Seçim sath-ı mâiline girmiş bulunuyoruz. Bu seçimlerden ne gibi bir netice bekliyorsunuz? Yâni, “seçimi kim kazanır”dan ziyâde, seçim sonrası başkanlık sistemi ve yeni anayasa gibi hususlarda ne gibi çalışmalar olur? Bir de, Ak Parti özelinde konuşacak olursak, aday belirleme kriteri ne olacak? Geçtiğimiz dönem cemaat ile girilen mücadelede vekillerin gerekli desteği sağlayamadığı açıkça görüldü. Meselâ bu gibi hususlar gözetilerek mi belirlenecek adaylar?
Bismillahirrahmanirrahim.
Şimdi bu seçim, diğer seçimlerden daha önemli; çünkü artık Türkiye’nin birinci meselesi, herkesin gözü önünde bulundurması gereken şey, -kabul etsek de etmesek de, bu durumdan hoşlansak da hoşlanmasak da, eleştirsek de eleştirmesek de- artık Türkiye, Misâk-ı Millî denilen bir zırvalığın içine sıkıştırılmış, “yurtta sulh, cihanda sulh” diye bir yalanın arkasında kendi yağıyla, kendi derdiyle uğraşan küçük bir ülke değil. Amerika’daki seçimler Türkiye’yi etkiliyor mu? Etkiliyor. Onları canlı yayında izliyor muyuz? İzliyoruz. Kim kazandı, şu adam kazandı, bu adam kaybetti diyor muyuz? Diyoruz. Kazanan ya da kaybeden adamların bak bu Müslümanmış, bu Yahudilere yakınmış, bu bilmem kime yakınmış diye tartışıyor muyuz? Tartışıyoruz... Biliyor muyuz? Biliyoruz. Neden bunu yapıyoruz? Çünkü Amerika, kendi kıtasına sıkışmış küçük bir ülke değil. Bu Türkiye için de böyle. Türkiye’deki seçimler, Bosna’yı, Doğu Türkistan’ı, Kazakistan’ı ve Türkmenistan’ı etkiliyor. Türkiye’deki seçimler İran’da, Lübnan’da, Ürdün’de çok büyük değişikliğe sebep oluyor ve Mısır’da ise acayip dalgalanıyor. Fas, Tunus ve Cezayir’de ise birçok şeye sebep oluyor. Hatta Türkiye’deki seçim sonuçlarını Maltalılar bile en azından Bursalılar kadar yakından takip ediyor. Türkiye’de seçimler yaklaştığında, seçimlerle ilgili Türkiye’de atılan manşetlere yakın manşetler atılıyor başka ülkelerde… Neden Malta diyorum? Bir Malta gazetesi gördüm Türkiye’deki seçimlerle ilgili manşet atmış; çünkü Türkiye’deki seçimler bütün dünyayı ve yakın bölgesini de çok etkiliyor. Bu birinci mesele…
İkinci mesele ise şu: Bir soru sordunuz “adaylar neye göre belirleniyor?” diye. Adaylarda bakılan, konuşulan, sorulan, aranan ve beklenen özelliklere şu şekilde açıklık getirebiliriz; “sen dünya ile ne kadar yakından ilgilisin? İslâm coğrafyasıyla ne kadar ilgilisin? İlgilisin de doğru kaynaklardan mı ilgilisin?” gibi meselelere de bakılıyor… 
Bir diğer mesele seçim sonuçları ne olur? Türkiye’deki seçim sonuçları üzerinden fal bakma dönemi kapandı. Ön görülen tahminler de yapamazsınız. Biz şuna alıştırılmıştık, bir favori vardı ve o favori dayatılırdı. İstanbul sermayesi, Türk Silahlı Kuvvetleri, bilmem ne medyası, falan holding, filan lobisi “bu adam” derdi ve yüksek ihtimalle o veya onların karar verdiği koalisyon iktidardaydı. Şimdi böyle bir ülke yok… Şimdi seçimi kim kazanır? Millet kimi istiyorsa o kazanır, Türkiye böyle bir ülke oldu. Aslında bu özgürlük değil mi? Ama bundan şikâyet ediliyor… Devlet kimdir? Millet kime yetki veriyorsa devlet odur. Başkan, başbakan nasıl olacak? Millet ne diyorsa o olacak… Başbakan mı olacak, parlamento mu olacak, rejim değişikliği mi olacak? Başkanlık sistemi mi gelecek? Millet ne derse o olacak... Bu neden problem yapılıyor?  Yeni sistemde - yeni Türkiye’de kimse demiyor ki “İstanbul sermayesi ne diyorsa o olacak, TSK ne diyorsa o olacak, medya holdingleri ne diyorsa o olacak, lobiler ne diyorsa o olacak”... “Ben kurucu üyeyim” diyen bir takım şizofrenler, kendini ülkenin sahibi zanneden akıl hastaları var. Artık seçim sonuçları üzerinden fal bakma dönemi kapandı. Bu iş bitti, o eskidendi. Seçimlerin tek kriteri var, o da milletin ikna olması; başka hiçbir kriteri yok. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ikna edilmesi dışında başka bir kriter kalmamıştır. Bu bütün dünyaya örnek teşkil ediyor. Çünkü bizim demokrasi zannettiğimiz krallar-kraliçelerle yönetilen Avrupa ülkelerinde demokrasinden söz edilemez. Bence bir yere özgürlük götürülecekse ilk önce İngiltere’ye götürülmeli, adamları Kraliçe’den kurtarmalıyız. İngilizlere anlatmamız lazım, “Bak bir kraliçeniz var. Bunun adı oligarşi. Özgür falan değilsiniz, bayağı krallıkla yönetiliyorsunuz, hepiniz kralın malısınız, buralar kralın/kraliçenin mülkiyeti” diye. Aynı şekilde Hollandalılara da anlatmak lazım… Dolayısıyla böyle baktığında, kastedilen mânâda Türkiye birçok Avrupa ülkesinden Batılı. “Muasır medeniyet” diye işaret edilen-hedef gösterilen ülkelerin birçoğundan daha özgür, daha demokrat ve daha insanî… Bu eksiksiz, kusursuz olduğumuz anlamına gelmez. Tamamlandık, tekâmüle erdik, nihayete erdik anlamına gelmez. Türkiye siyasî sisteminin yönetiminde hatalar, eksikler yok mu? Elbette var; dağları aşar hem de. Yapılması gereken şeyler yok mu? Var; ama hepsini yapmak yüzyıllara sığmaz.  Bunlar başka meseleler. Benim ilgilendiğim mesele şu; bunları çözmeye, halletmeye, düzeltmeye, değiştirmeye, güzelleştirmeye, ilerletmeye mi niyetlisiniz ve buna mı talipsiniz; yoksa mevcudu korumak, yani aslında diğer adıyla statükocu musunuz, durumu muhafaza eden tutucu muhafazakâr mısınız? Türkiye’de kendisine “Cumhuriyetçi, Kemalist, laik” diyen o seküler tayfa alabildiğine konservatiftir, alabildiğine tutucudur, alabildiğine statükocudur, alabildiğine bağnaz ve yobazdır. Çünkü adamlar değişime, ilerlemeye direniyorlar. Asıl “gericiler” bunlar… Ben de diyorum ki, ilerliyoruz, değişiyoruz. Elbette hatalar oluyor; ama zaten ilerleme dediğiniz şeyin özü hata yaparak doğrulabilmektir. Bir seküler şımarıklık var; 60-80 senelik ömürleriyle kaç bin senelik insanlık tarihine bakabildiklerini düşünüyorlar. Bu ukalalık, şımarıklık ve seküler küstahlıkla kendi akıllarındaki her şeyin kesin ve tek doğru olduğunu kabul ediyorlar. Böyle bir şey yok, değişeceğiz, ilerleyeceğiz, farklılaşacağız ve hayatımıza devam edeceğiz. Bunlar sosyolojik süreçlerdir… Doğrusu da şu; sosyolojik süreçler engellenemez. Bu millet başkanlık sistemi istiyorsa, bu ülkeye başkanlık gelecek… Bu millet halife istiyorsa bir gün bu ülkeye halife de gelecek… Bu millet şeriat istiyorsa bu ülkeye bir gün şeriat da gelecek… Ne zaman bilmiyoruz. Zaten Allah da böyle söylemiyor mu “Nasıl hak ediyorsanız öyle yönetilirsiniz” diye? Ben şeriatı hak ediyorsam şeriatla yönetilirim, Kemalizm’i hak ediyorsam Kemalizm'le yönetilirim. Benim kalbim, aklım, niyetim istidatım, dirayetim hangi yöndeyse o yönde bir sosyolojik sistem içerisinde yaşıyorum. Bu evrenin temel prensibi, seküler adıyla böyle, ben bir Müslüman olarak diyorum ki, bu “adetullah”…
Devletin maksadı nedir? Temelde ferd ile toplum arasındaki muvazeneyi kurmak; devletin varoluş sebebi bu değil mi?
İki tip devlet vardır. Birinci model devlet; defacto devletler, Avrupa’da kurulan devletler. İkinci tür devletler ise; çoğunlukla Asya’da ve Doğu’da karşılaşılan müteşebbis gruplar ve ailelerle kurulmuş devletler. Biz müteşebbis bir devletiz. Bir grup müteşebbis, teşebbüs edip devleti kurdu. O yüzden biz kafa olarak defacto bir devlet değiliz. Yani Allah’ın emriyle kurulmuş veya kendiliğinden ortaya çıkmış bir devlet değiliz.
Her halükarda iddia bu… Yani aradaki muvazeneyi kuracak. Bunu kurmak için ne lâzım? Her şeyden önce bir dünya görüşü lazım. Bir adam bir meseleye bakarken kriteri olması lâzım. Sen peşinen diyorsun ki “laik’im”; yani “benim hiçbir kriterim yok” diyorsun. Hiçbir kriterin yokken insanlardan müteşekkil toplum ile fert arasındaki muvazeneyi nasıl kuracaksın?
Kuramıyor, problem orada zaten. Şöyle yapılması lazım; jeo-fiziki olarak Anadolu’da bir devlet var. Aslında Anadolu’nun devleti değil… Bir İngiliz'in, Hollandalı'nın, İsviçreli'nin olabilirdi; ama benim devletim değil gibi duruyor. Ben vatandaş/halk olarak laik değildim ve hiçbir zaman da olmadım. Bana ait olduğunu ve benim devletim olduğunu iddia eden devlet kendisinin laik olduğunu söylüyor. Beni de laik olmaya zorladı. Bu sürtüşme çok uzun süre devam etti ve hâlen de devam ediyor.  Ses farklı çıksa da organlar o şekilde davranıyor. Gerçekten hürriyet ve adalet ise benim inandığım, benim kabul ettiğim hür ve adil sistem; yani en mükemmeli, Allah-u Teâla’nın tarif ettiği sistemdir. Allah-u Teâla’nın tarif ettiği sistemin dışında herhangi bir sistemi uygulamaya çalışan herkes özünde Allah ile rekabet ediyordur. Kur’ân’da Allah öyle demiş; ama bu zamanda böyle olur mu? Ama diye bağlaç ile başladığında karşına Allah-u Teâla’yı ve Kur’ân'ı almış oluyorsun. Artık benim seninle herhangi bir zeminde birleşme ve uzlaşma ihtimalim yok. Çünkü ben dünyayı din temelli olarak tanımlıyorum. O adam laik, çünkü sekülerist temelde tanımlıyor. O diyor ki “biz ölünce toprağa karışacağız, moleküler düzeyde üzüm dalları arasında giden bilmem ne minerali olacağız” ve dolayısıyla o toprakta çürüyeceğini zanneden bütün insanlık âleminde 80-90 senelik bir ömürden ibaret zanneden bir kafayla “laik-sekülerist” devleti kuruyor. Tamam ben öyle düşünmüyorum, benim için dünya hayatı ayrıntı. Benim için ahiret diye bir gerçek var. Dolayısıyla o kendi inanışına göre “laik-sekülerist” bir sistem kurabilir ve bunda mutlu-huzurlu olabilir. Çünkü o dünyaya bu açıdan bakıyor. Ben ise ahirete inanıyorum… Ben 80-90 senelik insan ömrünü bir ayrıntıdan ibaret olarak düşünüyorum. Benim hayat ve dünya tanımlamamdaki devlet hiç de o adamların söylediği gibi değil. Peki, “illâ o adamların dediği gibi olmalı” diye birisi dayattığında neyi dayatmış oluyor? Benim amentümü değiştirmeye çalışıyor. Bu noktadan itibaren ben mücadele vermeye başlıyorum. Cihad bu! Bütün bunların arasında maslahat kararı alabilirim. Bütün bunların arasından mücadele kararı alabilirim. Bütün bunların arasında fikrî zeminde kendimi anlattığım biçimde, kamuoyuna bir şeyler anlatma biçiminde mücadele kararı alabilirim vesaire vesaire… Ama diyorum ki, ben ahirete inanıyorum, daha önemlisi ben dünyaya doğmadan önce bir hayatım olduğuna ve bu hayatta Allah-u Teâla’ya söz verdiğime inanıyorum. O verdiğim söze istinaden dünyaya geldiğime inanıyorum. Sonra verdiğim sözün merkezinde bir imtihan hayatı yaşadığıma, öleceğime ve bunların hesabını vereceğime inanıyorum. Daha da önemlisi 80-90 senelik ömrün hesabını vereceğime inanıyorum. 80-90 senelik dediğiniz hayatın mini minnacık bir rüya ve küçücük bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Sense, her şeyin buraya ait olduğunu ve burada olduğunu düşünüyorsun. Ben şimdi seninle burada ayrılmaya başladım. Dolayısıyla sen böyle bir hukuk sistemini, eğitim sistemini, böyle bir devlet sistemini, temelinde “maddecilik-dünyacılık” olan, öldüğümüzde toprak olacağımızı düşünen bir modeli bana dayatmaya başladığında ben seninle anlaşamıyorum. Ve sen bunun “özgürlük(!)” olduğunu söylüyorsun; ama benim hürriyetimi kısıtlamış oluyorsun. Sen bunun demokrasi olduğunu söylüyorsun; ama kendi sekülerist şovenizminle bana baskı yapıyorsun. Ve problem şurada; Fransız yazar Roland Barthes “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” diyordu. Benim ne söylemem gerektiğine, nerede söylemem gerektiğine, hangi tonda söylemem gerektiğine, ne zaman söylemem gerektiğine karar veriyorsun. Bunları da modernlik diye dayatıyorsun. Ben senin söylediklerini, duymak istediklerini söylemediğimde beni suçluyorsun. Faşizmin özü bu.  Sekülerizm bu yüzden en temel faşizmdir. Batı medeniyeti bu yüzden en büyük faşisttir. Ben de şunu söylüyorum; “ben kendi söylemek istediklerimi söyleyeceğim, senin söylediklerini söylemeyeceğim. Ben kendi istediğim gibi dua edeceğim, senin istediğin gibi dua etmeyeceğim. Ben kendi inandığım Allah’a tapacağım… Senin dün ürettiğin ve yarın da yenisini üreteceğin herhangi bir tanrıya, herhangi bir puta tapmayacağım.” Çünkü atam olarak kabul ettiğim Hazreti İbrahim’den devralınmış miras kavgalarım var. Bizde put kırmak sünnettir ve çok büyük eğlencedir. Ben bütün gençlere tavsiye ediyorum put kırın, acayip eğlenceli, acayip faydalı ve realiteye etkisi var.
Burada ilave etmekte fayda var. Daha önceki yazı çalışmamda geçmişti. Kur’an’da bir sürü ayet var putperestliğe ve putlara yönelik… Bu dönemde güya put yok ya, o zaman bu kadar ayet niye var? Sonra bakıyorsun nereye dönsen put… Günümüzde “put”un ve “putperestliğin” yeniden tanımlanması gerekmiyor mu?
Yeniden tanımlanması gerekmiyor. Allah-u Teâla her bir ayetinde bize söylüyor; “onlara deseniz ki, siz bunlara mı tapıyorsunuz? Onlar da diyecekler ki; hayır… Biz Allah’ın varlığını biliyoruz, sadece aracı ediniyoruz.” Ben size bir şey söyleyeyim mi? Kureyş’in putperestleri gelse bu zamanın putperestlerini görse tövbe estağfurullah çeker…
Çünkü o aracı değil mi? Şimdikiler doğrudan puta tapıyor…
Aynen öyle, şimdikiler direkt puta tapıyor, o adam sadece aracı ediniyordu. Kureyş’in putperestleri Allah’ın varlığına inanıyordu yahut da Yunan’ın putperestleri diyorlar ki, “Allah vardır, Allah birdir bu benim aracım”. Şimdikiler ise direkt putun kendisine tapıyor. Eski çağların putperestleri gelse bunları görse “tövbe estağfurullah” çeker, “bunlar kâfirdir” der. Bu sebepten dolayı yeniden tarifinin yapılmasına gerek yok,  zaten belli putperestliğin ne olduğu; fakat şöyle bir durum var, adam kendi evinde puta tapıyorsa, benim onunla bir problemim yok. Beni tapmaya zorladığı andan itibaren problem başlıyor. Benimle olursa ben o problem çözülene kadar peşini bırakmıyorum, çok sıkıcı olabilirim. Bütün o laikler, seküleristler için çok sinir bozucu, sıkıcı, tehlikeli olabilirim onların perspektifinden.
Bu kadar laiklik, seküleristlik deyince insanın aklına sermaye geliyor. Ardan Zentürk diyor ki; “Gladio-C sermayedir”… Ama biz diyoruz ki “Gladyo ayrı”, o kadar çok şey vardı ki, sıra gelmiyordu. Etrafı düşünce ortada kaldılar. Bu iş nasıl halledilecek? Aslında bu işin bir kısmı halledilmiş gibi duruyor. Lâkin şöyle de bir örnek var; Cumhurbaşkanı ne zaman “faiz düşsün” dese dolar zıplıyor. Bunu kim zıplatıyor? Belli ki piyasada buna müdahale ediliyor. Kim müdahale ediyor, neden müdahale ediliyor ve bunlar neden takip edilmiyor, müdahale edenlere neden gereken yapılmıyor?
Sermaye ve faiz konuşurken, öncelikle şununla başlamak istiyorum. Müslüman'ın yüksek faize karşı çıkması lazım. Müslüman faize karşı çıkar. Paradan para kazanmak, risksiz para kazanmak, kumar, faiz haramdır; zekat ise farzdır. Eski Merkez Bankası Başkanı diyor ki, “Keynes’in kitaplarını yakalım”.  Ekonomi Bakanı diyor ki, “sen hâlâ yakmadın mı?” Bize bu lazım. Müslümanlar hep birlikte bu şekilde hareket edecekler. Birisi “sen Müslüman mısın?” diye sorduğunda “Elhamdülillah Müslümanım” dedikten sonra arkasından şunu söylemeli “faiz haramdır ve ben faize karşıyım!”… “Düşüğüne mi; yükseğine mi?” sorusunu konuşmak saçma. “Düşük faizle yüksek faiz arasında hiçbir fark yoktur” diye net bir şekilde tepki gösterilmeli. İkinci kısım ise parayı nasıl tanımlandığın; çünkü para bütün hayatını değiştiriyor. “Para ne demek?” sorusunun bir sürü cevabı var ekonomi sözlüklerinde, tabirlerinde… İşin sırrı şurada “bir Müslümana göre para nedir?” Devletin garantisi altındaki alacak demek… Yani benim elimdeki kâğıt banknot kendisi mi bir değer bulur; yoksa bu bir alacağı mı temsil ediyor? Bu bir değer değil, bir alacağı temsil ediyor. Devlet parayı basıyor, benim sermayem, hazinem var, bu hazinenin içinden “20 lirası bu adama aittir” diyor.  Ben o kâğıdı elime aldığımda o devletteki hazinenin gerçek değer altın, tarım, toprak, petrol devlet servetini her neyle yapıyorsa onun içinden bugün o 20 TL’lik bölümün sabitlenmiş bir birimi bana aittir ve kâğıt da onu ispatlıyor. Sonradan devletten alacağım olmuş oluyor. Ben ekmek alırken parayı verirken diyorum ki “benim devletten alacağım vardı ya, o alacağımı sana devrediyorum, sen elindeki değeri bana ver”. İşin sırrı şurada; o adamın elindeki ekmek bir değer; ama benim elimdeki kağıt bir değer değildi. Benim devletten alacağımı ben o adam devrettim, elindeki değeri aldım. Parayı sen böyle tanımlıyorsan iş değişir. Ama, “para da bir değerdir” dediğinde o zaman değişir paranın tarifi… Her şeye parayı nereye koyduğun ve nasıl tarif ettiğinle başlayacaksın. Sonra, ikinci olarak Müslüman’a “eder nedir, fiyat nedir, değer nedir” öğreteceksin. Bu ikisi arasındaki farkı bilmeden değeri anlaman mümkün değildir. Bu da ikinci büyük hatamız. Bu tarifler Müslüman’a göre hatalı ama bir Avrupalı, Yahudi’ye göre doğru… Müslüman’a göre hatalı tariflerle Müslüman gibi yaşamaya çalışırsan; kendini kandırırsın, debelenirsin, oyalanırsın. Faiz düşsün falan diye de uğraşırsın… Müslüman faiz düşsün diye uğraşmaz; faiz düşsün diye uğraşan Müslüman gaflet içindedir. Müslüman, faiz kalksın diye uğraşır. Ne diyecek peki bu adam Allah-u Teala'ya? “Senin eline fırsat verdim, senin eline imkân verdim; ama sen faiz kalksın diye bir kere bile uğraşmadın.” “Ya Rabbi, Keynes 1900’lerde bir sistem kurmuştu, II.Dünya Savaşı’ndan sonra da ekonomi öyle bir hâle gelmişti ki, onu kaldırmaktansa gösterge faizinin dokuzlardan dört buçuklara geriletmenin…” Sen ne anlatıyorsun, kime anlatıyorsun?..  Müslüman düşük faizden, yüksek faizden şikayet etmez, Müslüman faizden şikayet eder. Bu perspektiften sermayeye dönüp baktığında karşına ne çıkıyor biliyor musun? Bir yere para biriktirmiş insanlar, paralarını korumaya çalışıyorlar ve dünyanın en kârlı ticaretini yapıyorlar.
İçeride de biriktirmiyorlar, dışarıda biriktiriyorlar…
Zaten önemli değil ki, ellerinde kağıt para olarak bir şey yok. Adam parayı bir şey zannettirme derinliğini bana ezberletiyor da, kendisi bunun beş kuruş etmediğini biliyor. İki rakamı kağıda, deftere yazıyor ve o para onun elinde. Hangi kasada tuttuğunun artık bir önemi yok. Adamın derdi paradan para kazanmak. O paradan para kazanma derdi devam etsin diye “faizlerin yüksek olması lâzım, yeni bir ekonomi modeli lazım”  diyor, ardı arkası kesilmeyen ve kendi çıkarlarını koruyucu tedbirler alıyorlar. Bu insanda kaç bin senelik Yahudilik birikimi var, para kazanma tecrübesi var; sen ise bir Müslüman olarak bunlarla hiç uğraşmamışsın… Misal, samandan ev yapmışsın, “bu bile çok” demişsin. Doğru yapmışsın elhamdülillah da, karşındaki adam 5 bin senedir şeytan ile işbirliği içerisinde para ve servet meselesine kafayı yormuş… Tonlarca mantıklı açıklaması var. Aslında temelinde istidraç olan açıklamalarla senin karşına geliyor. Faizin şart olduğunu söyleyerek para kazanmak ve servetine servet katmaktaki motivasyonu, ortaya değer çıkartmak ve o ortaya çıkardığı değeri sana satmak, elindeki paraya senin ihtiyacın olduğuna seni ikna etmek ve o parayı ihtiyaç haline mecbur etmek ve sonunda o parayı sana satmakta fayda var. Sistemin işleyişini şöyle açıklayalım; Nijerya’da 800 milyon dolarlık silah alımı onaylanacak, 800 milyon dolarlık silah alımı Batı için kârsız, niye ne güzel satacak işte! Hayır hiç borçlanmıyor ki, elinde o kadar para var. O zaman ne yapacağız? Bunu borçlandırmak gerekiyor. 800 milyon dolarlık silah satışı değil de, 1,5 milyar dolarlık ihtiyacı olduğuna ikna edeceğiz. Bunu nasıl ikna edeceğiz? “Boko Haram” diye bir örgüt var. O örgüt olay yapacak, o olay yaptığında ülkenin güvenlik ihtiyacı olacak, silah sarfiyatı artacak… Polislerin ve askerlerin alması gereken silahlar artacak ve “800 milyon dolar değil kardeşim, 1,5 milyar dolar ihtiyacınız var” diye kendi içindeki adamlar vasıtasıyla ikna edecek. Ve bu adamlar 700 milyon dolar daha borçlanacaklar… Bunlar borçlandığı andan itibaren,  paçayı kaptırdılar ve paranın sahibi olan adam paradan para kazanmaya başladı. Ve derdi silah satarak para kazanmak değildi. Derdi onu borçlandırmaktı. Çünkü faizle para kazanıyor.
Bahsettiğimiz bu balon paranın real olarak hiçbir karşılığı yok, peki bütün balonların patladığını var sayarsak o zaman piyasa ne olur? Kim nerde kalır? O çok büyük Amerikalar ne olur? Bu hiç konuşulmuyor ve üzerinde hiç düşünülmüyor.
Ne piyasası, piyasa nerede kalıyor… Amerika dediğiniz ülke kendi bastığı parayla borçlanan bir devlet… Adam doları basıyor, yine dolarla borçlanıyor; ne kadar mantıksız ve çelişkili bir durum. Değeri olmayan bir kağıt parçası basıyor ve kendi ürettiği şeyle borçlanıyor. Aslında borçlanmış olmuyor… Altınla niye borçlanmıyorsun Amerika? Altın bir değer mesela… Ticaret içinde çok kullanışlı bir para birimidir altın-gümüş… Bunlarla borçlansa! Borçlanmaz… Kemalist sermayenin, gerçek gibi davranmayışı bu ülkeyi defalarca batırmıştır. Ve bundan sonra batırmaya da devam edecektir. Çünkü derdi paradan para kazanmak, bir şey üretmek değil…
Devletin bu konuda alması gereken tedbirler nelerdir?
Çok şey var… İlk başta; bu üretim ekonomisini ve katma değer ekonomisini bize öğretmek zorunda bu devlet… Vatandaşın üretmenin ne demek olduğunu öğrenmesi lazım. Taksiciler, esnaflar, satıcılar ve işçiler de dâhil… Sonrasında ise katma değer ekonomisinin ne olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Mesela; çok basit bir sandalye yapıyorsun, 1,5 liraya mal ediyorsun 2 liraya da satıyorsun. 50 kuruş kâr ediyorsun meselesine takılmıyorum; o sandalyeyi daha pahalıya da satabilirsin katma değerle. Devletin bize bunu öğretmesi gerekiyor.
Bir de burada kârdan ziyade daha ulvî bir ideal gerekmiyor mu çalışmak için? Devlet için değil toplum olarak…
O çok bireysel bir şeydir. Devlet ulvî şeylerin peşinde olmaz. Bizim İslâmiyet’le ne kadar yakından ilişkili olduğumuz, İslâm’la, Kur’an-ı Kerim’le aramızdaki problemleri ne kadar çözüp-çözmediğimizle doğru orantılıdır. Devlet ulvî bir şey değildir ki… Devlet nedir ki, çöpümüzü toplar ve denetimi yapar. Başka ne yapsın devlet?