Kıymetli Misafirler!

Rahmetli Üstad Necib Fazıl’ı seven, sayan ve takib edenler olarak hepinizi muhabbetle selâmlarım. Sizlerle birlikte olmanın da mutluluğu içinde sözlerime şöyle bir girişle başlamak istiyorum:

Kendilerini şahsen görmüş biri olarak Üstad Necib Fazıl’ın konferanslarına yetiştim ve kahramanlığına her zaman hayran oldum. Fakat bu kuru bir hayranlık tavrı idi ve ben ve arkadaşlarım Üstad’ın ortaya koyduğu Büyük Doğu İdeolocyası’nın şuurunda değildik. Sonraları GÖLGE ve bilhassa AKINCI GÜÇ dergileri ile yani Salih Mirzabeyoğlu’nun faaliyetiyle Büyük Doğu’nun İslâm’a Muhatap Anlayışı örgüleştiren bir sistem olduğunu öğrendim. İdeolocya Örgüsü’nü bu gözle okudum ve daha önce Üstad’a ne kadar sathî baktığımı kavradım.

İslâmcı mücadele için Büyük Doğu’nun temel ve başlangıç olduğunun, zikzak çizen ve sapık anlayışlara meyleden sözde İslâmcılardan bizleri koruduğunun altını çizeyim.

Adam tanımak, suratını tanımak veya ne yiyip içtiğini bilmek değildir. Mühim olan o insanın fikrini ve yolunu tanımaktır.

Büyük Doğu dergilerinde bir kapak vardı. Nuh tufanını temsilen fırtınalı bir denizde bir tekne ve teknenin bordasında “Büyük Doğu” yazıyordu. O zamanki şuur seviyeme göre bu bana biraz abartılı gelmişti. Sonra İslâmcıyım diyenler içinde birçok bozuk anlayışları gördükçe ve Büyük Doğu’yu İBDA vasıtasıyla tahkik ettikçe bunun abartılı değil, gerçeğin tâ kendisi olduğunu müşahede ettim. Allah’a bunun için şükrediyorum.

Üstad’ı bize bütün hakikatiyle tanıtan ve ondan tevarüs ettiği celâl sıfatıyla yolunu tavizsiz yürüten mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu da fikir, aksiyon ve sanat yönüyle ve bir bütün olarak tanımalıyız. BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışını, istikamet çizgisi olarak görmeliyiz; çünkü doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz!

Büyük Doğu davası, onun mimarından öğrendiğimiz şekilde söylersek, pazarlıksız Allah ve Resûlü davasıdır, İslâmiyet’in emir subaylığıdır. Üstad’ın tek kelimesi boşuna değildir, keza Salih Mirzabeyoğlu’nun da. Ehli hâl olan Müslüman bunu anlar. Onların sözlerini kendi sözlerimiz gibi bilmemeliyiz… Üstad’ın 1979 yılında Akıncı Güç kadrosuna kendi el yazısıyla ithaf ettiği –bu mânâyı hedef bilen gençliğin kendine ithaf bileceği- IŞIK yazısına cevaben Salih Mirzabeyoğlu istikametini Akıncı Güç’te şöyle deklare etti ve o zamandan bu zamana, geçen 37 senelik çileli hayatıyla da ispat etti:

“PAZARLIKSIZ OLARAK KİM ALLAH VE RESÛLÜ DİYORSA BİZ ONDAN, O DA BİZDENDİR…”

Bu istikamet çizgisini içtimaî, siyasî, beşerî tüm ilişkilerimizde esas almalıyız. Birbirimizin nefsine değil, davamıza ve fikriyatımıza bakmalıyız ve ileriye doğru kendimizi derin derin muhasebe etmeliyiz. Kısır çekişmelerden uzak durarak, tezatsız bir bütünlük içinde her meselede kendimizi izah etmeliyiz!
Şu hususu belirtmekte fayda var: “Yürüyen Büyük Doğu” meselesi, kurusıkı şuna buna bağlılık meselesi değildir. Bizler, hizip-grup peşinde değiliz, Kurtarıcı Fikir peşindeyiz!.. “Şu bunu yedi, bu onu içti, şunu tuttu, bunu tutmadı!” şeklinde demagojilerle bir yere varılamayacağını biliyoruz. Sistemli fikir yani dünya görüşü peşindeyiz. Bu sempozyumun amacı da budur. Büyük Doğu’ya yakınlaşmaya vesile olması için burada toplandık.

Belki bir kısmımızın bizzat katılarak kulaklarıyla duyduğu şu bilgiyi, o toplulukla mânâ birlikteliği olan bu toplulukla da paylaşmak istiyorum:

Üstad’ın şahidi ve Büyük Doğu davasının perçinleyicisi İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, cezaevinden çıkmasının ardından Haliç Kongre Merkezi’nde fikre susamış coşkulu kalabalığa seslenirken, “YENİ DÜNYA DÜZENİ BURADAN KURULSUN!” demiş ve “HEPİNİZ DÜNYAYI FETHE NAMZETSİNİZ!” hitabıyla misyonumuzla beraber vizyonumuzu da işaret etmişti.

Aslında Necib Fazıl’ın misyon ve mânâsını bütün hakikatiyle cemiyet meydanına dikenin Salih Mirzabeyoğlu olduğunu ve İBDA ile YÜRÜYEN BÜYÜK DOĞU kavgası güttüğünü esasa götüren usûl şartı olarak hassaten belirtelim!..

Konuşmamız güzelleme ve övgülerden ibaret anlaşılmasın, bunun için çuvaldızı kendimize batırmaktan çekinmeyelim. Bu minvalde şunları söylemek istiyorum: Çilesi çekilmemiş hiçbir şeyi Allah bize nasip etmeyecektir. Hayatta meccanî oluşa yer yoktur. Çalışmadığımız, gayret etmediğimiz bir şeyi elde edemeyiz ve muhafaza edemeyiz! Büyük Doğu idealini de yürütme çilesi çekmeliyiz ki, mirasyedi gibi harcamamış olalım. Ve böylece Üstad’ın yolunu gerçekten bağlı olalım. Tekerleme gibi tekrar ederek değil, öğrenerek, hissederek ve üreterek…

Dünyanın her zamankinden daha çok İslâm’a muhtaç olduğu bu demlerde inşallah bizler de savunma psikolojisinden çıkarak, fikirde, fiilde ve sanatta taarruza geçer, Allah’ın halifesi misyonumuzu ve memuriyetimizi yerine getiririz. İslâm’ın Rönesansını-yeniden doğuşunu, Büyük Doğu ve onun yürüyen hâli ile gerçekleştiririz. Ve Üstad ve Kumandan’ın bize kattığı fikir ve duygu derinliği ile davamızı cemiyete nakşederiz. Şunu unutmayalım ki, bir ideal ve meselesi olmayanlar ister istemez kendi nefslerini mesele ederler. Meselesini ve heyecanını kaybedenler ise dedikoduya düşerler. Ruh adalemiz her daim genç olmalıdır.

En başta ihlâsımızı, dava aşk ve vecdimizi taze tutmalıyız. Çünkü ihlâs olmayan hiçbir yerde tekâmül de olmaz. Amaçlarımız temiz olursa ve gayreti de elden bırakmazsak Allah’ın bize nasip edeceğine inanmalıyız. Bu kültürden aldığımız pay nisbetinde zevkimiz ve istidadımız artacak, kaybettiğimiz nur, mümin gözlerde yeniden yuvalanacaktır.

İslâm düşmanlarına karşı ise buğzumuzu kaybetmeyelim. Çünkü düşman olarak hedefimizin kalmaması iman zaafına yol açabilir. Allah’ın sevmediklerini sevmemiz çok büyük tehlikedir. Bu minvalde şunları söylemek istiyorum:

Üstad’ın üzerinde hakkı olmadığı hiçbir münevver ve sade Müslüman yoktur. Ve biliyorsunuz ki Üstad vasiyetini mukaddesatçı gençliğe ısmarlamıştır. Manevî mirasçısı gençliğe… Ve Üstad’ın vasiyetnamesinin son bölümünü birlikte hatırlayalım:

“Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız. Hele düşmanlarını!.. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız!”

“Beni de Allah ve Resûl aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!”

Evet, hatırlayalım, zikredelim ve nur yolu izde gidelim. Boy aynamız ve fikir nisbetimizi muhafaza edelim, emaneti yeni nesillere aktaralım.

Kaybettiğimiz ruh ve heyecanı Üstad’ın fikir ve aksiyonundan ve onun canlı hâli Salih Mirzabeyoğlu’ndan izlemeliyiz. Çünkü bu dava sahipsiz kalmaz ve kalmayacaktır. Yeter ki biz oluş ve arayış içinde olalım. Üstad’ın vasiyetinde de işaret ettiği üzere, Allah düşmanları ile Batıcı ve seküler bir düzende beraber yaşamak değil, İSLÂM’IN DÜZENLEYİCİLİĞİ altında onlara yer göstermemiz gerekiyor. Üstad’ın ve Kumandan’ın mücadeleleriyle örnek oldukları üzere, asil davaya mahkûm tavır yakışmaz. Hâkim olmazsak mahkûm oluruz. Bunu hiçbir zaman unutmamalı ve fikirde, fiilde, sanat ve estetikte donanımlı olmalıyız.

Müsaadenizle ehemmiyetine binaen, bütün davranış ve faaliyetlerimizde, bütün ilişkilerimizde söz konusu olan estetik mevzuuna biraz temas etmek istiyorum. Estetik, yani güzellik, bedî ölçüsü… Güzellik, doğru ve iyinin, tek kelimeyle hâkikatin zarafet ambalajıdır. Nasıl ki güzel bir yemeği çirkin kaplarda sunamayız, nasıl ki İslâm davası kaba ağızlarda anlatılamaz, o kadar mühim. Hepiniz müşahede etmişsinizdir. Estetik kaygısı olmayan insanlar son derece rahatsız edicidir.

Üstad’ın, “umulur ki, 15. İslâm asrının yenileyicisi ‘İslâm’da estetik’ planı başa alsın… Zira güzellik, hesap ve kitap sordurmadan, yakalayıcı, zapt ve fethedicidir” sözlerini dikkate alarak bu mevzuyu hem hayatımızda, hem böyle çalışmalarda başa almalıyız. Estetik mevzuundan “güzellik olsun” diye değil, hâlimize giydirmek maksadıyla bahsettiğimi fark etmişsinizdir. Bu açıdan Mevlüt Koç gönüldaşın Aylık dergisinin bu ayki sayısında (Haziran 2016) yayımlanan “Zevke Dâir” yazısını da okumayanlar için hatırlatmak istiyorum.

Çağımızın getirdiği bir hastalık mıdır, yeni nesilde sıkça görüşen bir arıza mıdır, bilmiyorum. Fakat şu noktaya da temas etmek istiyorum:

Bağlı olduğumuz fikriyatı bir marka, bir etiket olarak taşımak değil, onu özümsemek ve kalbimizde duymamız gerekiyor. Aksi takdirde özü sözü bir olamayız. Kendinden oluş ifadesi olarak, ideolocyamızı eşya ve hadiselerde bir projektör olarak gezdirebilmeliyiz. Zaten imân davası da zevken idrak olarak her ân oluş ve yenileniştir. İmânın tazelenmesi budur. Zaten sanat da hep yeniden inşâ etmektir. Davamızı nefsimizde tüketmek değil, dilimizde tekerlemeye döndürmek hiç değil, onun zevk ve heyecanını duyarak, onunla zenginleşirken aksiyonumuzla da davamızı zenginleştirmeliyiz. Bir fikre mensup olmak, eşya ve hadiselere yorum olarak ve insan ve toplum meselelerine çözüm olarak zaruret arz eder. Onun için fikri bünyeleştirmek gerekiyor.

Şunu da kendimize soralım ki, kendimizi değiştirmeden, sistemi değiştirmek ve dönüştürmek ne derece mümkün olur? Yukarıyla bağlantılı bir hususu daha belirtmek istiyorum: Düşmanlarımızı tesirsiz kılmak için onları iyi tanımalıyız. Dostlarla yarenlik değil, düşmanı sıçrama tahtası yapmalıyız. Osmanlı, rakip imparatorluk tarafından bir mimarî yapı inşa edilse onu takip edip hemen daha üstününü inşâ ederdi. Düşmanını bu kadar yakından takip eder ve onu ezerdi. Tabiî ki yükseliş devirlerinde böyle idi.

Konuşmamın sonuna gelirken, başında söylemem gerekeni, Ramazan’ı ve Cuma’yı da vesile kılarak, siz sabırlı dinleyicilere ifade edeyim.

Allah’ın, Yürüyen Büyük Doğu Sempozyumu’na fetihler nasip etmesini dileyerek “Bismillah” diyorum. Hayırlı ve bereketli olsun.

Konuşmacıların, dinleyicilerin ve organizasyonda emeği geçenlerin ihlâs ve gayretiyle ve bunun vereceği manevî bir hava içerisinde bu sempozyumun geçmesi dileğiyle.

Sizleri imân ve fikir kardeşliği duygularıyla selâmlarım…