Üretimticaretdağıtım ve tüketimithalat ve ihracattan oluşan ekonomi, ferd ve cemiyetin ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan her türlü faaliyeti içerir. Belli bir bölge içindeki ekonomik sistemden oluşur. Bu sistem o bölgedeki işgücünüsermayeyi, doğal kaynakları; üretim, ticaret ile dağıtımda rol alan ekonomik kuruluşları ve o bölgedeki mal ile hizmetlerin tüketimini içerir. Bir ekonomi teknolojik evrim, tarih ve sosyal organizasyon ile coğrafya, doğal kaynaklar, gelir ve ekoloji gibi ana faktörlerin birleşmesiyle oluşur.”

Geçen sayı verdiğimiz, yukarıya da bir tanesini daha eklediğimiz ekonomiye dair tariflerin ortak noktası, bir topluluğun varlığını idame için gerekli kaynakların ferdler arasında bölüşümünün tabii ya da gayritabii kaideleri ve bu kaidelerin incelenmesidir. Bu tarifin en iptidaisinden dahi olsa bir cemiyeti zaruri kıldığı açıktır. Bölüşümü belirleyen kaidelerin mevcudiyeti ise ekonomiyi o cemiyette uyulması gereken yürürlükteki müeyyideli kurallar demek olan hukuka bağımlı kılar. Kendi yorumumuz olarak ekleyeceğimiz husus ise, hukuka bağımlılığın, silsileten, ekonomiyi ahlâka bağlı bir şube yapacağıdır.

Batılıların ekonomi tarifleri, kendi tecrübelerine dayanmaktadır: Kaynakların bölüşümünde her ferdin azami haddi istemesini (buna hiç çalışmadan topluluğun üretiminden –her ne ise- en büyük hisseyi alma gayreti diyebiliriz) öngörür. Böylesi bir talebin ifâsına yol verilmesi halinde, içtimaî bir düzenin kurulamayacağı aşikâr olduğundan, bu yöndeki teşebbüsleri engelleyici tedbirlerin alınması onlara göre zorunludur. Yönetim ve ona bağlı hukukun kaynağı da işte bu tedbirlerdir. Tedbirler alınır, cemiyet bu tedbirleri aşar, yeni tedbirler alınır, vs. Elbette bu engellemenin herkese eşit uygulanmadığını söylemek lazım. Kuralı koyan, çoğu zaman kendine göre koymaktadır. Ferdlerin, bu gibi durumlarda cemiyet içinde kendi benzerleriyle ortak hareket etmesi ve yönetimi ve hukuku belirlemeye çalışması da mukadderdir. Zümrelerin oluşumu, sadece meşreb ve mizaç yakınlığı olan insanların birlikteliğinden değil, benzer hayat şartlarını sürmesinden de ileri gelir. Hayat şartlarının insanların kişiliklerinin, dünya görüşlerinin, hatta sanatlarının oluşumundaki belirleyiciliğini muhtelif topluluklarda görebiliriz. Avrupa’nın keskin sınırlarla belirlenmiş sınıf yapısı ve Fransız İhtilali’ne kadar bu sınıflar arası geçişlerin çetinliği, Avrupalı iktisatçıların ekonomi tariflerinde karşılığını bulmaktadır. Medeniyetlerin oluşumunda benzer çıkarları taşıyan kesimlerin mücadelesi önemlidir, ancak Avrupa tarihi bidayetinden itibaren bu mücadeleden ibaret olmuştur. 

Hukukun tarifi gereği arkasında bir gücün varlığını zorunlu kıldığını belirtmemiz lazım: Avrupa’da yönetimi elinde tutup kaynak bölüşümünü belirleyenler, hukuku da kendi menfaatleri istikametinde tanzime çalışmışlardır. Menfaatlerin aleyhine geliştiği kesimlerin bu yönlendirmeye direnecekleri aşikârdır. Üretim, paylaşım, tüketim, sermaye ve emek arasındaki münasebetler, Avrupa’da hiçbir zaman “Mutlak Fikir” kaynaklı bir ahlâka yaslanan hukuk tarafından belirlenmemiş, üstünlerin hukuku tarafından tayin olunmuştur. 18. Asırdan sonra Avrupa’da kural koyucular değişmiş, ancak bu kuralların tabiatı değişmemiştir. Toprak sahibi soylular ve dâhilî kavgalarında bu kesime karşı halkı kullanmak dışında onlarla müttefik olan ruhban zümresinin geri kalan sıradan insanlara bakışı birbirine çok yakındır. Bu Avrupa’da din, hayatı idame için uyulması zaruri ahlâkî kurallar vazeden bir manzume değil, gerektiğinde değiştirilebilecek ve cephe alınan her kesime karşı silah olarak kullanılabilecek bir alet mevkiindedir. Din, ruhban sınıfı tarafından, günümüzün moda tabiriyle söyleyecek olursak, “araçsallaştırılmıştır.” 18. Asrın Avrupalısının dine ters bakışını ya da Marks’ın “din, afyondur” sözünü bu tarihî arka planı anlamadan değerlendirmek doğru olmaz. Dini kullanmada, 19. Asrın kapitalistleri önceki devirlerin toprak sahiblerinden ve soylu sınıfından geri kalmamışlar, Kilise’yi zımnen kendilerine müttefik yapmışlardır. Avrupa tarihine yön veren bu zümreler arası mücadelenin dengelendiği nokta, ülkelerin o anki genel idarî ve ekonomik manzarasını teşkil etmekteydi. Batı kültürünün ekonomiye dair geliştirdiği tüm enstrümanların arkasında böyle bir geçmiş yatmaktadır. Haddi zatında hayatı maddî mücadeleden ibaret gören Batılı için her şey maddîdir; ruh da maddenin bir uzantısıdır. Bütün ekonomi tarif ve tahlillerinin ve akabinde getirilecek çözümlerin de insanları bu şekilde kabul eden materyalist bir bakışla yapılması lazımdır. Safi menfaat merkezli ve tüm kaynakları belli zümrelerin elinde tutmayı hedefleyen kapitalizmin Avrupa’da zuhur etmesi, son bin yıllık serüvenine baktığımızda bize hiç şaşırtıcı gelmiyor.

Baran Dergisi’nin ilk sayısı için kaleme aldığı yazısında Mevlüt Koç’un “kapitalizm”i tarif ettiği şu cümleler meseleyi aslında çok güzel özetliyor:

“Kendi çelişki ve problemlerini herkesin sorunuymuş gibi dünyanın üzerine boca ediyor. Bunun faturasını da çelişkisini perdelemek saikiyle sistemin dışında kalanlara çıkartıyor. Çok üretmemiz gerektiğini zira kalkınmanın, ilerlemenin üretimden geçtiğini söylüyor. Ama niye bu kadar çok üretmemiz gerektiğinin tutarlı bir izahı yok. Çok üretmemiz gerek derken, bir taraftan hisse senedi piyasasını, borsacılığı körüklüyor. Üretim ne kadar artarsa artsın, açlıktan, yoksulluktan ölen insan sayısı da o nispette artıyor. Tabiatı korumak, doğaya dönmek herkesin dilinde pelesenk ama tabiat artık kendini koruyor, dönülecek doğa da kalmadı. Tarımla, köylü nüfusu ile kalkınamayacağımız, kentlileşmemiz gerektiği hep vurgulanıyor fakat şehirler yaşanır olmaktan çıktı. İletişim, ulaşım imkânları had safhada, ne yazık ki gizlilik diye bir şey kalmadığı için, insanlar on saniyede iletebileceği bilgi deşifre olmasın diye 10.000 km. yol kat etmek zorunda. Sürekli özendirilen kaba hazcılık insanlara gösterilen tek hedef. Postmodernizm eseri mimari, insanî olmaktan çok uzak. Buralarda barınabilmek, yaşayabilmek için uzuvlarımız yetersiz. Bize ek uzuvlar gerekecek. (Mevlüt Koç, Baran Dergisi, sayı 1)

Batılıların hâkim ekonomi anlayışının ıskaladığı en önemli husus kanaatimizce, hukukun bir güce olduğu kadar, hatta daha fazla ahlâka dayanması gerektiğidir. Ahlâksız toplum olamaz; doğruluğu yanlışlığı ayrı konu... Doğruluk-yanlışlık meselesi İbda Hikemiyatı’nın en temel ilkesi olan Mutlak Fikrin gerekli oluşuyla alakalıdır. Zaten, “vicdana hitab eden ve gönüllü uyulan doğru ya da yanlış düşünüş, duyuş ve davranış kuralları”nın mevcudiyetinin zarureti de bu gerekliliği teyid etmektedir. Şu veya bu ahlâk, ama illa ahlâk… Bu olmadığında içtimaî düzenin KURULAMAYACAĞINI söylüyoruz. İçtimaî düzen, güven ve içten bağlılık ister. Bu cemiyetin geneline şamil olmayabilir, ancak cemiyeti oluşturan birimlerde zaruridir. Bu birimlerin kendi aralarında aynı dayanışmayı tesisi, bağlı oldukları kuralların etki sahasını genişletir. Geri kalanı ya kapsama alır ya da tasallut eder. Ekonomik sürecin cemiyetteki bu ahlâkî gelişim ile atbaşı gitmesi ise mukadderdir. İşte iktisadın “derinliğine ve genişliğine tüm insan meselelerini hasrı içine alan” 15. İslâm asrının fikir mihrakının hallini gaye edindiği ahlâk meselesi ile beraber en temel iki içtimaî konudan birisi olmasının kanaatimizce sebebi budur. Birbirlerinden ayrılamaz, ayrılmaya çalışıldığı zaman da içi boşalan bu iki mesele, İslâm muhatab anlayışta matematikteki üst üste binmiş kesişen kümeler gibidir; ahlâk, ahlâkın müeyyideli hali hukuk ve bu ikisinin içtimaî hayatta tezahür ettiği en önemli alan iktisad… Bunların arasında mutlaka bir dengenin oluşması gerekir.

Ekonomi anlayışlarının son tahlilde eşya ve hadiselere materyalist ve kibirli bir zihniyetle bakan bir mahiyet taşıması ve içtimaî düzeni buna göre tarif etmesi dolayısıyla Batılı sistem kurucuları, ahlâkı, asıl gayeleri açısından kullanışlı bir alet telakki etmektedirler. Yüceltme ve mitleştirme, insanların yönlendirilmesi için gerekli olduğundan, kendilerinin belirleyeceği bir inanış sisteminin lüzumu ortadadır. Düzenin idamesi ve içtimaî dengenin kendi lehlerine korunması için kadim putlaştırma yönteminin daha süslü bir halde sunulup kabul ettirilmesi şarttır. Bu kabullendirmede en kilit rolü ise, bilim adı altında modern ruhban sınıfı olan akademisyenler üstlenmişlerdir.

Son bir not olarak Batılıların ekonomiye bakışlarını yansıtan bir misal vermek istiyoruz: İncelediğimiz tariflerin hiçbirinde “denge”, “muvazene” gibi bir tabire rastlamamaktayız. Hâlbuki bütün şubeleriyle cemiyeti ayakta en hayatî nokta muvazenedir. Ancak muvazenenin prensip olarak benimsenmesi, suiistimali ve kaosu şiar edinmiş kapitalist zihniyete terstir.

Darwinizm aslında bütün Batının zihin dünyasına hâkimdir. İlk önce kendi kıtalarında suiistimali sonuna kadar tecrübe ettiler, akabinde kendi iç bünyelerinde dengeyi sağlamak adına bütün dünyayı dengesizleştirdiler.

Baran Dergisi 517. Sayı