Bediüzzaman Said-i Nursî’nin İşârâtü’l-İ’câz’da, Bakara Sûresi 7. âyet-i kerimesinin tefsiri esnasında serdet-tiği; “…kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkâk etmiş ise de, amelinin cezâsını çektikten sonra, ateş ile bir nev’i ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur.” cümlesi ile ilgili bir değerlendirmeyi, eser üzerine yazılan şerhi de dikkate alarak daha evvel sunmaya çalışmıştım. Mezkûr yazının neşredilmesinin ardından yapılan bir kısım geri dönüşlerde, benim Bediüzzaman’ın kastını anlamadığım ifade edildi ve benimle söz konusu cümlenin muhte-mel anlamları paylaşıldı. Geri aldığım bu cevaplar, Üstad’ın hakkına girmemek konusunda beni aynı mesele üzerine bir kez daha düşünmeye ve söz konusu ifadenin başka bir kastının, vurgusunun olup olmadığını sorgulamaya sevk etti.  Böyle bir durum söz konusu ise hem şahsım hem de evvelki yazının okuyucusu olan kimselerin bu durumu fark etmesi ve varsa bir hata bunun tashih edilmesini önemli gördüm. Bu sebeple işbu ikinci yazı ortaya çıktı.

 Gerçekten de ilgili cümlede, bazı karineler dikkate alındığında merhum müellifin kastı zahirî mânâ; yani kâfirlerin cehennem azabından bir tahfifi olmadığı söz konusu olabilir miydi?

Bu konuda anlamı açıcı ilk izah olarak, Muhammed el-Kersî’nin Arabî İşârâtü’l-İ’câz Meâl ve Şerhi isimli eserindeki açıklamalarını dikkate sunmuş ve onun, Üstad’ın kastının Eşarî kelâmcılar gibi amelî ceza ile imanî ceza arasındaki ayrım olduğunu vurguladığını aktarmıştım. Bu izah ne yazık ki söz konusu satırlardaki müşkülü aşacak mahiyette değildi ve daha evvelki yazıda birçok açıdan ele aldığımız için burada aynı hususları tekrar paylaşmaya gerek görmüyorum.

Bediüzzaman’ın ifadelerini herhangi bir tashihe gitmeksizin, olduğu gibi anlamamıza ve bunu sorunsuz ka-bul etmemize vesile olacak diğer bir izah belki, “ülfet” ve “azade” kavramlarının, Said-i Nursî’nin ıstılahındaki an-lam sınırını doğru tespit etmekle mümkün olabilir. Nitekim bizim, cümlenin zahirî mânâsındaki müşkül olarak belirttiğimiz husus, kâfirlerin kuracağı “ülfet” ile azabın şiddetinden “azade” olacağı idi.

İşârâtü’l-İ’câz’daki vurgunun, azabın şiddetinde bir tahfiften ziyade azaba maruz kalanın ahvalindeki deği-şime işaret etmesi, cümlenin zahirine bakıldığında mümkündür.  Çünkü Üstad “azabın hafifleticeğini” değil, kâfirin bu azaba kuracağı ülfet ile tabir-i caizse bir “azade oluş” keyfiyeti yaşayacağını dile getirmiş görünmektedir. Hâlbuki kâfirin kendi hissinde cereyan eden bu müşahedenin, azabın şiddetindeki bir tahfif ile alâkası olmamakta ve dolayı-sıyla da; “Bunlar ahireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendileri-ne bir yerden yardım da gelmez.”(1) meâlindeki âyet-i kerime ile de herhangi bir tearuz oluşturmamaktadır.

Bediüzzaman’ın ıstılahına ve konunun siyak-sibakına sadık kalındığında, onun böyle bir vurgusu olduğunu tespit ve iddia etmek, anlamı bu yöne hamletmek gerçekten makul ve mümkün müdür? Bizce değildir. Böyle bir mânâya yönelmek zahiren meseleyi kurtarıcı gibi görünse bile hakikatte herhangi bir müşkülü çözecek nitelikte değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın vaidi olan; “kâfirlerden azabın hafifletilmeyeceği” buyruğundaki “azab”ı kişinin duyumsayacağı acıdan, “azaba vesile olacak âlete” çevirmek son derece hatalıdır. Böyle bir mânâya yöneldiğimizde, “azâbın şiddeti” ile “azâb” arasında herhangi bir organik ilişki kalmamakta, dolayısıyla kişinin/kâfirin cezasını çek-mek için belli bir şiddetteki azâba muhatap olması da anlamsızlaşmaktadır. Hâlbuki cehennem ahvâlini tasvir eden nassların azâba müstehak olanların, müstehak oldukları azabın şiddet yönünden farklı olduğuna yapılan vurgular, onların duyumsayacağı his ile müsavi bir vurguya işaret etmektedir.

Kâfirin müstehak olduğu azâb ile bir şekilde ülfet kurup “azâbın şiddeti” aynı ölçüde kaldığı halde kendisinin bu şiddetin vereceği azâb hissinden “azade” olduğunu düşünmek, azâbın şiddeti aynı kalsa bile neticede bir tahfife delâlet etmektedir. Dolayısıyla aynı sûrenin 86. âyet-i kerimesindeki “hafifletilmez” vurgusu ve tehdidi anlamsız-laşmış olmaktadır. Eğer azabın şiddeti aynı kaldığı halde kâfirlerin azaba ülfetle hislerinde bir azadelik peyda olacak olsaydı, bu durumun bir tehdit olmaktan öte bir müjde olduğu da aşikâr olurdu. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’in defaatle gerçekleştirdiği, kâfirlerin hiçbir yol ve yöntem ile azabın şiddetinden azade olamayacakları yönündeki hâkim vur-gusu ve tehdidi, böylesi bir kabulle abes hale gelir ve teslim edileceği üzere bu bağlamdaki tüm ilahî buyruklar an-lamsız olurdu.

Söz konusu tefsirin işarî bir nitelik taşıdığı ve dolayısıyla bu gibi atıfların zahirî ölçülerden ziyade batınî ka-bullere yakın olarak değerlendirilmesi, bu cihetle mezkûr beyanın “Merhametim gazabımı aşmıştır.” hadis-i kudsîsindeki müjde ile birlikte düşünülmesi gerektiği öne sürülebilir. Bu durumda hem azâbın şiddetinde herhangi bir tahfife gidilmediği için kelâm-ı ilahînin hak olmasına halel gelmediği, aynı zamanda kişinin ülfet ile hissî olarak şiddetlerden azade olmasının da hadis-i kudsî ile muvafık olduğu konuyu birleştirici bir izah olarak yorumlanabilir. Fakat bu izah sadece “azabın hafifletilmeyeceği” yönündeki tehdit-i ilahî ile ilgili hususu aşacak olsa da âyetin devamında beyan buyrulan, “kendilerine bir yerden yardım da gelmez” tehdidi ile uyumlu olmama durumunu sür-dürecektir. Çünkü hangi sebepten olursa olsun, kâfire bir ilahî yardım yani nusrette bulunulursa bu durum hem daha evvel işaret edildiği gibi söz konusu tehdidin boşa düşmesine, hem de kelâm-ı ilahînin hak oluşuna aykırı olacaktır.

Aynı bağlamda, Allah Teâlâ’nın vaidinden dönebileceği ve fakat vaadinden dönmeyeceği ilkesini ileri sür-mek ve konuya birde bu yönden bakmak gerektiği düşünülebilir. Fakat bu ilkenin mü’minlere yönelik vaad ve vaid-lere yönelik olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Öte türlü bir yorumda cezalar tümü ile tahfif edilebilir hâle gelecek ve bu nedenle imtihan âlemi topyekûn anlamsızlaşacaktır.

Konunun tasavvufî mânâ dünyasındaki izini sürmek ayrı bir yazıda söz konusu olabilir; fakat burada bir baş-ka önemli sualin cevabını bulmaya çalışmamızın faydalı olacağını belirtebiliriz.

Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’câz’ı yazdırıp daha sonra onu görme ve tetkik etme imkânından mahrum olmamış-tır. Hatta malûm olduğu üzere, eserin bizzat kardeşi tarafından gerçekleştirilen tercümesini de görmüş ve dinlemiştir. Peki ahirete irtihaline kadar geçen süreçte üzerinde durduğumuz hususa açıktan ya da dolaylı olarak hiç temas etmiş midir? Bu sual gerçekten önemlidir; çünkü Bediüzzaman’ın kendi ifadesini tashih ettiği vaki ise zaten daha fazla kelâma hacet kalmayacaktır. Öte yandan ne pahasına olursa olsun Bediüzzaman’ın eksik ya da hatalı bir sözünün ol(a)mayacağı gibi -teoride olmasa da pratikte- aşırı bir kanaate sahip olanların çıkışları da bizzat merhumun beya-nıyla anlamsızlaşacaktır.

Üzerinde durduğumuz âyet ya da satırlarla ilgili olarak Bediüzzaman’ın herhangi bir açık ifadesini tespit etme imkânımız olmadı; fakat İşârâtü’l-İ’câz’ın Türkçe tercümesinin başına iliştirilmek üzere yazdığı/yazdırdığı yazıda yer alan bir kısım ifadeler dolaylı yoldan da olsa Bediüzzaman’ın söz konusu satırları ve bunun benzeri noksanları kabul ettiğini ortaya koymaktadır. O, evvela söz konusu izahın anlaşılmayacağını fark etmiş olarak;

“Bu harika tefsirde, münafıklar hakkında olan on iki âyet ile muannid kâfirler için olan iki âyetin izahat ve tafsilâtının içinde çok münasebât-ı belâgatı çoklar anlamayacak ve istifade etmeyecek ehemmiyetsiz nüktelerinin sırrı ve diğer âyetlerdeki tahkike ve izaha muhalif olarak mahiyet-i küfriyenin tafsilâtına ve ehl-i nifakın temessük ettikleri şübhelerine pek az temas edilmesinin hikmeti ve yalnız elfâz-ı Kur’âniyenin ince işârât ve delâletlerinin ehemmiyetle beyân edilmesinin sebebi üç nüktedir…”(2) cümleleriyle peşinen bir tespit ve teslimde bulunur.

Bizce kâfirler hakkında olup anlaşılmayacağını kendisinin de fark ettiği iki âyetten bir tanesi üzerinde durdu-ğumuz âyet-i kerime ve mezkûr izahâtıdır. Her ne kadar bu satırlardan Bediüzzaman, anlaşılmayacağını kabul ettiği iki âyeti dile getirse de bunun sebebini “münasebât-ı belâgatın çokluğu” olarak sunmuş gibi durmakta ve âdeta ilgili âyetteki söz konusu satırlarda bir noksan olmadığını, yeniden okuduğu ve elden geçirdiği için rahatlıkla ifade etmek-te gibidir. Hâlbuki Bediüzzaman’ın İşârâtü’l-İ’câz ve bilhassa kendisinin de işaret ettiği anlaşılması müphem nok-talarla ilgili son sözü mutlak bir savunu değildir. Said-i Nursî, ilerleyen satırlarda bu hususu şu sözlerle dile getir-mektedir:

“… acz ve kusurumla beraber; Kur’ân’ın bazı hakikatlarıyla, nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-ı Umûmînin patlamasıyla Erzurum’un, Pasinler’in dağ ve dere-lerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hâllerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, mürâcaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünûhât-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünûhâtım eğer tef-sirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir.”(3)

Söz konusu satırları Bediüzzaman’ın tevazusuna hamletmenin, “tevazua niyet onu ifsad eder” kanaatindeki bir kimsenin sahte tevazuunu iddia etmek türünden ciddi tearuz arz edeceği gibi yine Bediüzzaman’ın açık ifadeleriy-le de tenakuz durumuna düşecektir. Nitekim o ilgili cümlelerinin ardından şu satırlarla İşârâtü’l-İ’câz’daki kendisi-nin de işaret ettiği kritik noktalara dair bizce nihaî değerlendirmesini sunar:

“Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harbde, büyük bir ihlâs ile, şehidler arasında yazılıp giydi-rilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin ve elbiselerinin tebdiline cevâz verilmediği gibi) cevâz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü, o zaman ki ihlas ve hulûsu şimdi bulamıyorum.”(4)

Serdedilen ifadeler dikkat-i nazara alındığında, Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz’ın hatadan hâlî olmadığını açık-ça beyan etmekte ve bunun farkında olduğunu dile getirmektedir. Fakat edebî bir izah ile halis niyetli fiilden neşet eden bir hatanın, halisâne söylenmeyen doğrulardan ehven olduğunu ikrar ederek, sevabı ve güzelliği sözün doğrulu-ğunda değil, söze vesile olan halislik hâlinde ummakta ve bu nedenle o hâl üzere bırakmaktadır. Allah Teâlâ umduk-larına nail eylesin.

Dipnotlar

1-Bakara, 2/86.

2-Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz fî Mezânni’l-İcâz, (çev. Abdulmecid Nursî), s. 82.

3-Said Nursî, a.g.e., s. 90.

4-Said Nursî, a.g.e., s. 90.

Aylık Dergisi 181. Sayı Ekim 2019