Hükümetin “dershâneleri kapatacağız!” açıklamasının ardından dershâne mevzusu Türkiye gündemine geldi ve etrafında bir kamplaşma oldu. Çizgileri net bir kamplaşma olmasa da, bu durumu Müslümanlar açısından faydalı bulduğumuzu söyleyelim; çünkü kendisini “cemaat” ve “hizmet hareketi” diye niteleyip Hahamından Papazına kadar “hoşgörü” gösterenlerle, kendisini “İslâmcı çizgi”de niteleyip bir türlü İslâm’ın emrine-çizgisine gelmemekte ısrar edenlerin kamuoyu önünde hesaplaşmaları, vücudun tabiî olarak toksinleri atması gibi bir durumu hatırımıza getirdi.

“Dershâne” mevzuunun etrafında “eğitim ve öğretim” in bir mesele olarak gündeme gelmiş olması da ayrıca faydalıdır. Sûn’î gündemler içinde yıllar geçerken, konuşulması, mesele olarak görülmesi ve çarçabuk çözülmesi gereken problemlere odaklanılmıyor olmasını da hesaba katarsak, şu yahut bu sebeple gündeme gelmiş olması ve üzerinde tartışmalar yapılıyor olması da bizce bir kalite göstergesidir altını çizelim.

Gündeme baktığımızda ilk göze çarpanlar olarak söylersek bu tartışmanın iki yüzü var. Birincisi, hükümetin bir icraata kalkışırken eğitim mevzuundaki başarısızlıklarını gölgelemesi; ikincisi ise, “cemaat”in gerçek yüzünün bu dershaneler meselesi ile biraz daha aralanmış ve görünüyor olması. Nitekim haftalık Baran Dergisi bu mevzuyu 158. sayısında kapağına taşıyarak “Dershâne düştü, Cemaat Göründü” diyerek özetleyiverdi ekleyelim.

Bugün hâlâ John Dewey’in temellerini attığı, çizdiği ve sistematik olarak bizim gibi “Üçüncü Dünya Ülkeleri”ne dikte edilmiş bir eğitim sistemi ile çocuklarımızı yetiştirdiğimiz gerçeğini evvela hatırlayalım. Osmanlı’nın çöküş devri ile beraber içten içe çürüyen medreselerin yerini alan bugünkü eğitim sistemimiz, temelleri bir Batılı tarafından atılmış ve son yetmiş yıldır “Batıcı İnsan Tipi” yetiştiren, Doğu’yu-İslâm’ı belirli âdet ve göreneklerden ibaret gören bir tarzdadır. Batıcı adam tipini yetiştirirken de, bu topraklara nüfûz hususunda zorlanmamak için bahsettiğimiz “âdet ve görenek”leri bilhassa bu insan tipinin reflekslerine mezcederek-katıştırarak tam da istediği kıvamı yakalamıştır. Aksi hâlde, Gandi’nin İngiliz Eğitim Sistemi içerisinde yetişip İngiliz reflekslerini kendi memleketinde İngilizlere karşı kullanması ve onları Hindistan’da bozguna uğratması gibi bir hataya düşeceklerdi ki, bu açıdan Batılının hatalarından ders çıkararak geleceği inşâ ettiğini de bir ders olarak bu mevzuda görmekteyiz.

Batılı için, bize göre, bir mekândaki akustiğin keşfi gibi, durmadan çabalayan bir ahçının mayonezin tam kıvamını yakalaması gibi yakaladığı ve Batılı gibi düşünen ama kendisini çelmeyecek Doğulu reflekslerini ihtivâ eden adam tipi, yani en başta sömürülenler (Türkiye’de bu tipler genellikle kötü medya tarafından “başarılı insan” diye lanse edilir) kendi memleketlerindeki diğer insanların sömürülmesi için biçilmiş birer kaftan oldular, olmaya devam ediyorlar.

Böylelikle “diğer” sömürülenler, sömürgecilerin katil çizmesini değil, kendine benzeyen, dış görünüşte “kendi gibi” (Süleyman Demirel geldi bu esnada hatırımıza nedense?) ama kafa yapısı ile tamamen Batılı-Batıcı olanlar tarafından güdülür-güdülmektedirler. Aslında bu durum, eğitim başta olmak üzere memleketimizdeki her müessese için de böyledir.

“Mevcut Eğitim” dediğimizde müfredatından hademesine kadar uzanan listenin hangi yanından tutarsak tutalım, idrak kahramanı Nasreddin Hoca’ya atfedilen meşhur bir fıkradaki gibi, pisliğin “buna değmiş, buna değmemiş” tarzındaki tasnifine rast geliyoruz.  Bu misâlle beraber söyleyelim ki, eğitim mevzuu diğer bakanlık ve kurumların hâli göz önüne alınmadan ele alınırsa, karşımıza çıkan problemler her zaman lokal olarak gördüklerimiz ile sınırlı kalacaktır, ekleyelim.

“İnsan”ın merkeze alınmadığı ve her meselenin siyâsî çıkar yahut başka türlü çıkarların çarpışması ve örtüşmesinden kaynaklandığı memleketlerde sağlık hizmetleri, toplu taşıma hizmetleri ve bunun gibi birçok sosyal sahalar sadece günübirlik siyasetin kurbanıdırlar. Günübirlik siyasetin (“bir ideolojik temele dayanmayan”) hayat kaynağı esasında “Popüler Kültür”dür ve bu hâli ile bizim gibi sömürgelere dışarıdan bakan devletler için de bir eğlence kaynağıdır.

Kimse adını koymuyor ama “popüler kültür” diyerek bugün birilerini aşağılayıp ötekileştirilenler, bu sistemin alt katmanındaki (kendilerince) daha eziklerin içinde bulunduğu, yaşadıkları ise, ya kendilerinin yaşadığı ve idealize ettiği ne? Kadîm bir kültür mü? Demek ki, Popüler Kültür -zevkleri, hisleri, düşünceleri aynı standart insanı temin için oluşturulmuş yapı- esasında bizim gibi Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin insanları için tasarlanmış ideâl (!) bir yapı… Bu ifadeyi ilk defa ortaya atan Alfred Sauvy’nin kategorize edişi ile Ruhban, asiller ve köylüler saç ayağının “köylüler” kısmını oluşturan ve bizlere layık görülen yaşanılması gereken (!) hayat tarzı yani! Oysa bizim gibi ülkelerdeki trajik hâdise ise, Popüler Kültür’ün evvela biraz evvel bahsettiğimiz sömürgelerdeki ilk sömürülenlere zerk edilen ve tabiri câizse “önüne havuç uzatılmış merkep” gibi ilk önce onların peşinde koştukları, sonrasında ise, efendisi Batılı’nın himayesi altında memleketin diğer insanlarını bu koşuşturmaya dâhil ettiği bir tragedya değil midir? Demek ki, birilerini  “Popüler Kültür” diye ötekileştirenlerin, aslında azıcık bir zaman farkı ile Popüler Kültür’ün dibini yaşadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz… Azıcık kafamızı kaldırıp düşünürsek Kadîm Kültür’e gelince, Hazreti Âdem’den bu yana insanlığa her peygamber devrinde medeniyet hediye edenden daha kadîm olarak bize ne satabilir Batılı? Eğitim meselesi de, bu türlü hokkabazlıklar içerisinde diğer her meselemiz gibi güme getiriliyor hâlbuki!

İhraç demokrasilerde kalkınma planlarının genellikle beş yılda bir ve zaman zaman da daha kısa süreli olarak değişmesini de buna katın ve üstüne bir de her hükümet değiştiğinde bu planların değiştiğini de ekleyin; arada katledilenler, heba edilenler bu memleketin insanı, öğretmen ve öğrencilerimizdir, aileleridir, toplumumuzun belkemiğini oluşturanlardır.

Görüldüğü üzere, daha “Eğitimimizdeki sorunlar” diye ağzımızı açmadan evvel eğitim-öğretim ’in diğer karmaşık sorunlarımız ile alakasını, onların bu mevzu üzerindeki dahlini konuşurken buluveriyoruz kendimizi. Bu durum bize, temeli düzgün atılmamış bir yapının bazı katlarındaki problemlerini durmadan çözmeye çalışmanın kalıcı bir çözüm olmayacağı fikrine götürüyor; çünkü ne yaparsak yapalım bütün iyileştirmelerimizin neticesi çöken yapının enkazının tozu dumanı içerisinde kalacaktır. Kanserin bütün vücudunu neredeyse sardığı bir hastaya durmadan aspirin vererek iyileştirme çabası nerede görülmüş? Hastalığın bu ileri derece safhasında uygulanması gerekenler yerine geçici tedbirlere sarılmak ve bunlardan şifa ummak kolaycılık, bedavacılık ve günübirlik politika ürünüdür.

“Eğitim” diye tarif ettiğimiz mevcut sistemin vaz’ettiği düsturların belirli şablonlar içerisine sıkıştırılması, “eğitim”in talim ve terbiye’den uzak bir şekilde öğrencilere ezberlettirilmesi, defterdeki bilgilerle hayatın dinamik taraflarının çakışması öğrencilerin intibaksızlığına yol açmaktadır. Ayrıca bu meselenin sadece okullarda kapana kıstırılması gereken bir ucube gibi muamele görmesi, özellikle aile ve sosyal sahalarla desteklenmemesi de bu mevzudaki mühim tenakuzlardandır.

Bugünkü eğitim kurumlarının “çok renkli ve serbest” görünümü altında tek tip insan yetiştirmeye devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Gelinen nokta itibariyle diploması olan bir sürü insanın kayıtlarda istatistîkî bir done olarak yer alması da bu kadar fecaattan sonra sürpriz değil; yeter ki, öğrenci olanlar işsizlik rakamlarına dâhil edilmesin. Siyasetçilerinin boş mevzular etrafında didiştiği, köşe yazarlarının da bu itiş-kakışa dâhil olduğu bir zeminde, fizik profösörünün “Şu an sınırları belirlenmiş bilimsel metodlar-veriler dışında konuşmamız mümkün değildir; bunun dışında konuşursak bilimsel olmaz!” (Prof. Dr. Mustafa Erol, Habertürk, Öteki Gündem,10.11.2013) demesine ne demeli?

Lise öğrencilerinin birer “iddia” uzmanı kumarbaz, Üniversite öğrencilerinin ise bırakalım yeni keşif ve atılımlar içerisinde olmasını günün popüler kültürü-kültürsüzlüğü içerisinde savrulduğu, memlekete faydalı olmak yahut edebi kaygılar gütmek bir yana bütün gayelerinin iyi bir maaş veren herhangi bir kuruma kapak atarak istikballerini “kurtarmak” olduğu bir manzara içerisindeyiz. Elbette bu manzaradaki en masum kişilerin öğrenciler olduğuna da söyleyelim.

 

Hükümet Cephesi

İktidarının son on yılına bakıldığında AKP’nin her meselede yaptığını (üstünü cilalayarak asıl problemlerin gömülü kalması) eğitim meselesinde de uyguladığını görüyoruz. Tabii ki bu mevzuda birçok iyileştirmelere de imza attığını görmemek olmaz. Örneğin okullara ödenen ücretlerin düzeltilmesi; bu rakamların cüz’i miktarlara çekilmesi zaten üç kuruş ile geçinen insanımız açısından önemle karşılanmıştır. Bunun yanı sıra kesintisiz eğitimin kaldırılması gibi memlekete ve halkımıza büyük sıkıntı veren problemlere çözüm getirildi. Fakat bu “çözümler” palyatif olmaktan öte bir mânâ arz etmiyor; Çünkü, laik-Batıcı eğitimin omurgası üzerine bina edildiği için, fayda tahvil etmekten ziyade, mevcut düzensizliğe, kötülüğe adam yetiştirmeye dönüyor bu iyileştirmeler.

Bu işin hükümet cephesi etrafında konuşulması gereken en önemli husus bizce “28 Şubatçı güruhu” misal göstererek mevcut kötüye Müslümanları razı etmesi ve Müslümanların da bunu maalesef peşin bir kabulle içselleştirmeleri…

İktidarın dershane mevzusundaki tavrı doğrudur ve geç kalınmış bir karardır; şu da unutulmamalıdır ki eğitimdeki mevcut problemler, bugünkü sistemin kendisinin bir problem olmasından dolayı ortaya çıkmıştır ve dershanelerde bu sorunlara dahildir. Gelinen noktada geç kalınmış bir karar olarak kapatılması lüzumludur. Mevcut halleriyle faydalarından çok memleketimize zararı vardır. Hükümetin dershaneleri direkt kapatmaması, ayrıca istihdam sağlayarak yerine bir şey teklif etmesi de gayet yerindedir. 

 

Hizmet (!) Hareketi

Kamuoyunca “cemaat” olarak isimlendiren ve emekli vaiz Fetullah Gülen’in şifahen direktifleri ile hareket eden oluşum. Kendilerini “hizmet hareketi” olarak isimlendirmeleri gayet hoş ama ne’ye hizmet diye bir soru sorulduğunda söylenenlerle yapılanların uyuşmadığını görüyoruz.

Herkes ve her kurum bir kimseye, bir gayeye, bir ideale hizmet eder. Burada mühim olan “hizmetin” kimin faydasına, muradına uygun bir şekilde gerçekleştiğidir.

Şeytana hizmet eden bir kurum, bir şahıs da “ben hizmet hareketiyim” diyebilir. Bir şey, bir hareket, bir kurum yahut da bir siyasi parti söylemekle yahut yaptıklarını iyi bir söylemle sunmakla iyi bir şey yapıyor olmaz. Burada önemli olan yaptıklarının mahiyeti, amacı, ideali ve buna nisbetle yapabildikleridir.  Kendisini “hizmet hareketi” diye niteleyip ne’ye ve nasıl hizmet ettiğini açıklayamamak iki türlü yorumlanabilir. İlki, gerçekten neye hizmet ettiğini bilmeden hareket etmek… Bu kategoriye giren insanların birçoğu hüsnü zanla hareket eden ve belirli cemaat ve grupların içinde “safça hareket eden”  insanlar. Mesela falanca futbol kulübü taraftarlarının, kulüp başkanının uyuşturucu kaçakçısı olduğunu bilmeden, karda, yağmurda çamurda kulübe destek vermeleri, hizmet etmeleri gibi…

İkincisi ise, “hizmet hareketi” veya buna benzer bir isim altında uluslararası klik ve güçlerin emrinde, muradı doğrultusunda hareket ederken, bağlılarının pek azının bu durumdan haberdar olduğu ve birçoğunun da bundan haberdar olmadığı hareketler.

Elbette emekli vaiz Fetullah Gülen’in şifahen direktifleri ile hareket eden oluşumun hangi kısma girdiğini bilmiyoruz. Ama bu durumu elimizdeki donelerden yola çıkarak tespit etmeye çalışabilir bunun üzerine bir fikir edinebiliriz.

Dershanelerin, aralarında organik bir bağ olmasa da Fetullah Gülen’in tarafından yönlendirildiği ve onun çizgisinde hareket ettiklerini baz alarak söylersek, şu iki hususu hatırlatalım:

14 yıl önce meclise giren Merve Kavakçı’ya “biri buna haddini bildirsin!” diyen Ecevit için “Allah fırsat verirse ahirette şefaatçi olacağım” demesi ve Mavi Marmara’daki şehidler vesilesi ile “otoriteden (İsrail’den) izin alınmalıydı” demesi sanırız örnek olarak hem bu dünya ve hem de ahiret için yeterli olur. Dahası ve ötesini basından, çeşitli internet sitelerinden temin edebilir meraklıları.

Milletin ve memleketimizin başına “ılımlı İslâm” diye çorap örenlerin ve dershanelerde hizmet adı altında memleketin genç zihinlerini ifsad edenlerin, oraları adeta bir “ikna odaları” misyonuyla kullananların irapta mahalli yoktur, olmaması da lazımdır.     

Dershane meselesi ile gerçek yüzü biraz daha aralanan “ılımlı İslâmcıların” ne kadar Müslümanlara karşı yapılan her saldırıda “diyalog” tavsiye etmesine karşı bugün, dershanelerin-ticarethanelerin kapatılması mevzu bahis olunca diyalog canhıraş yerine bir şekilde bağırılıyor, “firavun” deniliyor, kampanyalar düzenleniyor; adama (!) demezler mi “hani bir yanağımıza tokat aşk edilince, diğer yanağımızı dönecektik?” Bu ne diyalog perhizi, bu nasıl lahana turşusu?

Star Gazetesinden Elif Çakır’ın dediği gibi: “El insaf… Ne oldu sağ duyuya? Hani hoşgörü vardı, diyalog vardı? Uzlaşma vardı, gönüller kırılmayacaktı?”

Ama tabiî 2,5 milyar TL’nin döndüğü bir pazar değil mi? Bunun yanında dershanelerden elde edilen gelirle kurulan bankalar ile yapılan tefeciliği nereye koymalı acaba?

Bu mevzuyu özetlersek cemaat adı altında Said Nursi hazretlerinin nurlu yolu kirletiliyor, ılımlı İslâm ile köle ticareti yapar gibi Batı ve Batı kültürüne ihraç maksatlı insan ticareti yapılıyor ve hepsi de “hizmet ayağına” yapılırken olan Müslüman Anadolu halkına oluyor, bizim insanımız sömürülüyor.

Elbette “zulümle payidar” olunamayacağı gibi İslâm’ı ılıman kalıplara bezemekle de payidar olunamaz; çünkü en büyük zulümlerden biriside Allah katında hak din olan İslâm’ı olduğundan başka türlü göstermeye yeltenmek değil midir?

  Samimileri her zaman ayrı olmakla birlikte söyleyelim ki “kişi sevdiği ile beraberdir.” Bu ölçüye binaen rahatça söyleyebiliriz ki haham seversen haham ile, papaz seversen papaz ile, İslâm büyüklerinden birisini seversen onunla haşr olursun.

Büyük Doğu-İBDA çizgisinde hareket eden cepheler bundan 20 yıl öncede bu “ılıman İslâm” tehlikesine dikkat çekiyordu, bugün de aynı çizgideler…

Bugün ister konjonktürel açıdan olsun, isterse siyasi ayrılık-çıkar sebebiyle olsun, bu, amaç olarak söylediğiyle vardığı, varmak istediği ile kıvrıldığı nokta itibari ile şer odaklarının elini kuvvetlendiren dershanelere bir “ayar verilmesi” lüzumludur.

Netice

Söylediklerimizi toparlarsak, ne dış cephesi cilalı, fakat içi laik-demokratik sistematiğin omurgası üzerine oturtulmuş Batıcı eğitimin üçüncü sınıf kopyası, ne de hesapta “İslâm’a hizmet”  adı altında ılıman İslâm soslu yine Batılı uydurması eğitim sistemi.

Ne olması, nasıl olması gerektiği de ayrı bir bahis olmak üzere yazımızı noktalayalım. 



Aylık Dergisi 111 Sayı (Aralık 2013)