Ticaret, üretici-tüketici, kır-kent, ferd ve cemiyet arasında iletişim ve irtibatı sağlayan bir ara saha; bu yüzden bir önceki yazımızda ticaretin iktisadda “berzah” vazifesi gördüğünü belirtmiştik. Doğrusu cemiyetten ticarî ilişkileri çıkardığımızda, geriye pek bir şey kalmayacağını uzun uzun izah etmemize gerek olmadığı kanaatindeyiz ve elbette ticaretin iktisadî hayatın canı demek olduğunu, vücutta kan neyse cemiyette aynı konuma sahib bulunduğunu söyleyebiliriz. İslâm, fıtrat dinidir, yani her emri insan fıtratına mutabıktır. Fıtrat dediğimizde bunun biraz açılması icab ediyor, zira kelimenin günlük hayatta farklı kullanımlarından kaynaklı bir yanlış anlamaya yol açmak istemiyoruz. İnsanın bu temel hususiyeti üzerinde durmamızın sebebi ise herhalde anlaşılmaktadır: Tatbikini arzulayan her fikrin, insan fıtratıyla irtibatının sağlanması zorunludur, yoksa, birçok örnekte de görüldüğü üzere, ömrü uzun olmayacaktır.

Fıtrat; sözlükte insanın doğuştan sahib olduğu ahlâk, huy, karakter ve tabiat anlamlarına gelirse de çoğu kişi, insanların hırs ve tamaha temayülünden dolayı, insan fıtratı konusunda menfi bir bakış açısına sahibtir. Hâlbuki fıtrat gerçekte İbda Mimarı S. Mirzabeyoğlu’nun cümleleriyle şudur:

«İnsan, Kur’ân’ın bildirdiği üzere, “ruh” veya “nefs” kutuplarından birinden birini gerçekleştirmek üzere, “sefillerin en sefili” olan âleme indirildi. Bütün sır şu ölçüde: “Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı.”

Hayatın hakikati ruhî hayatta ve ruhî hayat ferdî hayatta söz konusu olduğuna göre, insan, kendi varlığını mütemadiyen kendi oluşturan bir varlık keyfiyetiyle, fert fert ruhun tırmanış çilesini yaşamakta; bütün insan faaliyetlerinin çıkış ve nihaî gayesi burada düğümlü. » (S. Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, sh. 16)

Fıtrat, bir taraftan, her bir şahsın kendine münhasır mizacı olduğu gibi, diğer taraftan gelmiş geçmiş bütün insanların bu dünyadaki hakiki vazifelerini ifalarını temin maksadıyla Yaradan tarafından kendilerine bahşedilmiş hususiyetlerdir. Fıtratı bir daire olarak tasavvur edersek, dairenin merkezini ruh ile onu tatmin eden, fail veya münfail olarak karşılaştığında mutmain olduğu kıstaslar, yani doğruluk-iyilik-güzellik oluşturur. Bunun aksi kutbunda, aslın görünmesi için gereken araz hükmünde olan ve ruhu tatmin eden kıstasların zıddı yalan-kötülük-çirkinlikten hoşnut nefs bulunur. İnsan böylesi bir tezatlı bir kimyaya sahiptir ve bütün düşünce ve davranışlarında bu tezadın izleri görülebilir. Allah’ın insanlığa din göndermesi, bu tezatlı kimyası içinde yok olup gitmesini önlemek içindir ve yaratılışından sonra onun için en büyük rahmettir. O yüzden, insanın fıtratına birebir mutabık olan İslâm’a aykırı veya ondan münasib bir şekilde neşet etmemiş bütün görüşler gelir fıtrat duvarına çarparlar. Elbette bu durumda yeni bir görüşe inkılâb etmek zorunda kalırlar. Sonra aynı travma, en fazla bir nesil içinde bir kez daha yaşanır ve tekrar edip durur. Dikkat edilirse bütün batıl dinlerin ve beşerî görüşlerin uzun bir müddet yaşayan ve içtimâen rahatsızlık doğurmayan tarafları, fıtrata, dolayısıyla İslâm’a mutabık olanlardır. Yukarıda İbda Mimarı’ndan alıntıladığımız “insan” tarifinde menfi cihet olarak vasfedilen nefs, ruhun mukabili ve onu ortaya çıkarıcı hasletleri haiz olduğundan dolayı insanların kısa vadede kötücül bir ahlâka sahib olabilecekleri doğrudur, lakin bu sürdürülebilir değildir. Belki birkaç kez zikrettiğimiz şu hakikati tekrarlamakta beis yok: Hiç kimse (veya hiçbir görüş), muhatab olduğu insan topluluğuna (bu topluluğun sayısı önemli değildir; birkaç kişi de olabilir, tüm insanlık da) zulüm, haksızlık, karşılıksız eziyet vs. vadetmez, bilakis adalet, hakkaniyet, iyilik, doğruluk gibi hasletleri kıstas alacağını, böyle davranacağını ileri sürer. Bir suç şebekesi için bile durum böyledir. Kendi içinde adil, hakkaniyetli, doğru sözlü vs. olmaları gerekir, yoksa tez zamanda dağılırlar.

Canlılar, cehd/çaba ile ayakta durur, varlıklarını idame ettirirler. Bu, fıtratlarının gereğidir. En küçüğünden en büyüğüne, en ilkelinden en karmaşığına bütün organizmalar, hayatiyetlerini sürdürmek maksadıyla sürekli faaldirler. Elbette sadece canlılar değil, bütün bir kevniyât sürekli bir oluş ve hareket halindedir. Canlılar âleminde durmak, ölüm demektir. Beşeriyet için de aynısı: Tembelleşip duran insan pörsüyüp yok olmaya mahkûmdur. (Belki mukayeselerimiz ve geçişlerimiz hızlı görünebilir, ancak konu bir bedahet arz ettiğinden, sadece meselenin aslına işaret maksadıyla hızlıca bu geçişleri yapıyoruz) İbni Haldun’un meşhur asabiye nazariyesi de bu durumu tesbite matuftur. Medenileşip pörsüyen milletler, atıllaşırlar ve daha düşük seviyedeki göçer/ilkel topluluklara mağlub olurlar. Evet, hayat enerjisi diyebileceğimiz azim ve bunun tecessüm etmiş hali aksiyon, her bir ferdin ve cemiyetin varlığını sürdürmesi açısından elzemdir.

Yukarıdaki tembellik ve çaba analojisinde ticaret ve faizi hangi pozisyonlara koyabiliriz? Tanımı itibariyle sınırları kesin olarak çizilmiş ve genel kural olarak baştan neticenin belli olduğu faiz alışverişi, acaba cehd ve azmin mi göstergesidir, yoksa atalet ve tembelliğin mi? Faiz ile ticareti bir kefeye koyanlar ve faize “para ticareti” adını verenler Allah tarafından Kur’ân’da lanetlenmektedir. Her ilahî emrin bizim bir kısmını asla bilemeyeceğimiz sayısız hikmeti vardır. Ancak faizle ticareti siyah ile beyaz gibi ayıran bu İlahî emrin hikmetlerinden birisi, kanaatimizce doğrudan insan fıtratıyla mütealliktir. Faizin, yapısı itibariyle, sermayeyi belli ellerde toplayıp içtimaî dengeyi her cihetten sarsıcı menfi bir mekanizma olduğu aşikâr. Ancak, belki de en az bunun kadar önemli diğer bir menfi ciheti ise, tasarruf sahiplerinin, dolayısıyla cemiyetin hayatiyetinin bir göstergesi olan çalışıp kazanma azmini kırmasıdır. İnsan fıtratının nefs tarafı, daima, ruhî tarafın cehd arzusunun aksine, kolaycılık ve tembelliğe meyyaldir. İnsanların zahmetsiz ve kolay kazanç peşinde koşmaları, fıtratlarının nefs tarafının talebi olduğundan, faize izin verilmesi, faizin ahlâken ve hukuken hak dairesi içine alınması, diğer tüm ticarî faaliyetleri belirleyen ve onları son tahlilde körleştiren bir sonuç doğuracaktır. Ricardo’nun meşhur “rantiye teorisi”ni burada zikretmemiz lazım: Bir arazinin (veya insan tasarrufu altındaki herhangi bir nesnenin) değerini, en uçtaki ve değeri en düşük olan aynı cins arazi (veya nesne) belirler. O yüzden olsa gerek, faiz müdafii kapitalist iktisadçılar dahi, faiz hadlerini yatırımdan elde edilecek kârların altında tutmanın çok ehemmiyetli olduğunu ve bunu muhtelif vasıtalarla temininin devletin aslî vazifeleri arasında bulunduğunu ifade etmektedirler. Aksi takdirde herkes faizle tasarruflarını değerlendirmeye çalışacak, bu durumda da sistem derhal çökecektir. Zaten bir ülkede herkesin elindeki tasarrufları faiz kanalıyla borç vermesi teorik ve pratik açılardan imkânsız olduğu bedahet arz ettiğine göre, faizin kontrol altında tutulması fikrini savunmaları, faizin alternatifini bulamamalarına rağmen zararlarının gayet farkında olduklarına işarettir. (Bir not: Herkesin faizle borç verme iştahı taşıdığı yerdeki bütün para faizle borç verme istikametine hücum edeceğinden, bu durumda faizle borç alan kimse olmayacaktır; bu yüzden faizle borç verenlerin, alanlardan hem keyfiyet hem kemiyet yönünden daha az olması iktiza eder. Günümüzde global sermayenin elinde tuttuğu veya kimi ülkelerde emeklilik ya da yatırım fonları adlarıyla oluşturulan, yüksek faiz ve borsa manipülasyonları peşinde koşan sıcak paranın mevcudiyeti, aslında bu iddiamızın isbatı niteliğindedir. Bir ekonomik çevrede garantili para ticareti peşinde koşan kesim, her zaman o çevredeki klasik üretim ve ticaret ilişkileriyle geçinenlerden hem sayı hem de parasal meblağ yönünden az olmak zorundadır. O yüzden bu sıcak paralar, bir köpek balığı gibi ülke ülke gezerler, ama bir türlü kaynak ülkeye dönemezler. Girdikleri ülkenin halka yaygın tasarruflarını, tasallutları altına aldıkları devletin işbirliğiyle çekip götürürler.) Ancak bizde de çokça mümessili olan bu görüşün sahipleri, devletin kanun ve zor yoluyla değil de, devlet kurumlarının (hazine, merkez bankası, varsa kamu bankaları) borçlanmaları için “üst oran” belirleyerek (yani “ben bu oranla borçlanırım” diyerek) faizi yatırımları engellemeyecek asgari seviyede tutması gerektiğini söylerler.

Diğer yandan ticaretin alametifarikası rizikodur. Ticaret, mal ile yapılmak durumundadır. Genelde mal-para denklemi ile icra edilse de, kimi zaman trampa (mal karşılığı mal) biçiminde de gerçekleştirilebilir. Tüccar, ne kadar garanti altına almaya çalışırsa çalışsın, geleceği belirleyemez. Tüccar, geçmişten gelen bilgi ve tecrübe birikimiyle geleceğe yatırım yapan, geleceği satın alan insandır. Malın değerini kendi tayin edemeyeceği gibi, satılacağı da kesin değildir. Malların cinslerine göre taşıdıkları bozulma riski bir tarafa, aldığı ile verdiği arasında kendi lehine bir değer/kâr elde etmek için hedeflediği piyasanın sosyolojik ve psikolojik durumunu, coğrafî ve iklimsel şartlarını çok iyi bilmek ve daima takibetmek zorundadır. Bize göre pörsütücü, tembelleştirici ve hem maddeten hem manen tersine tekâmül ettirici, nefsin hoşuna giden faizin dinimizde yasaklanıp ticaretin teşvik edilmesinin sebeblerinden birisi budur.

Bu bahse gelecek yazımızda nassların ışığında devam edeceğiz.

Baran Dergisi 582. Sayı