Belleville Bulvarı’nda (Paris, 1918)’de bir kadın, Arnavut kaldırımlı köşe başında şarkısını söyleyedursun...

Paris sokaklarının portresi aynen şöyledir: “Öyle sokaklar var ki, şerefsizlikle damgalanan bir insan kadar haysiyetleri kırıktır. Sonra kibar sokaklar, sadece namuslu sokaklar, ahlâkî durumu hakkında halkın henüz fikir sahibi olmadığı genç sokaklar, en kart dullardan daha geçkin sokaklar, itibarı yerinde sokaklar, daima temiz sokaklar, daima kirli sokaklar; işçi, hamarat, bezirgân sokaklar...” Acep birazdan soluk bulacak şeyler bu sokakların hangisinde yaşanmıştır?

Etrafta daha yeni yeni koşmaya başlamış, haylazlığın sırrına ermeye çalışan çocuklar, işportacılar, zerzevatçılar ve Fransız cemiyetinden çeşit çeşit insanlar. Kimi art niyetli, kimi hâlis... İkisi erkek üç çocuk, bir dükkânın merdivenlerinde gevezelik yapıyordu. Küçük mekânın sahibi, orta yaşlarda bir herif sağ ayağıyla, belki de “Ver yansın!” diyerek yapıştırdı erkek çocuklardan birinin sırtına tekmeyi! Zaten dağınık oturan çocuklar çil yavrusu gibi dağılıverdiler. Erkek çocuklar arkasına bile bakmadan gittiler... Gidecekleri bir yerleri vardı. Minimini kız çocuğu ise dükkânın az ötesine gidip ağlamaya koyuldu. Tüm bunlara şahit olan zarif, orta yaşlı, siyah redingotlu, şapkalı zarif bir madam hıçkırarak gözyaşı döken elma yanaklı kızcağızın yanına gitti; “Burada ne yapıyorsun? Anan-baban yok mu?” diye sorar sormaz, ufaklık kirli parmaklarıyla Arnavut kaldırımında şarkı söyleyen kadını işaret etti. Otuzundaki şarkıcı, “Nereye gitsem yanımda taşıyorum, sanki bir zincirmiş gibi, büyük acımı!” sözlerini gayet kafiyeli bir şekilde okuyordu ki, çocuğu alıp kendisinin karşısına dikilen matmazelin gazabına uğradı! Allı pullu, hafif makyajlı bu güzide sesli şarkıcı araba farı görmüş tavşan misali kalakaldı! Matmazel ise çocuğu göstererek, “Eğer annesiyseniz, asılmak için bir ipi bile hak etmiyorsunuz!” diyerek hâdise mahallinden uzaklaştı. Belki bu kadar sunturlu konuşmasa iyiydi amma olan olmuştu. Anne ile kız çocuğu yine baş başa kalmıştı. Şarkı söylemek için başka yere gitmek lâzımdı... Yaşananlar sıradışı değildi; tabiî öyle kolay unutulacak bir şey de denemez. Küçük çocuğun akıbetine dair ipuçları burada... Bahis ettiğimiz “Serçe”, anasının yolundan giderek tarihin “efsane” olarak hatırlayacağı bir figür olacaktı!

Anne’nin (Anetta Maillard) sesi güzeldi, çocuğunun babası askerdi ve çocuğuna yalnız bakması gerekiyordu. Vurdumduymazlığı ve hoyratlığı yüzünden küçük kızı türlü hastalıkların pençesinde kıvranıyordu. Tâ ki baba gelip acınacak hâli görene kadar. Baba (Louis Gassion) da ufaklığa bakamadı; onu annesinin taşradaki genelevine bıraktı. Kaldırım Serçesi’ne orospular baktı. Onu evlatları gibi sahiplendiler. Yaratan, genelevdeki kadınlara bir lütuf olarak günahsız kız çocuğunu gönderdi. Bu herkes için “iyi bir şeyler” yapma fırsatıydı. Onu yıkadılar, giydirdiler, yedirdiler, gezdirdiler, birlikte şarkı söylediler; hatta okuma yazmayı bile söktürdüler... Edith’in derin mahzunluğu, genelevdeki kadınlara öyle bir tesir etti ki, bazısı daha fazla o kirli işi yapamayacağını ilân etti. Her şeye rağmen müspet şeyler yaşanıyordu, Louis geri dönüp kızını zorla Paris’e götürene kadar. Babalık, esnek bir vücuda sahipti, askerlik yapmadan evvel sirklerde çalışmıştı. Kaderi tarafından bir oraya bir buraya savrulan Edith’in bu tür meziyetleri yoktu. Tek bir meziyeti vardı, onun da hokkabazlıkla, cambazlıkla bir alâkası yoktu!

Edith Piaf yirmi yaşına kadar kaldırımlarda şarkı söyledi, bazen Parislilerin pervasız laubali sözlerini işitti, bazen de yere-göğe sığmayan iltifatlarını... Louis Leplee (1935) isimli kalantor sayılabilecek, gazino sahibi bir adam, sokağın köşesinden yankılanan güzide bir ses işitti. Arabasını park ettikten sonra o güzel şarkıyı yakından dinlemek için Edith’in yanına gitti; adeta bir kâşif edasıyla...  Edith’e “Piaf” yani “Serçe” lâkabını da bu adam takmıştı ve yıldızını gördüğü ilk an aklına şu üç kelime gelmişti, “İşte işlenmemiş elmas!”

Bu tevafuktan sonra Edith Piaf’ın hayatı tamamıyla değişti. Şöhreti önce gazinoda, sonra sokaklarda ve daha sonra tüm şehirde yayılmıştır. La Môme’nin (çocuk) hayatı ummadığı yerlere gelmiştir; fakat bu muzip genç kızın argo ve hazır cevaplı olması her zaman başına belâ olmuştur. O yaşlarda “delikanlı” diyebileceğimiz Edith şöhreti kaldıramadı, patavatsız ve sokakları benimsemişti. İçip içip her yerde şarkı söyler, estiği gibi yaşardı. Bahsettiklerimiz daha hiçbir şeydi, onun şanı bulunduğu kıtayı aşacaktı... Louis’in esrarengiz bir şekilde öldürülmesinden sonra mavi gözlü, güzide sesli solistimiz birçok kötü sözle karşı karşıya kalacaktı. “Orospu”, “katil”, “hırsız” ve sair hakaretler olur olmadık kulaklarında bitiyordu.

Hakikaten bir adam yahut bir kadın, öyle bir karşımıza çıkar ki, hayatımız bir anda değişiverir. Kahramanımız mı yoksa Azrailimiz mi olacak anlayamayız. Edith’in de karşısına Raymond Asso denilen bir adam çıktı. Kaderinin yükü altında buruşmuş bu kadın zor da olsa kendini bu adamın kollarına bıraktı, erkeği tarafından eğitildi, telaffuz ve sahne dersleri aldı. Hatta Raymond bir keresinde, “Hayat yok sende, boksör gibisin, yetenekli ama sokak kavgalarıyla yetinen... Sahne bir bütündür, her şeyinle dikkat çekmelisin!” demiştir.

Edith sadece bir erkeği sevmedi, Raymond ile tanışmadan evvel de birine inanmıştı. Ayda birkaç kez görebildiği Marcelle isimli bebeği iki yaşında menenjitten ölmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Amerika’da sahne alan Piaf bir yandan da dönemin ehemmiyetli boksörlerinden Marcel Cerdan ile aşk yaşıyordu. Hatta hayatının aşkı bu adamdı diyebiliriz. 

New York’ta bir turne için bulunan Piaf, Marcel’i yanına gelmesi için ikna etmiştir, Cerdan, Paris’ten New York’a hareket eden uçağa binmiştir. Air France uçak kazasında otuz yedi yolcu, on bir mürettebat bulunuyordu, hepsi öldü. Edith ruhî bunalıma girdi, birçok hastalık da peşinde geldi, evvelinde trafik kazası geçirip omuriliğinden hasar almıştı zaten. Piaf, karaciğerindeki hastalık sebebiyle öldü. Charles Aznavour’u o meşhur etti. 10 Ekim 1963’te Paris’in ünlü Pere Lachaise Mezarlığı’nda yüzbinlerce insanın katıldığı bir cenaze töreniyle defnedildiğinde Charles da oradaydı ve şöyle demişti: “II. Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından gerçekleşen kutlamalardan sonra yaşanan en büyük kalabalık!” Kaldırım Serçesi’nin hayatı bir şarkıydı, başladı ve bitti. Hâlâ mırıldananları duyabiliyoruz.

Aylık Dergisi 184. Sayı Ocak 2020