Günümüzde birçok sapık fırka mevcut… Allah’ı kabul edip peygamberi reddedenler, peygamberin sünnetini kabul edip ruhaniyetini reddedenler var, hadisleri reddedenler var. Bu mesele hakkında neler söylemek istersiniz?
Kimisi tasavvuf ve tarikattan reddetmeye başlıyor. Orada başarılı olunca mezheplere çatıyor. Hadislerle oynuyor, ayetlerle oynamaya başlıyor. Şeytanın askerleri bunlar.
“Tevil yoktur” derken yaptıklarının tevil olduğunun bile farkında değiller.
Vahhabilerin en büyük âlimlerinden Albanî var. Son zamanlarında âmâ idi. Daha da ileri giderek “Kur’an’da mecaz yoktur” diyordu. Bir Ehl-i Sünnet âlimi ona “şu ayete anlam ver: kim bu dünyada kör ise ahirette de kör olacaktır” dedi ve “madem Kur’an’da mecaz yoktur o halde sen en sapık insansın” diye ekledi. Vahhabiliğin altında Arap milliyetçiliği yatar.
Salih Mirzabeyoğlu’nun, “Bir büyüğe bağlanmanın şartı, onun Allah ve Resulüne bağlı olması yeter peşinden gidilmesi için” diye bir ifadesi vardır.
Şimdi ağzıyla bağlıyım diyen çok kişi var fakat ama neye bağlı olduklarının farkında değil. Sünnete taviz verenlerin peşinden gidilemez. “ Keramet hocada değildir”, mesele usuldür-şeriattır. Şeriatın tatbiki hususunda mürşitler bizi sünnete, yani şeriata teşvik eder. Eğer şeriattan başka bir yere yönlendiriyorsa bizi anla ki  “Şeytanın ta kendisidir o mürşit!” Biz baştan beri bu meseleye dair çok vaazlar verdik, fakat anlayan anlıyor, anlamayan hurafeye devam ediyor. Bir kere en başta temel husus fıkhın temel kaynaklarını itikadî zeminde kabul ettirmemiz lazım Müslümanlara bu zamanda.
Yani önce bir anlayış zemini oluşturmamız lazım.
Günümüzde herkes kendi kafasına göre bir devlet anlayışına sahip. Peygamberimiz (S.A.V.) 13 sene Mekke’de Kelime-i Tevhidi anlattı. Önce “la ilahe” ikrar edip sonra  “illallah” dememiz lazım. Ama günümüzde millet burnundan kıl aldırmadan “la ilahe” demeden yani günümüz putlarını devirmeden hayatlarını dinle bütünleştirmeye çalışıyor. Dünya ile Ahireti karıştırıp vicdanlarını rahatlatmak için çeşitli yanlışlara düşüyor. Fırkalaşmaların başlangıcı böyle oluşuyor.
İbni Teymiyye’nin sapık fikirleri malûm ve bugünkü talebeleri de belli. Bu mevzu hakkında neler söylemek istersiniz?
İbn-i Teymiyye, “ilmi çoktur ama aklı ilminden büyüktür” diye şöhret bulmuştur. Yani aklını nakle galip getirmiştir. İslâm düşünürlerinin genel kanaati hocasız ilme düştüğü için doğru yolda sapıklığa düşmüştür. İlmin altyapısını almadığı için hataya düşmüş, hadislerden din çıkarmaya çalışmıştır. En belirgin özelliği bugün Selefîlerin de savunduğu haşa “Allahü Teâla göktedir” anlayışıdır sapıklığa düşmesinin sebebi.  Kürsüye çıkıp “ben nasıl burada oturuyorsam Allah arşın üzerinde öyle oturuyor “ diyerek bir cisme isnat etmekle sapıtmıştır. Bununla kalmayıp Rabıta’yı, Şefaati yani İslâm’ın ana beslenme kaynaklarının tümünü yıkmaya çalışıp, inkâr etmiştir. O şeyh-ül-İslâm değil, bid'at ve âsâm, yani sapıklık ve günahlar şeyhidir, önderidir. Vahhabîlerin bozuk itikadlarından ilk konuşan odur. Ve aslında, bu bozuk, sapık fırkayı ortaya çıkaran odur. İbni Teymiyye’yi saatlerce anlatanlar bunlardan da bahsetmeli.  Reformist tehlikeler bunlar. Vahhabiliğin ortaya çıkışı, Osmanlı’ya düşman olan aşırı Arap milliyetçisi Suudi ailesinin Osmanlı yönetimi tarafından sürgün edilmesiyle başladı. İngiliz casusu Lawrence kendi anılarında anlatıyor, “özellikle Arap milliyetçiliğini tahrik ederek Vahhabilik denilen mezhepsizlik temellerini nasıl oluşturduklarını” detaylıca anlatıyor. İbni Teymiyye’yi gündeme getirmeye çalışanlar tamamen Vahhabi misyonerleridir. Vahhabilik özelliklerinden biri de hem hadisi inkâr etmeleri hem de ayetleri bozmaları. Ona şeyh-ül-İslâm diyenin Allah bin belasını versin.
Hadis ve inkârcıları ve beraberinde mealcilik furyası hakkında biraz bahseder misiniz?
Birincisi, şimdi mevzu hadis... Uydurma damgalı hadisler hakkında çok şiddetli davranıyorlar. Bir kere “zayıf hadis, hadistir.” Zayıf hadislerden fıkhi hüküm yani haram, farz, vacip gibi hükümler çıkmaz. Zayıf hadislerle ahlak tesisi etmekle amel edilir. Bizzat Buhari’nin zayıf hadislerle derlenmenmiş eserleri vardır ve amel ederdi. İkincisi uydurma damgalı hadisler yani mevzu hadisler; hadisin râvisinde olan bir kopukluk nedeniyle uydurma hadis deniliyor. Hadisin uydurma olup olunmadığı belli değildir. Hatta bazı mevzu hadisler zamanla kendini ispatlamıştır. Kısaca büyük âlimlerin eserinde geçen hadislerle amel edilmesinin hiçbir zararı olmaz. Hadisle iştigal eden çoğu Ehl-i Sünnet Âlimleri mevzu ve zayıf hadislere karşı ifrat ve tefrit derecesinde titizdirler. Bu konuyla bağlantılı bir mesele de İsrailiyat meselesi. Azrail (a.s) ismi İsrailiyattan gelir. Azrail (a.s) ismi Beni İsrail’den nakille gelmiştir. İslâm kaynaklarında Azrail (a.s) ismi Melekül-Mevt olarak geçer. Bu tür İslâm literatürüne karşı felsefeci oryantalist kafayla birleşip, Arap taassubunu da kullanarak İslâm her köşeden bozmaya çalışıyorlar. Meşrutiyetle beraber, Mısır Ezher Üniversitesi mensubu dinde reform yanlısı kimselerin bozuk fikirlerinin etkisi Osmanlı aydını üzerinde görülmeye başladı. Ezher, Batı’nın, İslâm'ı içeriden yıkmada üs olarak kullandığı bir merkezdi. Etkili öğretim üyelerinin çoğu Batı hayranı mason kimselerdi. Bunlar, asırlardır yapıla gelen uygulamaları bir tarafa bırakıp, dine yeni yorumlar getirerek dinde karmaşa çıkardılar. Geçmiş âlimleri ve kitaplarını çeşitli bahanelerle gözden düşürerek, halkı doğrudan Kur’an-ı kerime yönlendirdiler. Maksatları, dinde birlik ve beraberliğin kaynağı olan, âlimleri ve fıkıh kitaplarını yok ederek birliği bozmak, dini tartışılır hale getirmekti. Onlar da biliyorlardı ki, her meal farklı olacak, bunları okuyan herkes de ayrı bir mânâ, ayrı bir hüküm çıkartacaktı. Bu sinsi maksadı gören gerçek âlimler halkı uyarmaya başladılar. Bu önemli konu gazetelerde, dergilerde tartışıldı. Dini, Kur’an tercümelerinden ve meallerinden öğrenmenin dine vereceği zararlar, 1924 yılında Sebilürreşad dergisinde uzun uzun tartışılmıştır. Kur’an-ı kerim tercüme ve meallerinin yayılması karşısında, o günün Diyanet İşleri Başkanlığı da hareketsiz kalmamış, Müslüman halkı uyandırmak maksadıyla bir beyanname yayımlamıştı. Bu uyarılar özetle şöyleydi: Kur’an tercümesi furyası, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra başlamış zararlı bir faaliyettir. İkinci Meşrutiyet’ten önce, Osmanlı devleti, dinî yayınları kontrol altında tutuyor ve ulu orta, yalan-yanlış tercüme ve tefsirlerin neşrine asla müsaade etmiyordu. Müşrutiyet’ten sonra, basın hürriyetinden istifade eden birtakım art niyetli kimseler, gayrı müslimler, dinsizler, sinsi gayelerine uygun Kur’an tercümeleri neşrine başlamışlardır. İlk Kur’an tercümesini Zeki Megamiz adlı bir Hristiyan Arap yapmıştır. Daha sonra, Cihan Kütüphanesi sahibi Ermeni Mihran Efendi, Kur’an tercümesi basanların öncülüğünü yapmıştır.Türkçe Kur’an demek, küfür sözüdür. Kur’an-ı kerim İlâhidir. Kur’an’ın tercümesi olmaz. Kur’an-ı kerimi Fransızca, İngilizce, Almanca tercümesinden Türkçeye çeviren, Müslümanlıkla ilgisi olmayan Batı hayranları bile çıkmıştır. Müslümanlar arasında dinî otorite ve hiyerarşi kavram ve kurumunu yıkarak, sözü ayağa düşürmek, ehl-i sünneti sarsmak ve dinin temellerini dinamitlemek isteyen kötü fikirliler, Kur’an tercümeleri vasıtasıyla, İslâm dünyasında bir reform hareketi başlatmak istemektedir. İslâmiyeti halka ve gençlere Kur’an tercüme ve mealleri ile öğretmeye çalışmak, son derece yanlış ve zararlı bir metoddur. O dönemde kimler meal, tercüme yapmamış ki? Mason Ömer Rıza Doğrul... Arapça bilmeyen İsmail Hakkı Baltacıoğlu... Yıllar geçtikten sonra Ehl-i Sünnet olmadığını kendisi ilan eden Abdülbaki Gölpınarlı ve daha niceleri... Yine, Türkiye’de Lions Kulüplerinin örgütlenmesini yapan Osman Nebioğlu, 1943 yılında kurduğu Nebioğlu Yayınevi tarafından “Türkçe Kur’an-ı kerim” adı ile meal bastırmıştır.
İbni Teymiyye döneminde Arap taassubu var mıydı?
O dönemde Arap coğrafyasına ulaşamadığından pek etkin olamamıştı fakat Yemen tarafından [Necd'den] Muhammed bin Abdülvahhab isminde biri zuhur etti.  İbni Teymiyye'nin ölümü ile yok olan, üzeri örtülen ve İslâm memleketlerinde eli kolu bağlı olan bozuk itikadları körükleyip ortaya çıkardı.
Akabinde devam eden silsile var. Bugün ne kadar sapık isim varsa İbni Teymiyye'nin fikirlerinden yola çıkarak gelmiştir. Şimdiki sapkınların referansları olan Mevdudi, Abdülvahhab, Reşid Rıza, Cemaleddin Afgani gibi isimler var. Suud Ailesinin Vahhabilikle ilk tanışması da Abdulvahhab’ın temasa geçmesiyle başlıyor. Yani Arap dünyasında iki bölgeden çıkıyor bu akımlar, Mısır ve Arabistan. Arap milliyetçiliğiyle harmanlanmış bu emperyalist fitnesine karşı alınacak önlem nedir? Bu akımlara Ehl-i Sünnet nasıl bakmalı?
Mısır’da El Ezher üniversitesine Seyyid Kutup’tan sonra Ehl-i Sünnet dışı birçok fikir girdi ve yayılmaya başladı. Taassup, arap milliyetçiliğiyle birleşince kullanılmaya müsait mezhep olmaya çalışan gruplar türedi. Bu sapık gruplara bakıldığında at izi it izine karışmış görünüyor.
Bizim üzerinde durmak istediğimiz husus gençler. Biz bazı gençlerle karşılaştığımızda mezhebim yok diyor. Mesela Mustafa İslâmoğlu; yaptığı yanıltmalar var, Ehl-i Beyt üzerinden ekol oluşturma çabasında. Yani Şia’yı Ehl-i Beyt mensubu yapmaya uğraşına ne dersiniz?
Kitabında iki ekolden bahsediyor ve bahsederken dahi maskesi düşüyor.  Ehl-i Beyt, Ehl-i Sünnet değil midir zaten? Şu anki Şiîliği hileyle Ehl-i Beyt olarak tanıtmaya çalışıyor. Kendisi Şiî değilim dese de görüşleri Şiî’dir. Kader’i inkâr eder. İmanın şartını reddediyor. Kendi dinlerini tahrif eden Yahudilerin taktiğini uyguluyor İslâmoğlu. Şiî’lerin Ehl-i Beyt’in önde gelen isimlerine ve İslâm’ın önder isimlerine karşı besledikleri nefret herkes için aşikârdır. Kendi kitaplarından birinde de bunu kaleme almaktan çekinmiyor ve şöyle şeyler zırvalıyor: “Uhud Savaşı’nın bilinen safahatının ardından, Müslüman ordusu bozulunca savaş alanını ilk terk edip uzaklaşanlar, savaş konseyinde düşmanla yüz yüze karşılaşma konusunda en çok ısrarcı olanlardır. Bunlardan biri olan Hz. Ömer…” Üç Muhammed, s. 232 (baskıya göre değişmektedir.) Yani “Hazreti Ömer savaştan önce, düşmanla yüz yüze karşılaşmakta kendisi ısrar ettiği halde, ordu bozulunca savaş alanından ilk kaçan da yine kendisi oldu.” demek istiyor. Hazreti Ömer hakkında yalan yazanlar bir Şiîlerdir bir de şiî hayranları… Geçmişte bu İslâmoğlu’nun talebelerinden bir tanıdık vardı gitti, geldi bir sene sonra İmamı Azam'ı eleştirmeye başladı. Sapıklığın da meşrebi vardır. Bu tür adamların meşrepleri hep bir noktadan çıkar. Mezhepleri belirlerken sadece sözlük anlamlarını esas alıp hakikatte o isme ne kadar layık olup olmadığını araştırmak gerekmiyorsa bu mantığa göre -Kur'ân'ın tahrif olduğunu ileri süren bazı alevi fırkaları hariç- bütün fırkalar ehl-i Kur'ân'dır. Halbuki kendilerine ehli Kur'ân diyenler bununla sadece "kendilerini" kasdederler. Aynı Ehl-i Sünnet’in sünnet ehli olarak sadece kendini görmesi veya Şia'nın -Ali (R.A.)'ı Sünnîler de sevmesine rağmen- Ali şiası (taraftarı) olarak sadece kendini görmesi gibi...
Meşrepten yola çıkarsak devlet sistemi bu tür vakalara nasıl engel olmalıdır?
Peygamber Yahudiler ile ittifak yapmıştır. Bu tamamen siyasi bir mesele... Devletin siyasi yapısını bir tarafa bırakırsak, İslâmi sistemi olmamasına rağmen, içindeki barındırdığı yapılara baktığımızda Türkiye Ehl-i Sünnet’in kalesidir. İslâm’da partizanlık yoktur, Hak yolunu savunmak vardır. Türkiye’deki mevcut iktidarda bir İslâmî politika güdülmemesine rağmen kökenlerinden korkan İslâm düşmanlarının saldırılarının sebebini düşündüğümüzde, Türkiye’den büyüyecek Ehl-i Sünnet’i engellemektir dertleri. Belki sırf bu engeli yaşatmak için Suriye vakasını oluşturdular.
Akıl meselesi ile alakalı bir soru sormak istiyorum. Akıl meselesiyle bu fitneyi nasıl sokuyorlar?
Akıl ve nakil meselesi usul-u fıkıh kitaplarında hep anlatılmıştır. İmam-ı Şafiî, tamamen “nakil tercih edilir” diyor. İmam-ı Azam, “akıl önemlidir, ama nakil öndedir” diyor. Mutezile ise tamamen aklı galip getiriyor. Mutezile, Emevi döneminde iktidar olmuştur. İlk kelam ilmini onlar kurmuşlardır. Sapık kelamcılardır. Farabî ve İbn-i Teymiyye gibileri hep onların kitaplarından etkilenmiştir. Mücerret akıl yeterli değildir.
Büyüklerden bir söz var: “İslâm aklın değil, kalbin yoludur.”
Elbette, tabiî ki… Hz. Ali (R.A.) “Akıl kalpte olan bir nurdur” buyuruyor. Dünya aklı var, bunlar beş duyu organlarıyla yorumlanan dünyaya ait bilgilerdir. Akıl sadece buraya bağlı değildir. Burası âlem-i halktır… Âlem buradan ibaret değildir ki… Âlem-i emr var, âlem-i vücub var... Bu âlemlerle alâkalı bilgileri nerden alacaksın? Gördüklerinin bittiği yerde akıl devreye giriyor gördüklerinden kıyas ederek görünmeyeni bulmaya çalışıyor. Hadi âlem-i emr’i buldun diyelim, âlem-i vücub’dan nasıl haberdar olacaksın? Peygamberler yoluyla. “İlim sebebi üçtür” diyor Ömer Nesefi Efendi. Birincisi beş duyu, ikincisi akıl, üçüncüsü sadık haber… Felsefecilerin sapıtma noktaları ilâhiyat bahisleridir.
Doğru yol olan Ehl-i Sünnet yolunun karşısında birçok sapık yollar var. Bu sapık yollar kendi kendilerine mi türüyor; yoksa arkasında bir tezgâh mı var?
Farklı sebepler var. İşin içinde nefs yatıyor. En sapık iki fırka Şia ve Haricîlerdir. Bugünkü mezhepsizler Haricîleri temsil ediyor. Şia hep Müslümanlarla savaşan ve gâvurla savaşmayan hâliyle hâlâ duruyor, Müslümanların belası… Suriye’de, Mısır’da ve İslâm coğrafyasının neresinde olursa olsun bir fitne varsa arkasında Şiiler vardır.
Söylediklerinizden şunu anlıyorum ki, bunlar bizler için kâfirlerden daha tehlikeli…
Evet, zararı daha fazla… Gâvur seni öldürür, gidersin cennete. Bunlar Müslümanları yolundan ediyor. Hariciler önüne geleni tekfir ediyorlar. Bedevîlerden oluşan bir topluluk. Aklı kıt, çölde yaşamış, medeniyetten uzak… Çok çabuk gaza gelebilen ve bir damardan milleti yakalayan taassub… Abdullah ibn Habbab (R.A.), hanımıyla birlikte giderken Hariciler yolunu kesiyor ve Hazreti Ali’yi soruyorlar. O da “o Allah’ı sizden daha iyi bilir” diye cevap veriyor. Bunun üzerine Hariciler Abdullah ibn Habbab (R.A.) ve hanımını bağlıyorlar. Ağaçtan bir hurma düşüyor, biri hurmayı tam yiyecekken reisleri “Allah’tan korkmuyor musun senin olmayan hurmayı yiyeceksin?” diyor. Abdullah ibn Habbab (R.A.), “siz bir hurmanın haramından kaçıyorsanız bana bir şey yapmamanız lazım” diyor; ama onlar Abdullah ibn Habbab (R.A.)’ın boğazını kesiyorlar ve hamile hanımını da karnından bıçaklayıp öldürüyorlar. Vahhabiler de böyle. Şia da kişileri putlaştırarak nefsin özgürlüğünü sağlama düzenidir. Yahudiye benzerler. Samirî’nin buzağıyı kendi meşrulaştırmak için kullanması gibi, Hz. Ali’yi de kullanırlar, Atatürk’ü de kullanırlar. Şiiler arasında birçok fırkalar vardır. Mesela Yemen’de Zeydiye fırkası vardır. Onlar Ehl-i Sünnet’e yakındır mesela. Buharî, Müslim okurlar. Hilafetin Hazreti Ali (R.A)’ın hakkı olduğunu söylerler diğer meselelere pek karışmazlar. Lakin o dahî Ehl-i Sünnet dışı bir fırkadır.
Faaliyetleri, lobiciliklerini neden en yoğun olarak Türkiye’de yapıyorlar?
Bayrak nerede düştüyse oradan kalkacaktır. Burası her ne olursa olsun Ehl-i Sünnet’in kalesidir ve bayrak buradan kalkacaktır. Osmanlı İslâmiyet’in babasıydı. Baba vefat edince çocuklarının başına neler geldiğini gördük. Her ne kadar çocuklar babanın ölmesi için elinden geleni yaptılarsa da, gittikten sonra neler olduğu ortada. Burası ayağa kalkarsa, Arap dünyası da ayağa kalkar. Burada bir şey olduğunda bizden çok Bosnalılar, Araplar seviniyor. İtikadî açıdan en kuvvetli yer de Anadolu’dur. Diğer taraftan yer altında da binlerce ehlullah vardır. Bilirsiniz “ehlullah yaşarken kınındaki kılıç gibidir, ölünce kınından çıkmış kılıç gibidir” derler. Bayrak buradan kalkacağı için, buraya olan saldırılar bugün had safhadadır. Bilhassa ilahiyat fakülteleri çok kötü durumda... Geçen gün bir talebe “benim hocam Mutezile” diyor. Mutezile mensubu kalmadı dünyada, bu adam nereden geldi? Bunları özel olarak yetiştiriyorlar. Müfredatlarında büyük sıkıntılar var. Akaid kitaplarında sürekli Mutezile’ye cevap var mesela, dünyada bağlısı kalmayan bir şeye neden cevap veriyorsun sen? Bizim için üç büyük tehlike var. Birincisi, Vahhabilik ve mezhepsizlik… İkincisi, Şia… Üçüncüsü de Reformizm’dir! Bunlara çok dikkat etmeliyiz.
Teşekkür ederiz.
            Ben de teşekkür ederim. 
Baran Dergisi 408. Sayısı