Yazının başlığına bakarak körkütük saldıracak olanlara, bu yazının yakın tarihe ilişkin eleştirel ve analitik bir okuma çabası olduğunu hatırlatmak isterim. 

Önce şunu bilsin isterim herkes: Hiç kimse, benim inandığım gibi inanmak zorunda değildir. Hatta inanmak zorunda da değildir. Âyet ne kadar zihin açıcı ve nefes aldırıcı değil mi: “Herkesin dini / inancı kendine.” Herkes inanıp inanmamakta da hürdür, neye inanıp neye inanmayacağına karar vermekte de. 

KEMALİST RESMÎ TARİH VE AKIL TUTULMASI

Bunları mecburen yazma ihtiyacı hissettim yazının başında: Bir saplantım olduğu için Lozan eleştirisi yapmak gibi bir banallikle işimin olmadığını söylemem bile gereksiz.

Lozan’ı, dolayısıyla yakın tarihimizi anlamaya çalışacak bir yazı olacak bu metin. Lozan’ı da, yakın tarihimizi de anlayacak analitik yetilerden, entelektüel ve eleştirel melekelerden yoksunuz: Epistemik körleşme yaşıyoruz: Başımıza ne geldiğini bilmiyoruz. O yüzden celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüştüğümüzün farkında bile değiliz!

Bu yüzden, yakın tarihi, resmî tarih olarak okuyoruz; resmî tarihi de Kemalizm, Kemalizm’i ise  laikleşme hikâyesi olarak anlıyoruz.

Önce şunu bilelim: Resmî tarih, yalan söyler; en azından sadece belli bir bakış açısını eksene alır, onu kutsar, tepeden topluma dayatır. Eleştirel ve analitik melekeleri gelişkin, akıl tutulması yaşamayan kişiler, bu söylediğim şeyin ne kadar doğru olduğunu teslim edecektir. 

Yakın tarih olarak resmî tarih, Kemalizm’in filtresinden geçirilerek dayatılan / jakoben bir tarih anlatısı’dır. Kemalizm açısından tarihi anlatmak, suç da değil yasak da. Sorun, Kemalizm’in kutsanması, “halkın yeni afyonu” olarak sunulması, Kemalist perspektifin dışındaki yakın tarih okumalarının lanetlenmesi, tartışılmazlığı, tartışanın taşlanması, aforoz edilmesi.

Nedir bu? Akıl tutulmasıdır. Aydınlanma düşüncesinin felsefesini ve eleştirisini en iyi yapan düşünürlerden -Frankfurt Okulu’nun bence Benjamin’le birlikte en cins, en imajinatif düşünürü- Horkheimer’ın “akıl tutulması” kavramı, aklın araçsallaştırılmasını, araçsal aklın, aracı öne çıkarmasını, aklı yutmasını ima eder.

Kemalizm veya laiklik tutulması yaşandığını söyleyeceğim bu çorak ülkede. Kemalizm ya da laiklik, afyon katına yükseltilerek tabulaştırıyor, hatta dinselleştiriliyor ve tartışma dışı tutuluyor. Sonuçta, “laik ulema”dan, daha da kötüsü ne dediğini bile anlayamayan laikçi yığından aforozu ve linci yiyorsunuz.

Usul meselesinden esasa, esas meselemize ancak giriş yapabiliyoruz laik tabuların ve bindirilmiş laik taburların sosyal medyada sürü halinde saldırıya geçmelerinin mantığını, anlamsızlığını ve akıl tutulması hâl-i pür melâlini uzun uzadıya anlatmak zorunda kaldığımız için…

LOZAN NEYİN TAPUSUDUR?

Gelelim esas meseleye…

Cihadın hakikati ve Sancak-ı Şerif çıkarmak suçu Cihadın hakikati ve Sancak-ı Şerif çıkarmak suçu

Lozan Antlaşması, elbette ki, Türkiye’nin tapusudur. 

Üç önemli, hayatî soru’n var burada izi sürülmesi gereken: 1-Ne tapusu? 2-Hangi Türkiye’nin tapusu? 3-Tapuyu veren, “düdüğü çalan” kim?

Lozan, laik Türkiye’nin tapusudur. Osmanlı’nın ve İslâm’ın tasfiye edildiği, nihai karara bağlandığı bir antlaşmadır ve Türkiye’nin İslâmî emperyal iddialara, İslâmî medeniyet iddiasına sahip çıkmayacağının, İslâmî bir dünya inşasına kalkışmayacağının garanti edilmesidir başta İngilizler olmak üzere emperyalist devletlere... İmparatorluk’tan ulus devlete dönüşmesidir. Üç kıtaya hilafet mefkûresi üzerinden fiilen değil zihnen hükmetme iradesi geliştiren Osmanlı’nın Medeniyet coğrafyasından “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek hiçbir etkiye sütlüye karışmayacağına söz veren yeni Türkiye’nin Anadolu yarımadasına hapsolmasıdır. 

İnönü›nün Lozan›dan çıkarken söylediği söz, henüz tam olarak anlaşılamamış, tarihî bir sözdür. İnönü, Lozan›dan dönerken aynen şu cümleyi kurar: “Artık 100 sene daha rahat nefes alabileceğiz.”

Bu söz, öyle kolayca yabana atılacak bir söz değil elbette. “Batılıların üzerimize üzerimize geldikleri bir zaman diliminde bedenimizi kurtarmak için ruhumuzu vermek zorunda kaldık” mı demek istiyor İnönü. 

Mustafa Kemal’in hem her zaman çok realist hem de gözünü budaktan esirgemeyen radikal bir devrimci olduğu tespiti ile bu sözü anlamaya çalışalım.

Cumhuriyeti kuran kurucu kadrodan Rauf Orbay ve Refet Bele, “saltanatın ve hilafetin kaldırılmasının bile aslâ düşünülemeyeceğini” söylerler. Ancak Atatürk’ün bizzat kendisinin, Nutuk’ta saltanatın ve hilafetin kaldırılması sırasında Meclis’te sıranın üzerine çıkarak yaptığı ürpertici bir konuşma vardır: “Saltanatın ve hilâfetin kaldırılmasına karşı çıkılamaz. Çıkılacak olursa bazı kelleler gidecektir,” der.

Modern Türkiye’nin Doğuşu kitabında Osmanlı ve İslâm düşmanlığının “kitabını yazan” Bernard Lewis bile bizim laikçi entelijansiyasımıza nazaran daha insaflı davranır, “laikliğin din katına yükseltilerek aşırıya gidildiğini”, “Türklerin kurmaktan çok yıkmakla meşgul olduklarını” aslında akıl tutulması yaşandığını söyler.

TÜRKİYE’YE SEVR’LE ÖLÜM GÖSTERİLDİ AMA LOZAN’LA SITMAYA RAZI EDİLDİ!

Lozan’ın maddelerinde bunlar yok, diyeceksiniz.

Elbette yok. Olabilir mi?

Lozan’ı kimle imzalıyoruz? Yani tapuyu veren düdüğü çalan İngiliz, değil mi? İngiliz’le anlaşıyorsun, sana açık açık yazar mı amaçlarını İngiliz?

Türkiye’ye Sevr’le ölüm gösterildi ama Lozan’la sıtmaya razı edildi. Lozan’ın Osmanlı ve İslâm’ın tasfiyesi olduğunu, yaklaşık bir yıla yakın süren Lozan görüşmelerini, tutanaklarını okursanız çok net bir şekilde anlarsınız. 

Türkiye’nin İslâmî bir medeniyet iddiasına asla kalkışmayacağı, Batılı yörüngeye girdiği, medeniyet değiştirdiği Lozan’da tescil edildi, devrimlerle ispat edildi.

Türklerin önce Avrupa’dan, sonra da İslâm’dan uzaklaştırılması, İngilizlerin Şark Meselesi’nin iki aşamalı temel hedefidir. 

1882’de Londra’da The Future of Islam / İslâm’ın Geleceği başlıklı ilginç bir kitap yayımlayan W. S. Blunt’ın Türklerin Avrupadan atılması (the expulsion ot Turks from Europe) fikri, Stanning ve Gladstone gibi İngiliz devlet adamları tarafından asırlık resmî strateji olarak benimsenmiş ve bu strateji adım adım hayata geçirilmiştir. 

İşte Lozan, Osmanlı’nın ve İslâm’ın tasfiyesinin bizzat Türklerin kendi elleriyle gerçekleştirilmesinin zemininin atılması ve laik devrimlerle resmen hayata geçirilmesidir.

Vesselâm.

Yusuf Kaplan, Yeni Şafak