Kemalizm'le Siyonizm arasındaki karşılıklı sevgi, sadece çıkar ilişkileri bağlamında değerlendirilemeyecek ontolojik, varoluşsal, yapısal kökenlere dayanıyor.

Sizin tabirinizle “devlet görünümlü korsan yapı terör örgütü İsrail”in kuruluşuna kısaca değinir misiniz?

Meseleyi özetleyip ve sadece kırılma noktalarına temas edeceğim. Bugünkü sürece baktığımızda 1830’lu yıllardan başlamak gerekiyor. Yani tarihî olarak daha eski tarihlere giden ve o Filistin coğrafyasında bir Yahudi devleti kurmak şeklinde projeler var ama bunlar tarihi akış içerisinde kesintili kalmış, arkası gelmemiş. Dolayısıyla bugünkü sürecin başlangıcı bana göre 1830'larda İngiltere’dir. Orada doğmuş olan fikri, İngiliz devleti çok hızlı bir şekilde benimsiyor ve 8-10 sene gibi bir süre içerisinde İngiltere'deki bazı şahısların spekülasyonu olmaktan çıkıp İngiliz devletinin politikası haline dönüşüyor. Mesela 1850’lerde İngiltere’deki büyük Yahudi sermayedarları bu işin içine girdi. Filistin topraklarında ilk sistematik arazi alımlarını başlattı. Bu bir kırılmadır. 1870'lerde bütün zamanların en büyük Yahudi kapitalisti meşhur Rothschild işin içerisine girdi. Hatta kendisine projeyi pazarlamaya gelip karşılığında destek isteyecek olan bir Yahudi hahama daha söze yeni başladığında çek defterini uzattı, “içini siz doldurun” diyerek açık çek verdi. Aynı tarihlerde ve özellikle Rothschild sermayesinin de desteğiyle ilk yıllarda ilkel bir şekilde, tarım okulu, ziraat, çiftlik gibi modern tekniklerle masum görüntüler altında kurulmaya başlandı. Tabii bu sıralarda yüksek sesle dillendirilen hiçbir siyasi amaç ortada yok. Sonra 1890'larda meşhur Theodor Herzl, bugünkü bildiğimiz kurumsal biçimiyle Siyonizm’in başlaması ve I. Siyonizm Kongresi önemli bir kırılma oldu. Artık iş siyasi boyuta da taşınıp açıkça dile getirilip, kurumsal ve sistematik bir süreç haline dönüştü. Bu arada merhum II. Abdülhamid Han’ın bunların ayak oyunlarını boşa çıkartma çabaları da oldu. Sonra bir diğer önemli kırılma ise 1917 Balfour Deklarasyonu’dur. İngiliz devleti 1830'larda ama gizli bir proje halinde üstlenmiş olduğu Filistin topraklarında bir Yahudi Devleti kurulma hedefini aleniyete döktü ve bütün dünyanın önünde bunu Dışişleri Bakanı üzerinden yazılı bir taahhüt haline getirdi.

Aynı tarihlerde en az İngiltere kadar Amerika da yani Amerika içerisindeki Siyonist ve kapitalist çevrelerin baskısıyla, bugün olduğu gibi en az İngiltere kadar İsrail davası benimsendi ve hemen Balfour Deklarasyonu ile Filistin, I. Dünya Savaşı içerisinde Kudüs 1917 sonunda İngiliz ordusu tarafından işgal edildi, Osmanlı'nın elinden alındı ve ondan sonra I. Dünya Harbini müteakip Versay sistemiyle orada da manda yani himaye yönetimi ilan edilip, Cemiyeti Akvam namına İngiltere tarafından üstlenildi. Dolayısıyla Filistin toprakları artık fiziki ve fiili İngiliz hakimiyetine girdi ve içinde aslında birçok kırılma barındıran ama bence başlı başına müstakil bir kırılma noktası diyebileceğimiz 1918-1948 İngiliz hakimiyeti yönetimi süreci oldu. Artık iyice açığa çıkmış bir şekilde İngiliz devleti var gücüyle, ileride planlanan İsrail'in altyapısına hazırlanmış oldu. 1936 Arap isyanı ve hemen arkasından 1939'da harbin başlamasıyla biraz frenlendi, Arap kamuoyunu da kaybetmemek, tamamen Nazi Almanya’sı yanlısı haline getirmemek mülahazasıyla. Fakat bunlar o gün için bile dikkatle bakabilen herkesin görebileceği kadar net aslında. Adam kandırmaca hamleleri, ayak oyunları ve bunun için de iş dramatik boyutlara taşındı. Mesela bir lordun öldürülmesi gibi. Lord Moyne Ortadoğu'dan sorumlu İngiliz Devlet Bakanı. Görevi gereği büyük ölçüde Mısır'da ikamet ediyor ve 1942 başındaki ünlü Struma gemisinin faciasının aslında fiili sorumlusu. Bölgedeki Arap kamuoyunu nefret ettirmemek için İngilizler böyle Yahudi karşıtı bir tavra da girebiliyorlar rahatlıkla. Çünkü o tarih Afrika cephesinde Müttefiklerle Mihver arasındaki savaşların en kritik, en kızışık dönemine denk geliyor. Yani 1942 yılından bıçak sırtında gidiyor bayağı. İşte bundan sebep Struma faciası yaşanınca onun intikamını almak için 2-2,5 sene sonra 1944'te Kahire’de Siyonist teröristler Lord Moyne’u öldürüyorlar. Şimdi normal şartlarda hiçbir devlet hele hele İngiltere devleti kendi bakanı seviyesinde birinin böyle öldürülmesi gibi bir olayı ortada bırakması mümkün değildir. Mutlaka bunun peşine düşer, kendince sorumlularını yakalar vs. Fakat hiçbir şey yapmıyorlar. Başbakan Winston Churchill Siyonist olduğunu defalarca iftihar ederek açıklamış olan bir isim. Batı’da çok yaygın olan “Bir insanın Siyonist olması için illa Yahudi olması gerekmez” sözünü de bilebildiğim kadarıyla ilk defa telaffuz etmiş bir isim. Hatta harbin bitimiyle beraber iyice şiddetlenerek devam eden İngiliz ordusuna da yönelik Yahudi terör hareketleri karşısında -gene beklersiniz ki- İngiliz Devleti her devletten bekleyeceğiniz gibi bunlara en azından aynıyla cevap versin. Böyle bir şey yapmadıkları gibi mesela 1946'da King David Oteli bombalanması olayında, İngiliz Devleti, İsrail topraklarını terk etme kararı alıyor; fakat bunun mağlubiyet olduğunu kabul etseler de Mısır'dan çıkmayacaklarını söylüyorlar. Tam da İngilizlere yakışır iğrenç bir tavır; sanki olaydan Mısırlılar, Araplar, Müslümanlar sorunluymuş gibi. 1947-1948-1949 dönemleri kritik seneler. 1947'yi kritik kılan Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulundaki “taksim oylaması”, yani “hukuken Filistin’deki topraklar Müslümanlarla Yahudiler arasında taksim edilsin, yan yana iki tane bağımsız devlet kurulsun” kararı. 1948’de İngilizler çekilir çekilmez aynı gün Ben-Gurion'un Tel Aviv’de bağımsız İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmesi ve sonra iki dönem halinde yaşanan 1948 harbi. 1949'da Müslüman ülkeler ve bazı Batı ülkeleri hariç başta Türkiye olmak üzere dünyanın geri kalan kısmının adeta İsrail'i tanımak için sıraya girmiş olmaları ve artık uluslararası meşruiyete, tanınırlığa, dolayısıyla dokunulmazlığa sahip, adeta “normal bir devlet” halinde dünya sahnesinde vücut bulmuş olması. Bunlarla İsrail’in kuruluş süreci tamamlanmış oluyor.

Türkiye’nin İsrail’i kabul etme hususunda “sıraya girmesi”, mecburiyet miydi?

Türkiye’nin kabul etme hususunu ayrı değerlendiriyorum. Türkiye çok daha eski tarihlerden itibaren Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden dönemde Siyonizm davasına o dönemlerin uluslararası siyasi dengeleri icabı çok fazla belli etmemeye çalışarak canı gönülden destek vermiş vaziyetteydi. Dolayısıyla Türkiye’nin tanıması öyle kerhen bir tanıma, birtakım büyük dış güçlerin baskılarıyla gerçekleşmiş bir tanıma değil. Çünkü Cumhuriyetin kurucu felsefesi, ideolojisi ile Siyonizm ya da genel olarak Yahudi dini inancı, kültürü arasında zaten çok ciddi yakın bir ilişki olduğu için -onlardan bize doğru geçişkenlik tarzında, tek taraflı bir ilişki- dolayısıyla kerhen bir tanıma değil. Ama 3 yıllık süreç içerisinde öyle bir görüntü de dışarıya karşı veriliyor. Mesela Sierra Leone örneğini ya da Liberya örneğini zikredebiliriz. Üçte iki oy çoğunluğu gerektiği için mesela birinci oylamada yakalanamıyor. Birleşmiş Milletler anayasasında öyle bir kural olmadığı halde Amerika'nın fiili bir durum meydana getirmesiyle diyorlar ki “Bu oylama sayılmaz bir daha yapacağız.” O arada böyle küçük, zayıf, dolayısıyla dış baskıya son derece açık ülkelere Amerika çok çiğ bir şekilde baskı yaparak yükleniyor. Mesela Afrika'nın Atlas Okyanusu sahilindeki küçük ülkelerinden bir tanesi olan Siera Leone. Bunun aşağı yukarı tek ihracat kalemi kauçuk. O da Amerikan lastik firmaları tarafından çekiliyor. Amerikan başkanı Harry S. Truman’ın bastırmasıyla o alıcı firmalar devreye giriyorlar. Bunlara “Buradaki oyunuzu değiştirmezseniz ihracatı unutun.” diyorlar. Yani bu o ülkenin ekonomik olarak ipinin çekilmesi demek, çünkü başka hiçbir gelirleri yok. Onlar da oylarını değiştiriyorlar. Bu örnek üzerinden değerlendirdiğiniz vakit ülkelerin büyük kısmının böyle olduğunu fakat Türkiye'nin böyle olmadığını ve gönüllü tanıdığını söyleyebilirim.

Kemalizm ve Siyonizm

“Gönüllü tanıma” dediniz. Bu biraz da İsrail’le Kemalizm’in felsefesinin birbirine olan yakınlığı yahut birbirini destekler mahiyette bir öze sahip olması dolayısıyla oldu değil mi?

Aynen öyle. Karşılıklı oldu.

Peki, bugün İsrail’in Kemalizm’i veya Kemalistlerin Yahudileri sevme sebebi nedir?

Takdir edeceğiniz gibi önemli ölçüde bu sorunun cevabını şimdi hiç sansürsüz veremeyiz. Farz edin ki siz bana sanki kozmoloji ve astronomiye dair bir soru sordunuz. Ben de o konuda ne biliyorsam, ne düşünüyorsam rahat, hür bir şekilde anlatıyorum. Bu soruyu bu şekilde cevaplandıramayız. Çünkü öyle yapalım dediğimizde tahmin ediyorum 5816’yı ihlal eden en az 30-40 tane suç işlemiş oluruz. Dolayısıyla şimdilik şöyle diyebilirim; Kemalizmle Siyonizm arasındaki karşılıklı sevgi, sadece çıkar ilişkileri bağlamında değerlendirilemeyecek ontolojik, varoluşsal, yapısal kökenlere dayanıyor. “Siyonistlerin şu şu hesapları nedeniyle bizimkilere karşı bir sempatileri vardı.” ya da “Bizimkiler İsrail'i şöyle çıkar hesapları yaptıkları için desteklediler.” falan değil. Ki yani genellikle devletler arası ilişkiler böyle yürür. Meşhur sözdür, denir ki, “İngiltere'nin, Amerika'nın dostu yoktur, düşmanı yoktur, çıkarı vardır.” Reel politik denilen bu durumun dışında çok daha varoluşsal temelli ontolojik kaynakları var karşılıklı sevginin. Bu alt başlık, bundan sonrası 5816 kapsamına girer. Fakat gene de merak edenlere mesela Ilgaz Zorlu'nun “Evet Ben Bir Selanikliyim” kitabını, Cengiz Şişman'ın “Suskunluğun Yükü” kitabını, David Bayer'in “Selanik Dönmeleri” kitabını tavsiye ederim. Orada, 5816 nedeniyle benim şimdi veremediğim cevaplarla ilgili aslında çok tatminkâr ve ayrıntılı açıklamalar görürler. Bir de o günlere mahsus kapı yoldaşlığı durumu var. Her iki ülke de yani İsrail'le Türkiye de bu dediğim kritik 3 sene ve onun devamı içerisinde dünyanın genel şekillenmesi, malum soğuk harp yani Sovyet bloku karşısında Amerikalılar, aynı blokta yer almış ama biri o blokun aslında derin efendisi, diğeri o blokun kölesi, ücretli çalışanı konumunda olmakla beraber bir de aynı blok içerisinde yer alıyor olmalarının da etkisi var. Mesela bu durum 1958'deki Gizli Çevresel Paktında kendini çok daha net ifade edecek.

Kemalizm’in tek parti devrinde azınlıklara karşı bir terör kampanyası başlatılmıştı ırkçı-Türkçü akım tarafından. Yahudiler de bundan payını aldı. Fakat günümüzde ise tam tersine Türkçüler Yahudi seviciliği yapıyor, Arap düşmanlığı altında İslam düşmanlığı yapılıyor. Bu iki hadiseyi değerlendirebilir misiniz?

Cumhuriyet tarihi sınırlarının dışına çıkmamız lazım. Çünkü Türkiye'de bu anladığımız manada ırkçı Türkçü akımın başlangıcı Cumhuriyet öncesidir. Hatta kökenine gidecek olursak II. Abdülhamid devrine kadar götürülebilir bu. Fakat daha ele gelir hale gelmesi İttihat ve Terakki dönemindedir. Bu aslında fevkalade derin bir Siyonist oyunun, bir komplonun ürünüdür. Çünkü Türkçülük ideolojisi pazarlanmaya başlandığı sırada tamamen doğal sebeplerden kaynaklanan ciddi bir İslam birliği akımı vardı. Siyonistler bu coğrafyanın insanlarına, tabii şunu diyemezler, “İslam Birliği hülyasını bırakın, gidin Siyonist olun.” çünkü Yahudi değiliz biz. Fakat maksat İslam birliğinden uzaklaştırmak olunca, bu sonuca hizmet edecek ve hedef kitlenin önüne de cazip gelebilecek bir şey konulması lazım. İşte “Türkçülük” bu fikrin ürünü olan bir icattır. Yani “Siz İslam Birliği hayalini bırakın, Turancılık, Türk Birliği, Orta Asya'yla yeniden bir araya gelip Büyük Türk Devletini kurmanın peşine düşün.” diyorlar. Bu sadece benim gibi birkaç kişi tarafından dile getirilen bir akli çıkarım, spekülasyon değildir. Mesela çok ilginç, o tarihte bu ideolojinin kurumsal sahibi olan Türk Ocaklarına, -İttihat ve Terakki dönemidir- çok şaşaalı, büyük bir genel merkez binası inşa ediliyor. Bu inşaatın masrafını Amerika'daki bir Yahudi milyarder karşılıyor. Şimdi bu bilgi, vakıf olan herkesin ağzını açık bırakması gereken bir meseledir. Çünkü 1910'lu senelerin Osmanlı’sında Amerikalı bir Yahudi kapitalist, İstanbul'da özü Türkçülük olan bir ideoloji için niçin kucak dolusu para harcasın? Ve nitekim tarihin akışı da aynen böyledir. Yusuf Akçura'nın kitabıyla konuşacak olursak, o gün için “Üç Farz-ı Siyaset” var: İslamlaşma, Garplılaşma ve Türkleşme. Türkleşme alternatifi sayesinde İslamlaşma alternatifini gündemden çıkartıyorlar ve devamında Enver Paşalara, İttihat ve Terakki’ye, devleti yöneten akla baktığınızda tamamen Turancı bir kimlikle karşılaşıyorsunuz! Neyin bedeline, neyin pahasına? Abdülhamid zamanında onun tarafından başlatılmış olan İslam Birliğinin bedeli pasına. Ve o artık Cumhuriyete geçildiğinde de devam ediyor. Şimdi Cumhuriyete geçildiğinde ana hatlarda bir değişiklik yok. Konu artık Cumhuriyetin yönetici aklı açısından, İslam birliğine engel olmak değil İslam'ı bütünüyle, varlığıyla ortadan kaldırmak. Bu fikri 900-1000 senelik bu Müslüman halka apaçık şekliyle kabul ettiremezsiniz. Bu zehrin bir şekerle kaplanması gerekiyor. O zaman da şu oluyor: İslam yerine alternatif olarak Türk milliyetçiliği, Türk ırkçılığı enjekte ediliyor. Çünkü o günlerin milliyetçilik anlayışı kafatasçılığa, kan milliyetçiliğine kadar gider. Cumhuriyetin Tek Parti Dönemindeki bu yoğun Türkçü söylemin kaynağı bizatihi Türklere, Türkçülüğe, Türk kavramına duyulan sevgi değil esasen. Böylece İslam'ın ortadan kaldırılma çabası belli bir ölçüye kadar başarılı da olmuş. Böyle yutturmuşlar millete. Bu kapsam içerisinde evet azınlıklara karşı da hareketler var ama burada en az şiddet ve baskı gören azınlık Yahudilerdir. Mesela doğrulatamadığım fakat yabana da atılamayacak bir kaynaktan edindiğim bilgiye göre -ki bunun özel olarak araştırılması gerekiyor- Varlık Vergisi uygulamasında Yahudi azınlığa uygulanan vergide Ermenilere, Rumlara, -tabii dönmeler de buna dahildir- uygulanan kotanın yüzde ellisinin uygulandığına dair de iddialar var ve aynı sebepten mesela “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarına bu azınlıklar içerisinde en içten gelerek sahip çıkan, destekleyen, bunun canı gönülden propagandasını yapan tek azınlık Yahudi azınlıktır.

Moiz Kohen bu işin neresindeydi? Bu sebepten mi Türkçülük sahasına el attı? Çünkü Türkçülük üzerine çalışmaları var.

 Evet o da bu sebepten Türkçülük sahasına el atıyor! Böyle bir kampanya karşısında Rum ve Ermeni azınlık, doğal olarak tepki veriyor. Hangi azınlık olursa olsun böylesi bir kampanya karşısında ana dilinden vazgeçmeyeceğine dair tepkisini dile getirir veya en azından buna gönüllü olmaz. Rum ve Ermeni azınlıkları da bunu yapıyor. Fakat Yahudi azınlığı buna tepki vermediği gibi, bu kampanyayı canı gönülden, içten gelerek, bütün gücüyle destekledi. Bunun sadece Yahudi’nin çıfıt karakterinden kaynaklanan bir anomali olduğu kanaatinde değilim. Bu az önce ifade etmeye çalıştığım o derin arka plan komplonun ürünü. Çünkü burada mesele azınlıkların Türkçe konuşması ya da şu veya bu dille konuşması değil, Türklük ve onunla bağlantılı değerlerin İslam'ın yerini alabilecek, onu tamamen ortadan kaldırabilecek bir seviyeye, bir etkinlik derecesine ulaştırılması. Ki o zamanlar mesela Türk çoğunluğa da hâdise şöyle pazarlanabilecek: “Bak görüyor musun, elin Yahudi’si bile Türklüğe bizden daha fazla bağlı. Siz ki Türk’sünüz, etnik olarak, kültür olarak, dil olarak sizin Türklüğe sahip çıkmanız lazım.” Ortalama bir insan üzerinde son derece de etkili olabilecek bir söylem tuzağına zemin hazırlayabilecek şeyler bunlar. Yahudiler de bunun içerisinde kendi rollerini oynadılar.

Demin anlattığım çerçevede, bu tür faaliyetler İttihat ve Terakki döneminden başlıyor. Yani belki çoğumuzun zannettiği gibi Cumhuriyetin erken dönemindeki, Nazilerin bile Türkomani diye tabir ettikleri aşırılığın ürünü değil. İttihat ve Terakki döneminden başlıyor. Fakat Cumhuriyetle beraber kendisine İttihat ve Terakki’den de çok daha uygun bir zemin görüyor. Onun da motive etmesiyle var gücüyle devam ediyor Türkçülük faaliyetlerine Kohen. İşte isim değiştirme bunun en sembolik dışa yansıyan kısmı. Burada ilginç, gözden kaçan, çok bilinmeyen bir ayrıntı var. O günün yönetimi bir diğer taraftan bilgi beceri, esneklik, incelik anlamında da çok nasipsiz olduğu için, -çünkü bunlar kişisel anlamda da büyük kısmı İttihat ve Terakki’nin komitacılarıdır- öyle ince hesap yapabilecek, ince ve isabetli stratejiler üretebilecek donanıma sahip insanlar değil. Bu etkinin ürünü olacak biçimde mesela Varlık Vergisi uygulamasında Moiz Kohen ve ailesine oldukça ciddi bir vergi çıkartılıyor. Kohen’de dolayısıyla şöyle bir psikoloji tetikleniyor: “Kendi dini etnik kimliğimden sıyrılma pahasına bütün hayatımı Türklüğe vakfettim” diyor. Yani “kıymetinin bilinmediği” bir yana yani “Türk yönetimi Varlık Vergisinde benim iflahımı kesti” diye düşünüyor ve ondan sonra o derin hayal kırıklığının etkisiyle Türkiye'yi terk ediyor. Harp de bitmiş. Yanılmıyorsam Fransa'da yaşayan yakın akrabaları var, onların yanına göçüyor. Tekrar ismini Yahudi ismine tebdil ediyor ve 50'lerde ölünceye kadar orada yani Türkün “t”sini bile duymaktan nefret eden, kipasını başından düşürmeyen bir Yahudi olarak ölüyor. Kohen’in yaptığı, büyük fedakârlık karşısında büyük bir kazık yemenin tepki psikolojisiydi.

Dil devriminde Yahudi ve yabancı profesörlerin katkısı oldu mu?

Dil devriminde ve bunun özellikle Tek Parti Dönemi uygulamasında sahada bilfiil ve böyle stratejik düzeyde rol almış olan isimler özellikle gayrı Türk azınlıklardan şekillenmiştir gibi bir tanımlama çok da isabetli bir tanımlama değildir. Çünkü bu tanımlamayı yaptırabilecek sayıda, nicelikte ve o kimliğe uygun, azınlık mensubu falan çok fazla insan yok. Agop Dilaçar ve birkaç kişi... Böyle bir genellemeye imkân sağlayabilecek bir nicelik yok. Mesela ona çok yakın harf devrimi ile ilgili Yahudi Avram Galanti üzerinden bunun tam zıddını da söylemek mümkün. Latin alfabesine geçiş tartışmaları başladığında Osmanlı Türkçesi alfabesini şiddetle müdafaa etmiş ve kitap yayınlamıştı. Bu problemi etnik kimliklerden ziyade ideolojik kimlikler üzerinden yorumlamak daha isabetlidir. Bu devrimde İslam kültür birikimi bir gecede çöpe gitmiş oldu ve şimdilik başarılı da oldular aslında.

Atatürk Türkçü müydü? Hulki Cevizoğlu Atatürk Türkçü, İnönü Kürtçü diyor. Siz ne diyorsunuz?

Evet Türkçüydü. Fakat İnönü’nün Kürtçü olduğu uydurmadır. İsmet İnönü ihtilafının bir Türkçü-Kürtçü temeline dayandığı, Kürt olduğundan ötürü karşı çıktığı için İsmet Paşa'nın başbakanlıktan azledildiği falan bunlar tamamen ciddiyetsiz, uydurma sözlerdir.

General Franco İspanya'da zulmettiğinde Kemalizm’in tavrı ne oldu?

Bu özellikle Ekrem König, kaçak uçak alımı meselesiyle bağlantılı olarak aslında halen netliğe kavuşmamış tartışmalı bir konu. Temmuz 1936 İspanya iç harbi başladı. 1937-38 senesinde zannediyorum. Ekrem König, çok karanlık ve bence Cumhuriyet Dönemi tarihinin en örtülü, en bilinmeyen 5 önemli isminden biri diyebileceğimiz, dış bağlantıları çok kuvvetli olan, görünüşte iş adamı birisi. Bir Kanada uçak firmasına 50 savaş uçağa sipariş veriyor ve bunun için bu sipariş Türkiye devleti tarafından verilmiş gibi gösteriliyor. Bununla bağlantılı olarak dış işlerine ait sahte mühürler, evraklar kullanılıyor. Ankara'da Dışişleri başta olmak üzere üst düzey bürokratik çevre arasında da çok fazla ortağı olan aslında bir şebeke bunlar. Daha sonra uçakların teslimatına yakın imalatçı firma bazı şeylerden şüpheleniyor ve bunu Washington Türkiye Büyükelçiliği üzerinden teyit isteyince, olayın sahte olduğu ortaya çıkartılıyor. Türkiye'nin gerçekte böyle bir siparişinin olmadığı, bu uçakların İspanya'daki iç savaşın taraflarından birine gideceği konuşuluyor. Burada kaynaklar karışıyor. Rahatlıkla yabana atılmayacak bazı kaynaklar diyor ki, “Uçakların gerçek alıcıları Cumhuriyetçilerdi.” Bazıları diyor ki; “Franco taraftarlarıydı.” Ben şahsen kendi adıma burada net bir kanaat oluşturamadım. 1944’e kadar bu işin mahkeme safahatı devam ediyor ve bu arada şunu anlıyoruz: Gene 5816 kapsamına gireceği için rahat konuşamayacağım konu; gerçek alıcı kim olursa olsun aracılık eden Türk tarafı bu işten ciddi bir rüşvet elde etmiş ve bu rüşveti paylaşan şebeke en tepelere kadar çıkıyor. Mesela 1944’teki bir mahkeme celsesinde -artık son celseler herhalde- Ekrem König çok kritik isimler de zikreder gibi olunca hâkim bağırarak susturuyor onu. Basın mensupları da var, başkaları duymasın diye hemen celseyi kapatıyor. Aynı dönemde yanlış hatırlamıyorsam Yahya Kemal, bu işin içinde bulunan üst düzey kişilerin kimliği hususunda “Bu herkesin bildiği bir sırdı” diyor. Fakat hiç kimse o bildiği isimleri de zikredemiyor korkusundan ötürü. Bunlar şimdi o dönemi az çok bilen herkese ciddi miktarda fikir verir tahmin ediyorum. Bu bir ilk ama gene günümüzde resmi tarihin, ideolojinin bu başlıkta millete yutturmaya çalıştığı bir yalan! Günümüzde dünya genelinde o dönemle ilgili itibarlı taraf ve aslında bugün için uygarlık tercihi itibarıyla kazanmış taraf Cumhuriyetçilerdir malum. Franco ve Falanjistler tukaka edilen taraf. Yani kimse “onlardan yana” olarak bilinmek istemiyor. Bu sebepten günümüzün ulusalcıları da “Atamız da demokrasiye olan bağlılığı, hürriyetçi antifaşistliği nedeniyle aslında Cumhuriyetçilerden yanaydı ve onlara destek verdi” şeklinde işlerler. Ama bunun karşısına çıkartılacak önemli bir delil var; Franco Uluslararası Hukuk açısından isyan etmiş, dolayısıyla tanınmaması gereken gayrimeşru bir siyasi pozisyonda olmasına rağmen isyanın ilk aylarından itibaren Ankara'da bizim Dışişleri nezdinde gayri resmi kabul görmüş, -zaten başka türlü olması düşünülemezdi- temsilciliği var.

Peki, Hitler-Atatürk ilişkisi nasıldı?

Yahudilerle alakalı kısımda 5816’dan dolayı konuşamayız dedik ya, bu soru için de geçerli. Fakat bu karşılıklı çıkar hesaplarına dayalı yüzeysel bir dostluk, yakınlık değildi. Varoluşsal, ontolojik bir yakınlıktı.

5816 sayılı zulüm kanunu

5816 sayılı kanun sebebiyle tarihte vuku bulan birçok hâdise hakkıyla konuşulamıyor. Bu bile bir gerçeği aşikâr etmeye yetiyor, gerçekleri ortaya çıkarıyor!

Yani, aklı başında olan herkesin çıkarması lazım. Çünkü bu resmen bilimde faşizm demek. 5816’nın varlığı, hakareti, sövmeyi engellemeye dayalı olarak izah ediliyorsa, bu kanuna gerek yok. Evet, birisi bir diğerine sövdüğünde zaten cezalandırılıyor. Zaten bunun cezası mevcut. Fakat 5816’da olayı kritik yapan iki kavram var. Bir hakaret, bir de sövme diyor. Sadece sövme demiş olsaydı bile ben gene de kabul edilebilir bulabilirdim 5816’yı. Gereksiz bir kanun, çünkü var zaten, ama aynı içerikte bir kişinin şahsına özel derdik. Hakaret deyince olayın hukuk açısından rengi değişiyor. Çünkü hakaret kavramı savcının, hâkimin önüne bir dava konusu olarak geldiğinde çok elastiki, alanı çok geniş, yoruma çok açık bir kavram oluyor. Mesela, birisi dedi ki, “1918 Nablus Muharebesinde Filistin'de Atatürk, İngilizlerle el altından anlaştı. Yani resmen ihanet etti, cepheyi açtı, İngiliz hücumunun başarılı olmasını temin etti.” Burada sövme yok. Çünkü buradaki tanımlamada, iddiada tamamen -tarihte öyle olmuştur olmamıştır bu ayrı- tarihi bir vakadan bahsediliyor, bir olayın analizi yapılıyor. Burada kişi metni yazarken dese ki “Eşek Atatürk, böyle böyle yaptı...” Evet bu suç. Çünkü oradaki eşek nitelemesi bilimsel ve tarihi buradaki olayın açıklanmasının gerekli kıldığı şeklinde lanse edilebilecek hiçbir tarafı yok. Bu bildiğin küfür. Bu tür bir seviyesizliğe düşmeden anlatılacak her türlü tarihi vaka tarihçilerin konusudur. Tarihçiler bunu önlerine alırlar, tarih metodolojisi içerisinde iki tarafın tezini, delilini ortaya koyar. Sonuçta zaman içerisinde bunlardan bir tanesi, genellikle doğru olanı kendi tezini, kendi doğruluğunu kabul ettirir, ötekisi de unutulur gider. Bilim böyle bir şey.

Günümüzde de bu tür faşistlikler devam ediyor. Rusya’ya savaş açmışlar, Dostoyevski’yi yasaklıyorlar.

Evet, aynı faşist anlayış. Çünkü hepsi modernite kökenli olduğu için sonuçta kendine hâkim olamıyor, bir şekilde kendisini açığa vuruyor, belli ediyor. Mesela 2018 senesinde Mustafa Armağan Hoca’yı İstanbul'da bir mahkeme “hakaret” üzerinden mahkûm etti. Olay da şu: Latife Hanım'ın ayrıldıktan sonra o zamanın Amerikan gazetelerinden birine yazmış olduğu bir mektup. Burada Mustafa Kemal hakkında ağır ifade var, ama küfür ifadesi yok. Latife Hanım da mektupta “çakma Napolyon” diyor Mustafa Kemal’e. Yani “Mustafa Kemal Napolyon hayranıdır ama onun kötü bir taklididir” diyor. Şimdi burada sövme yok, bir eleştiri var, bir niteleme var. “Mustafa Kemal gerçek tarihi kimliği itibarıyla çakma Napolyon eleştirisini hak etti mi etmedi mi?” bu başka bir tartışma, bu tarihçilerin tartışması. Ama mahkeme bunu hakaret kabul etti ve bunu alıp aynı şekilde dergisinde yayınlayan Armağan mahkûm edildi. Halbuki bu ne olursa olsun bir tarihi belge. Daha ötesi var olayın; aynı mektubun Türkçe çevirisini değil İngilizce orijinalini o olaydan 5-6 sene önce Rıfat Bali kitabında yayınlamıştı. Rıfat Bali hakkında ne soruşturma açıldı, ne mahkûmiyet verildi. Kitap da gene Türkiye'de yayınlandı. Şimdi iş öyle saçma sapan, manyakça bir noktaya geliyor ki, bu metni İngilizce olarak yayınlarsanız ceza hukuku açısından sıkıntı yok. Bunu Türkçeye çevirip yayınlarsanız suç işlemiş oluyorsunuz!

Lozan Anlaşması

Lozan meselesini de konuşmak istiyoruz. Lozan’ın başarı gibi gösterilmesinin sebebi nedir? Haim Naum Lozan’da nasıl bir etkiye sahipti?

Haim Naum malumunuz Osmanlı'nın son hahambaşısı. Lozan'da mevcudiyetinin resmi tarihe göre açıklaması Türk heyetinin Fransızca tercümanlığını yapıyor. Çok iyi bir Fransızcası var, doğru. Zaten şimdi üstü örtülmeye çalışılan detaylardan biri burada kendini gösteriyor. Daha Abdülhamid döneminde İsmet İnönü Harbiye'den yeni mezun. Bugün de aynı sistem Harbiye'den mezun olurken zannediyorum subay adayları kendi sınıflarını belirlerler. İsmet topçu oluyor. Topçu Okulu o gün Halıcıoğlu'nda, Haliç’e gidiyor, sınıf eğitimine başlıyor. O sınıf eğitimi müfredatı içerisinde yabancı dil de var. Dönemin revaçta yabancı dili Fransızca. Haim Naum ile İsmet'in tanışması oradan, çok eski yani. İsmet 23-24 yaşlarındayken onun Fransızca öğretmeni olmak itibariyle Naum ile kişisel bir biçimde yolları kesişiyor, tanışıyorlar. Burası önemli bir nokta, çünkü tek başına ele alırsan hiçbir önemi yok fakat fotoğrafın bütünü içerisinde önemli. Haim Naum gene resmi tarihin anlatımına göre İstiklal harbi yılları boyunca Avrupa'da ve Amerika'da Ankara yanlısı kulis faaliyetleri yapıyor. Fakat 5816’ya değecek olan bir mesele; Haim Naum’un aynı yıllarda Ankara'daki bazı üst düzey zevatın Avrupa'daki gizli yatırımları ile ilgili yatırım danışmanlığı tarzında bir işlevi olduğunu da görüyoruz. Bu hem ilginç hem önemli bir detay. Sonra Haim Naum dediğim gibi Lozan’a işte görünürde Fransızca tercümanı olarak götürülüyor ama oradaki gerçek işlevi artık az çok herkes bunu öğrendi; el altından gizli pazarlıklarla ara buluculuk. Haim Naum’un rolünün dışına çıkan Lozan’ın bütününü karakterize eden şöyle bir boyutu da var. Konferansın daha ilk günlerinde Lord Curzon İsmet İnönü’ye gayri resmi bir teklifte bulunuyor: “Seninle biz asıl pazarlığımızı, görüşmelerimizi resmi müzakereler sırasında herkesin gözü önünde değil geceleri kulis faaliyet içerisinde yapalım” diyor. İsmet de bu usul teklifini kabul ediyor. Ama bilinçli ama diplomatik cehaletinden ötürü Lozan'da Türk tarafının gerçekten başarılı olabilme şansını yapısal olarak ortadan kaldırıyor. Çünkü Lozan'da Türk tarafının şansı maddi anlamda zayıf taraf olduğu için dünya kamuoyunu yanına çekebilmek, haklılığına inandırabilmek bunun için de her şeyi göz önünde yapması lazım ki bunlar basına yansıyacak, dünya kamuoyu da Türk tezlerini destekler hale gelebilecek, İngiltere'nin maddi ağırlığını bu psikolojik, sosyolojik güçle dengeleyebilecek. Bu şansı kaybetti İnönü. Bunu kaybetmenin yanı sıra tabii o türlü gerçek gizli görüşme akışı içerisinde arabuluculara ihtiyaç vardır, işte burada Haim Naum devreye girdi ve en önemli pazarlık konularından bir tanesi Hilafet meselesi oldu. Aslında burada büyük bir çelişme yaşanmadı. Çünkü Lozan diye bir olay hiç olmasa, İtilaf tarafı bize “Ne istiyorsanız kâğıda yazın, konferans yapmaya tartışmaya gerek yok, biz baştan açık çek veriyoruz, bunların hepsini de kabul ediyoruz” demiş olsalardı, Türkiye Hilafeti gene ilga edecekti. Türkiye'nin Hilafeti ilga etmesinin sebebi dışarıdan baskı görmesi değil, kendileri İslam karşıtı olduğu için. Dolayısıyla olayın şöyle yansıtılması da yanlış bir takdim; Haim Naum İngilizler hesabına Hilafeti ilga etmeye bizi ikna edebilmek için çok yoğun bir baskı uyguladı. Lozan'daki tarihi rolü de bu şekilde ortay çıktı. Lozan olmasaydı da ilga edilecek, çünkü bu bir alışveriş, karşılıklı çıkar hesabı değil. Bu gene ontolojik bir mesele. O andan itibaren Türkiye'nin siyasi anlamda kaderini elinde bulunduranların tamamı istisnasız zaten iliklerine kadar İslam karşıtı. Bu insanlar haliyle Hilafeti de ilga edecek, İslam kanunlarını da kaldıracak, defalarca söyledikleri gibi 30 senelik bir plan hazırlayacaklar, kademe kademe İslam'ı tamamen bu topraklardan silmeye çalışacaklar. Ama Haim Naum gene de bu anlamda aslında ne kadar stratejik bir rol üstlendi Lozan'da, bu da tartışmaya açık. Bizimkilerin vermek istemeyip de böyle söke söke onlardan alınmış olan bir taviz yok ortada. Belki şu düşünülebilir; bizimkiler dediğim gibi Hilafet’ten ve İslam'ın bütününden vazgeçmeye dünden razıydı ama karşı taraftan kendi istedikleri cinsten yani -bu maddi taviz demektir- kuponlar meselesi gibi. Osmanlı'dan intikal edecek olan dış borçlar silinsin ya da asgari bir düzeye indirilsin. Ya da sınırlarda alabileceği toprak tavizleri gibi bir kumpas kuruyorlar. Biz kesinlikle hilafeti kaldırmaya gönüllü değiliz de falan ama bir bedelini görelim bakalım, siz ne vereceksiniz. Bu noktada Haim Naum devreye giriyor ve şimdi bu yakın zamana kadar, resmi tarih ve ideoloji tarafından tamamen uydurma olarak nitelendirildi, Hilafet pazarlığı da Haim Naum’un gizli bir arabulucu rolü üstlendiği iddiası. Halen bizim cenah yeteri kadar farkında değil. Benim üzüldüğüm bir nokta, bundan 3-4 sene önce Yeditepe Yayınlarından Muammer Erkul'a ait bir hatırat yayınlandı. Muammer Erkul Tek Parti Döneminin üst düzey şahıslarından. Cumhuriyetin ilanından sonra İstanbul Belediye Başkanlığı, Ankara Valiliği ve Belediye Başkanlığı yapmış sonra milletvekili olarak devam etmiş biri. Niye kimliğini bu şekilde söylüyorum, çünkü her zaman alışılagelmiş olan ulusalcı itiraz argümanı var ya, bunlar “Bunu kim söylüyor, Rıza Nur söylüyor, Kadir Mısıroğlu söylüyor, Necip Fazıl söylüyor, onlar zaten yobaz, Atatürk düşmanı, Cumhuriyet düşmanı, söylediklerine itibar edilmez” şeklinde bir kategorik ret silahına davranıyor hemen. Onların adamı olan Erkul’un hatıratında görüyoruz. Lozan müzakerelerinin devam ettiği günlerden bahsediliyor. Diyor ki, “Bütün Ankara, Hilafet pazarlığı nedeniyle Lozan'da Haim Naum’un devreye girmiş olması dedikodusuyla çalkalanıyor.” Yani anlıyoruz ki, sonraki yıllarda Kadir Mısıroğlu'nun, Necip Fazıl'ın kendi hayal dünyasından uydurduğu bir şey değil. Lozan müzakereleri devam ederken, bunun kokusu zaten çıkmış bütün Ankara'da, İstanbul'da. Üst düzey zevatın diline düşmüş, gizliliği de ihlal olmuş, ortadan kalkmış. Öyle hiç de yobaz uydurması falan değil. Bu kaynak belki de yeni olduğu için bizim cenahta da yaygınlaşmış değil. Haim Naum’un Lozan’daki başarısı daha sonra ödüllendiriliyor ve Mısır Baş Hahamı oluyor. Temmuz 1952’de Hür Subaylar Darbesi oluyor. Mısır'da Kral Faruk rejiminin devrilmesine kadar ve Nasır’la olan samimiyetine de baktığımızda oradaki darbede de çok ciddi rolü bulunuyor Naum’un.

Hakiki tarih 5816 eliyle saklanıyor adeta. Haliyle kendi tarihine düşman bir nesil yetişmiş oluyor. Ortaya da Filistinlilere güya Osmanlıya ihanet etti diye düşman olan ama Osmanlı düşmanlığı yapmaktan da imtina etmeyen ve böyle bir çarpıklık içinde yaşayan bir gençlik peyda oluyor. Öyle bir hal almış ki, tarih sanki bunlara göre 1923’te başlamış. Bu sorunun başında da resmi tarih geliyor. Tarih böyle bir ideolojinin altında mı kalmalı ve artık tekrar yazılması hususunda bir aksi seda bulması gerekmiyor mu?

Diyojen’in İskender'e dediği gibi “Gölge etme başka ihsan istemem.” Hükümet bu konuyu normal bir hale getirse ve başka hiçbir şey yapmasa ki normal hale getirmenin de iki somut ifadesi var. Birincisi; faşist baskı ortadan kaldırılsın, 5816 iptal edilsin, tarih tarihçilere bırakılsın, hukuk mahkemelerinden alınsın. İkincisi; mesela biyoloji kitaplarında bilebildiğim kadarıyla evrim teorisi ile ilgili bahislerde geçmiş yıllara göre, Ak Parti iktidarı öncesi döneme göre yapılmış olan o normalleştirmenin benzeri tarihte de yapılsın. Gerçek tarih anlatılır hale gelsin tabii de, fakat bugünkü hükümetin performansına baktığımız vakit, ufukta böyle bir şey göremiyoruz. En azından müfredattaki, tedrisattaki bu faşist ulusalcı ipotek ortadan kaldırılsın, ideolojik anlamda biraz daha ortaya çekilsin tarih anlatımı. “İdeal tarih, 100 senedir saklanmaya çalışılan tarih, bizzat devletin eliyle açığa çıkartılsın” demiyoruz da biraz daha normalleştirilsin ve gerçek tarihi ortaya çıkartacak olan insanlara üzerlerindeki bu baskı bitirilip hür bir çalışma ortamı sağlansın. Dolayısıyla burada bizim tezlerimizi savunan insanlarla, 100 senedir resmi tarih yanlısı olan tarihçiler karşı karşıya gelsinler. Tarih ilmi platformunda hesaplarını görsünler. Hükümetten bekleyeceğim sadece budur. Bu arada sistematik bir bütün oluşturmayacak şekilde yani parça parça, perakende bazı artılar olarak bu 20 senelik süreç içerisinde Recep Tayyip Erdoğan'ın şahsıyla sınırlı kalacak tarzda güzel çıkışlar oldu. 15 Temmuz 2016'dan 2-3 ay sonra mesela Erdoğan, kamuya açık bir konuşmasında Lozan'ı kastederek “Bize ölümü gösterdiler, sıtmaya razı ettiler” şeklinde bir yorum yaptı ki, ben bunu başlı başına çok ciddi bir kırılma olarak kabul ederim. Bunlar artı ama eksisi şu; Erdoğan’ın bu perakende açıklamalarıyla sınırlı kalan bu güzellik, onun iktidarı dönemi boyunca sistematik bir yapıya, bir akışa, bir bütünlüğe sahip olamadı. Tam aksinin çok sayıda örneğini gördük. Bunlardan bir tanesi bizzat benim başıma geldi. 2014 senesi sonbaharında, o zamanki bir televizyon kanalında Kanal A'da yaptığım bir programda söylemediğim bir cümle bana söyletildi olarak yansıtıldı. Merkez medya ve RTÜK’teki CHP'nin atadığı üyeler tarafından. Ben orada, “Atatürk döneminde bazıları onun gözüne girmek için uluorta Allah'a küfrederdi.” dedim. Bunu kaydeden tarihi kaynaklar mevcut. Merkez medya ve RTÜK aldı bunu, “Atatürk'e Allahsız dedi” şeklinde tamamen çarpıtarak, iftira atarak yansıttı. Bu Hürriyet’te manşet oldu web sitesinde. Ortalık karıştı. O zaman RTÜK’ten de sorumlu Devlet Bakanı Yalçın Akdoğan demeç verdi. “Hiç kimse Atatürk'e ve İnönü'ye dil uzatamaz. Bu yanlışı yapanları biz cezalandırırız.” minvalinde bir şeyler dedi.

Yani bu tam da “Hazreti İbrahim kızını boğazlıyordu...” diye başlayan fıkraya benziyor, her tarafı yanlış! Çünkü Atatürk'e “Allahsız” demedim. Bu anlama gelen, böyle bir ima yükü taşıyan bir cümle bile kurmadım. Burada ancak bir CHP iktidarında CHP'li Bakandan beklenebilecek tepkiyi, Ak Parti'nin devlet bakanından gördük.

Bilakis CHP’den çok AKP’liler sahip çıkıyor Kemalizm’e ve putlarına. Kraldan çok kralcı davranıyorlar.

Tarih meselesinin dışında bir mevzu ama bu gibi konularda Erdoğan kişisel olarak çok daha düzgün bir yerde duruyor, hakkını teslim etmek lazım. Daha başka birçok konuyla beraber ama onunla çelişkiye düşen ve kendi kadrosuna ait olan bu yanlış tavırlar üzerinden Erdoğan'ın da çok temel bir yanlışı var: Adam seçmeyi bilememek! Şimdi diyoruz ki Erdoğan doğru, iyi yapıyor ama etrafı bozuk! Şimdi bu bir tek olaya, bir tek örneğe bakılarak verilen bir hüküm değil. Bu 20 küsur senelik bir süreçte binlerce farklı olay ve akış üzerinden kendisini gösteren genel bir durum. O zaman Erdoğan'ın etrafındaki istisnai bir iki kişi yanlış yapıyor anlamı buradan çıkmıyor. Bu bakıştan şu anlam çıkıyor: “Erdoğan'ın etrafı genel itibarıyla yanlış!” Bence bu doğru bir teşhis. Buradan Erdoğan'ın şahsına da çıkacak bir eleştiri var. Etrafını da Erdoğan seçti. Hiç kimse şakağına silah dayayıp zorla “bunu bunu alacaksın” demedi ki! O zaman o da adam seçmesini bilmiyor. Ben bunu daha can acıtıcı şekilde söylüyorum etrafını bir sürü “çakal” kuşatmış. Bu da büyük bir beceri! Bu kadar “çakal”ı etrafına toplayıp benim kadrom bunlardır, ben bunlarla beraber icrai hükümet edeceğim demek de tersten bir beceri. Bunu da herkes beceremez.

Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 23. Sayı, Ocak 2023