İnsanoğlu “acz” kelimesinden bihaber nefes alıp duruyor. Bu çağın insanı diğer canlılardan çok daha aciz doğduğunu bilmiyor. Bir dakika nefes alamasa öleceği, birkaç gün su içmese yaşamayacağı aklına gelmiyor. Aczin kelime haznemizde yeri yok.

Kimi zaman kitap okumalarım sırasında bende uyanan fikir ve hisler, kimi zaman daha önceki okumalarımdan veya yaşadığım hadiseler neticesinde tezahür eden bir şuur pıhtılaşması, kimi zaman ise menfi veya müsbet medyada okuduklarım ve gördüklerimden etkilendiklerime cevap vermek arzusu… Evet, notlarımla zikrettiğim hadiseler yumağının “ben” merkezinden yansımaları.

***

BİR ŞİİR VESİLESİYLE…

“Seçkin

Bir kimse değilim

İsmimin baş harfleri acz tutuyor

Bağışlamanı dilerim

Sana zorsa bırak yanayım

Kolaysa esirgeme”

Yukarıdaki şiir çok genç yaşta vefat eden şair ve hikâyecimiz Cahit Zarifoğlu’na ait. Yetmişli yıllarda çıkmış daha sonra tarihin yapraklarında kalmış Mavera adlı edebiyat dergisinin yazarlarından. Mavera Dergisi’nde okuyucu mektuplarına cevap vermek vazifesi onundur. Şu anda çıkan dergilerde böyle bir bölüme rastlamıyorum. İnsanların bu devirde en çok dertlendiği şey birbirleriyle sohbet edememeleri… Gönülleri kaynaştırıcı muhabbet ortamlarını bulamamaları… Taraf Dergisi’nde ilk olarak okuduğum kısım okuyucu mektupları ve bu mektuplara verilen cevaplardı. Bunları okumak bana çok keyif verirdi. İki kişi arasında geçen sohbetin içinde sanki bende olurdum. Okuyucunun derdi benim derdim derginin verdiği cevap da bu derdimin çaresi olurdu. Okuyucu köşesinde dava arkadaşlarımla tanışmış, yüz yüze gelmiş gibi hissederdim kendimi. Bunlar gücüme güç katar, dava aşkım ve iştiyakım artardı. İsmet Özel’in mısraında olduğu gibi üzerime muska takmadan sokaklarda yürürdüm. Modernitenin hâkim olduğu bir çağdayız. Bu devrin insanı uzaya gidiyor, uçağa biniyor. Teknolojiyle hemhal günlerini geçiriyor. Aklına güveniyor. Aklıyla her şeyi yapacağını zannediyor. “Acz” kelimesinden bihaber nefes alıp duruyor. Bu çağın insanı diğer canlılardan çok daha aciz doğduğunu bilmiyor. Bir dakika nefes alamasa öleceği, birkaç gün su içmese yaşamayacağı aklına gelmiyor. Aczin kelime haznemizde yeri yok. Oysa olmalı. Bu kelime de birçok kelime gibi varlık alanımızdan çekilmiş. Yok edilen her kelime halbuki varlık alnımızda bir yara. Acziyet, güçsüzlük, kuvvetsizlik, iktidarsızlık… Rabbimiz insanı halife olarak yaratmış. Eşya ve hadiseleri tasarruf altına alması gerektiğini belirtmiş. İnsan tabiat planında eserlerinin sarhoşluğuna kapılmış, aslı kölelik olmasına rağmen kendini efendi gibi görmeye başlamış. Tabii bu, mutlak güç ve kudretin ne olduğunu unutan zalim insan için söz konusu. Evet, insan eşrefi mahluk (en şerefli mahluk) yani bütün mahlukattan üstün. Ama aynı insan Allah’ın kulu ve ölümlü bir varlık. İnsan mutlak güç ve kudreti bildiği zaman yerini yurdunu biliyor. Kendi varlık alanında hadsizlik yapmaktan kaçınıyor. İnsan acziyetini anladıkça kulluğunu idrak ediyor. Verilen nimetleri görüyor ve gördüğü bu nimetler için Allah’a şükrediyor. İnsanlara en içten şekilde teşekkür etmesini biliyor. Evet, insan ölümlü varlık. Her adım ve nefesinde biraz daha ölüme yaklaşıyor. Şu ana kadar putlaştırdığı teknoloji henüz ölüme çare bulmuş değil. Hatta mahkûm olduğu teknoloji yeni birçok hastalıklar katmış gündemimize. İnsan, acziyetini idrak ettikçe Rabbine sığınır, yalnız O’ndan yardım diler. Kendini diğer varlıklardan üstün görmez, her daim tevazu içinde olur. İnsanlara tepeden bakma gereği görmez, hürmet ve sevgisi bambaşka olur. İtikadımız gereği Rabbimizin rızasını kollayıp cehenneminden uzak olmayı cennetine girmeyi temenni ederiz. Cehennemde yanmak kolay değil. Yine itikadımız gereği Rabbimiz mutlak güç ve kudret sahibi ve onun ilmi dışında hiçbir şey yok… O bir şeye ‘ol’ derse olur. Ona hiçbir şey zor gelmez. Ona her şey çok kolaydır. Ne isterse onu halk eder. Onun dileğine hiçbir şey mâni olamaz. Rahmetli Zarifoğlu’nun şiirindeki “Sana zorsa bırak yanayım” mısraı doğrusu içime sinmedi. Dediğimiz gibi Rabbimize zor gelen hiçbir şey olamaz. Ve bir Müslüman cehennemde yanmayı istemez. Rahmetlinin şiirinde acz kelimesini bize hatırlatması çok güzel. Haddim olmayarak kimsenin şiirini düzeltme mevkiinde olmak istemem. Ancak bu şiiri okurken şöyle algılama gereği duyuyorum.

“Seçkin

Bir kimse değilim

İsmimin baş harfleri acz tutuyor

Bağışlamanı dilerim

Senin kudretine sınır yok

Rahmetini esirgeme’’       

CELAL ŞENGÖR

Celal Şengör sık sık Habertürk televizyon kanalına çıkıyor Fatih Altaylı vesilesiyle. Kimi zaman tarihçi Murat Bardakçı ve İlber Ortaylı da programa eşlik ediyor. ‘Sohbetlerini dinlerken faydalanmıyoruz’ desek hakikati söylemiş olmayız. Fatih Altaylı 28 Şubat’ın postal yalayıcısı. O devrin zalim basınında Müslümanları fişleyen ve düşmanlık eden iğrenç mahlûklardan birisi. Başörtülü bacılarımıza galiz hakaretler edenlerden. Basın dünyasında olmaması gereken virgüllük bir özne. Fırsatını bulsa hemen ciğerindeki lekeyi ortaya serecek, düşmanlığını kat kat gösterecek bir insan müsveddesi. Galatasaray Lisesi mezunu olduğundan, ‘ben üstün bir varlığım’ diyen cinslerden… Celal Şengör ne kadar çok gezmiş ve görmüş ne kadar çok kitap okumuş ve bilgilenmiş. Adam gezme ve okumalarından sarhoş olmuş ‘ben bambaşka bir mahlûkum’ diye adeta haykırıyor. Sahi siz bu şahsı görünce hangi varlık gözünüzde canlanıyor. Büyük bir Allah dostu “ilim insanın cehlini alır lakin ahmaklığını almaz” demiş. Ahmaklık, ilmi kendi nefsinden bilenler tarafından meydana çıkıyor. Biz inananlar Allah’ın isim ve sıfatlarını gerçekleştiren varlıklarız. Bulduklarımız onun ilim sıfatının bizdeki yansıması. Son tecritte her şeyi ondan biliriz. Onun yarattığı kâinatta araştırmalar yapar ve bilgileniriz. Celal Şengör ilmi kendinden biliyor. Yunus Emre’nin ifadesiyle “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendin bilmezsen/Bu nice okumaktır” hitabına uygun düşen kendini bilmezlerden, ilmin nihai hedefini şaşıranlardan, aklını putlaştırıp ölene kadar kendini ölümsüz sayanlardan. Celal Şengör çok şey biliyor. Yalnız gerekli olanı bilmiyor. İlmin tohumu meraklı olmaktır. Merakına cevap aramaktır. Bu adam, dışkısını yiyecek kadar merakını dindirenlerden. Nice halt yiyenler yediği haltları örterken bu şahıs çok rahat söylüyor. Örtenlere nisbetle bir dürüst tarafı var. Diğerlerine göre kompleksi yok. Adamın hakkını vermemezlik olmaz. Evet, Celal Şengör ilmin nihai hedefini kaybedenlerden. Haddini bilmeyenlerden. Oysa haddini bilmek o kadar önemli ki… O yüzden had bilmemezlikten dolayı Celal Şengör kitap yüklü merkeplerden. Depremin olması ile Celal Şengör daha bir görünür oldu. Herkes namus abidesi ve ben zaten söylemiştim edalarında. Eşek çamura saplanınca yol gösteren çok olurmuş tıpkı bunun gibi.

Biliyor musunuz, bir öğretmen olarak en üzüldüğüm şey yerli malı haftası kutlamaları idi. Bizim yerli malı haftalarımızda, yıllar yılı meyve getirilir pasta börek yerdik. Panoya yerli malı diye meyvelerden başka bir şeyin resmini koyamazdık. Öğretmenlerimizin birçoğu çok mutlu olurdu. Oysa yüzlerinde hüzün bulutları gezmeliydi. Çocukların kullandığı kalem, silgi, boyaların hepsinin üstünde yabancı markalar. Bu hükümetin müsbet ve menfi yaptıklarını söyleyen bir dava ahlakına sahibim. Bu hükümet zamanında İHA, SİHA, TOGG, Atak Helikopteri, tanklar, savaş uçakları, uzay araştırmaları vd. yapıldı. Bu dönemde yerli malı haftası vesilesi ile yavrularımız göğsünü gere gere meyve resimleri yanında bu teknolojik aletlerini de resmetti. Okuldaki seküler ve dünyevi görüşe sahip İslam düşmanı öğretmenler panolardaki bu resimleri görünce bağırlarına taş bastılar. Bütün bu yapılanları örtbas edip gizlemek istediler. Lakin her yaptıklarında ne hallere düştüklerini bilmeyen birer zavallıydılar. Celal Şengör gibiler, sizler bir zavallısınız. “Bize bilim gerek bilim” diyorsunuz. “Deprem zayiatlarının artmasına sebep olan müteahhitler müftü müydü? Mühendisler imam mıydı? Belediye başkanları tefsirci miydi? Ruhsat verenler kelamcı mıydı?” Bize bilim gerek bilim. Bize bilim adamı olmak üzere adam gibi âlim, mühendis, doktor velhasıl çok şey gerek. Bize her mevzuun ahlak abidesi insanlar gerek.

MENDİL

Mendil deyince aklıma ne mi geliyor? Köy düğünlerinde halay başlarında oyun oynayan genç adam geliyor. Davul ve zurnanın ritmiyle kendinden geçmiş delikanlının oynaması ona ne zevk veriyordu bir görseniz. Onun bu zevkini görünce insanın o delikanlı gibi becerikli oynayası geliyordu. Hiç oyun oynayamadım. İçimde ukde kaldı desem yalan olmaz. Utanır beceremem, komik duruma düşerim diye hep uzak kaldım. Bazen oyun oynayanları görünce onların hal ve hareketleri bana tuhaf gelirdi. “Erkek adam böyle olmamalı canım, erkekte biraz ciddiyet ve ağırbaşlılık bulunmalı” derdim. Züğürt tesellisi miydi onu da tam bilmiyorum.

Mendil deyince ne mi aklıma geliyor? İlkokulda bahçede sınıfça oynadığımız mendil kapmaca oyunu geliyor. Öğretmenimizde her daim bir mendil bulunurdu. Bu oyunda hız, rakibini kollama, zamanında hareket etme, dikkat vs. neler vardı neler. Velhasıl sınıfça bütün çocuklar bu oyunun oynanması için can atardık. Derste çok başarılı olan arkadaşların bu oyunda acemice hareketleri bana çok tuhaf gelirdi. Bunlar çok zeki insanlar bu kadar basit bir oyunda niye bu kadar aptalca davranıyorlar diye içimden söylenirdim. Bilmezdim ki insanların her biri farklı fert, hepsinin ayrı ayrı alanlara yönelmiş zekâları var. Ne bileyim derste çok zeki olanlar, böyle aptallık yapmamalıydı.

Mendil deyince ne mi aklıma geliyor? Alnındaki çizgilerin nehir yatağı gibi olan dedem gözümde canlanıyor. Güneşin altında çalışırken ter bastığı zaman mendille terini silerdi. Dedelerin mendili öyle bir tutuşu vardı ki sanki iki sevgili el ele gibi hissini alırdınız. Hor ve hakir görmeden nazikçe mendili tutarlardı. En nadide şeyi ellerinde tutar gibi kat kat açar katlardı. Güzel için yaşıyoruz, güzel için çırpınıyoruz. Güzellik her dünya görüşünde farklı farklı tezahür ediyor. Kimse ihtiyar olmak istemiyor. İhtiyar olunca yavaşlıyorsun, varlık şevkin azalıyor. Derin sarkıyor, çirkinleşiyorsun. Evet, insan yaşlanınca kendinin çirkinleştiği anlayışında. Çirkin şeyden insan uzaklaşır. Peki biz torunlar, dedelerimiz ve ninelerimizden niye uzaklaşmazdık. Dedeler, nineler ve torunları birbirine çeken güç nasıl bir şeydi? Kaynağı menşei nerde idi? Biz torunlara, dedeler ve nineler niye çok güzel gelirdi? Niye onlarla birlikte olmaktan çok mutlu olurduk? Torunlar dedelere saf bir güzellik içinde mi bakardı. Bu saf güzellik acaba suretin anlamını yitirdiği bir yerde mi başlardı?

Mendil deyince ne mi aklıma gelir? Şu an yazarken bile farklı bir zaman dilimine gittim. Geçmişime, delikanlılık çağıma avdet ettim. Türkçe kokan bu ifadeyi çok beğenirim: Delikanlı. Öyle bir aşama ki en canlı, en taşkın dönem. Üstadım da uçurum kelimesini beğenirmiş. Hep uçurumun kenarında hayatı yaşayan insan... Oysa biz ne rahattık yüksek katlı binalarda oturup günlerimizi teknolojik aletlerde tüketirken. Sitelerimizin sauna ve diğer imkanları ile hava atardık. O ise uçurum kenarında yüksekte olmaktan korkuyor “ya düşersem diye, ya beni bu yükseklik bambaşka bir insana çevirirse” diye endişeleniyor. O Allah ve resul aşkıyla yaşarken bütün doğru, güzellik ve iyinin İslam’da olduğunu görüyor. Bütün davası, rüyası, ideali İslam’ın hâkim olduğu bir vatan toprağı görmek. Onun dışındaki çoğu insan ise sistemin verdikleri ile yetinerek ‘biraz daha verse daha iyi olurum’un mücadelesinde olmuştu. Neyse şimdi insanlar bana amca diye sesleniyorlar. Bu seslenişe alışamadım. Metroda şurada burada artık bana gençler otur amca deyip yer veriyorlar. Bir zamanlar amcalar bana delikanlı derler ben onlara yer verirdim. İyi bir vatan evladı olduğum hissine kapılırdım. Her şey tersine döndü. Zamanı geri sarıp eski hali yaşamak muhal. Çok yakınlarda delikanlılar nişanlanırdı. Daha 18 yaşlarında. Uzun bir nişanlılık süreci yaşarlardı. Şimdi evlenme yaşları otuzlara yaklaştı. Bunlar okuyan eğitimli çocuklar. Tanışma süreleri çok uzun sürüyor. Tanışma kolay değil görüşüp birbirlerini tanıyacaklar. Elektrik alıp almadıklarını tartıyorlar. Şimdinin anne babaları bunlar tanışmış anlaşmış bize de vermek düşüyor diyorlar. Anne ve babalarımız çok modern, açık ve anlayışlı. Her şey bu kadar uzun süreçte, sağlam adımlarla gidiyor. Niye boşanmalar çığ gibi kat kat artıyor? Niye kavgalarla neticeleniyor. Bizleri, içimizi riya duygusu mu kaplamış? Böyle ise olan durum hepimizde yanlış olan bir şey var yok mu? Bu soruyu sorup bunun çare yollarını bulma gayreti içinde olmayacak mıyız?

Uzun nişanlılık döneminde kızlar erkeklere mendil verirdi. Mendili kızlar işlerdi. Mendilde yârin kokusu tüter, el emeği buğulanırdı. Mendilde bir kalp sureti ve erkek ile kızın isimlerinin baş harfleri olurdu. Erkek mendile bakar, sevgiliyi hatırlardı. Mendili cebine en nadide çiçeği vazoya koyar gibi koyardı. Ne estetik bir hal tezahür ederdi. Mendil oldukça sevgili de vardı. Dünyada iki insan sarmaşık misali gezerdi. “Seninle yaşıyorum seni taşıyorum” denirdi. İhanetin adı yoktu. Artık bu mendillerden eser yok. Ortalığı kâğıt mendiller sardı, kullanılıp buruşuk bir vaziyette çöpe atılan. Ütü yerinden katlanan her katlanışta gözlerin hasreti içtiği zaman dilimleri yok. Kullan, işin bittiği an at. Şimdiki insan ilişkileri de öyle değil mi? Vefa yok, cefa yok. Kullan, işi bitir. Bana kâğıt mendillerin olmadığı eski zaman dilimlerindeki anlayışı geri verin. İnsan olmak istiyorum. Yolda olmak, yürümek ve vefadan sıyrılmamak istiyorum. 

Aylık Daran Dergisi 21. Sayı Kasım 2023