatab son kâmil anlayıştan bu yana geçen sürede çevre şartlarının alt üst oluşu ve dünya çapında yeni bir muvazene ihtiyacı, Mutlak Fikir’e muhatab ve tüm insan meselelerini Mutlak Merkeze bağlayan bir daire gibi hiçbir açık nokta bırakmamış yeni bir İslâmî anlayışın doğuşunu zaruri kılmıştır. Aksi yok oluş olan bu doğuşun adı da BD-İbda anlayışıdır; son iki asırdır “dengesizlikte denge” sağlayan insanlığın Mutlak Fikir’e nisbetle tekrar dengesini temin edecek fikir mihrakı… İnancımız odur ki, bu fikir ortaya çıktığı anda zaten denge tekrar kurulmaya başlanmıştır. Bunun “baş gözümüzle” görülebilir hale gelmesi artık bir zaman meselesidir. 

Baran Dergisi 515. Sayı