Her şeyin alabildiğince karmaşık ve olabildiğince hızlı seyrettiği, umumiyetle egosantrizmden kaynaklanan bir kapalılıktan doğan bencilliğin verdiği umursamazlıkla çabuk ve anlık işlerden mutluluğu devşirmeye çalıştığımız bir devirdeyiz. Böyle olunca da, bugün bizim için değerli olan yahut gözüken bir yazı, eşya, hâdise veya benzeri her şey ertesi gün algı dünyamızdaki gerçekliğini yitiriyor ve bir daha hatırlanmayacak bir karanlığa gömülüyor. Bu iş, bu mesele esasında öyle çarçabuk gerçekleşiyor ki, nazarımızda değil bugün, bir kaç saat içerisinde dünyanın en makul ve güzeli sayılan herhangi bir şey bir de bakmışız yokluğun çölüne atılıvermiş; öyle bir yokluk ki, var olduğunu dahî hatırlamadığımız bir karanlık...

Hepimiz tavşan ile kaplumbağanın hikâyesini bilir ve her hatırlayışta dudaklarımızı büküp kaplumbağaya hak versek de, içten içe –aslında açıktan- mağlubiyetine rağmen yine de tavşanın yanındayız, onun gibi olmaya çalışıyoruz. En azından, içinde bulunduğumuz toplumun umûmî hâli bu!

Demek ki, bilgi, yani herhangi bir husus hakkındaki “bilgi” ile onun gerçekliğini idrak ederek amel etmek arasında derin bir fark var. Devrimizin “bilgi çağı” diye anılmasındaki kandırmacanın bütün numarası aslında -anlayabilen için- kaplumbağanın kendinden emin yürüyüşünde çatırdayıverir.

İnsanlık, bugünkü insanlık eğer “bilgi” denen mefhumu yani ilmi içselleştirebilmiş olabilseydi zannediyorum mutluluğun her an tüketilebilir bir şey olmadığını, daha ziyade onun bir süreklilik arz ettiğini anlayabilir ve kendini tatmin için bütün bir dünyayı kaostan ibaret bir manzaraya dönüştürmezdi. Bazen, bir şeyi anlamak için illâ o “şey”in bütün veçhelerini görmenize gerek yoktur; neticesine bakarak da o mevzu hakkında bir fikir edinebilirsiniz. Batı dünyasının bir hayat tarzı, kültürü olarak tüm milletlere nüfuz ettirebildiği şey, nefsin o doymak bilmez tarafını an be an sömürülmesi oldu; kapitalizma da buna derler zaten!

Böyle olunca da umûmî olarak dünya, husûsî olarak Türkiye’nin her meseledeki manzarası, bana göre, aşağı yukarı şu vaziyette:
Devamlı bir şekilde doygunluğunu, itminanını arayan, fakat her işinde ve hareketinde iştihası daha da kabaran, kabardıkça doymayan, bilakis, mevcut iştihasını da yine kendi ürettiği doymak bilmez hırsı ile besleyen insan siloları... Trafikten bunalmış, kalabalıktan bunalmış, ailesinden bunalmış, mesleğinden, hayatından, çocuğundan, devletten, milletten; hülâsa “hayat” denen o ilâhi kıvılcımın neş’esini kaybetmiş, aramaya takâti kalmamış, aramasını gerektiğini bile hatırlayamayacak derecede bir koşuşturma içerisine itilivermiş yüzleri solgun, kaşları çatık, hisleri donuk, kalbi pörsük milyonlarca insan; köylü köyünden, şehirli şehrinden bunalmış vaziyette. “Psikologların psikoloğa gitmesinin tabiî sayıldığı bu kültür vasatında” diye bir cümleye başlansa “gerisini yazmaya ne gerek var?” diye düşünüyor insan... 

Sebeb belli ve basit, çözümü ise ilâhi bir cilve olarak o basitlik içine sığdırılmış zorların zoru bir dava; bütün kalbleri tatmin hissinde birleştirecek bir şey, bir fikir, bir his! Ama nasıl? Ama nerede? Ama ney? Suâl ve cevapları ayrı bir bahis olmak üzere mevzumuza edebiyat tarafından bakarsak, bence, insanımızı bu yokluk çölünden çıkaracak nefha bulunsa bulunsa edebiyat sahasında bulunur derim.

Üstad Necip Fazıl “edebiyâtı olmayan bir millet”in “zatıyla da mevcut” olmayacağını söyler... Edebiyat ve Büyük Doğu İbda Fikriyatı’nın yenileştirerek vazettiği anlamda edebiyyât yani “mücerret ve müstakil idrak zemini”.

Neticede bütün gaye mutlu olmaksa, peki, mutlu olduğumuzda, gerçekten mutlu olup  olmadığımızı bilebileceğimiz dayanak noktamız nedir ki? “Mutluluk” dediğimizde kafamızda canlanan ve ulaşmak istediğimiz şey nedir ve nasıl tarif ederiz? İyi arabalara, yollara, kıyafetlere, binalara, yemeklere sahibiz; peki ya mutluluk? Ona sahip miyiz? Bütün bunlar bize mutluluk vermiyorsa yanlış giden bir şeyler yok mu? Bir şeyler yanlış gidiyorsa, bankadaki mevduatlarımızın eridiğini gördüğümüzde yaptığımız gibi niçin buna da müdahale edemiyoruz?

Çok mutlu pop starların yüzbirinci kattan aşağıya kendini bıraktıkları bir devirde, ekmek gibi, su gibi, aldığımız nefes gibi ihtiyacımız olana ulaşmak, yepyeni bir anlayışla keşfetmemiz gereken “mücerret ve müstakil idrak zemini”nin ne olduğunu bulmak ve bilmekle başlayacak!

Baran Dergisi 547. Sayı