Amerika’nın İsrail ile müşterek bir şekilde tezgâhladığı Arab Baharı’ndan beklentisi, Mısır’da Sisi, Libya’da Hafter, Suudî Arabistan’da Selman, Filistin’de Dahlan iktidarları ile Suriye’de siyasî düzenin kurulmasına fırsat vermeyen iç savaş ve bunlarla beraber Türkiye’de Gülen yahut onun şebekesi kontrolünde bir hükümetin kurulmasıydı. Bölgedeki Müslüman dünyasının, hem de İslâm(!) adına teslim alındığı, idare edildiği ve İsrail’in güvenliğinin de kalıcı bir şekilde teminat altına alındığı bir siyasî düzenin tesisi... Planın siyasî tarafının yanında bir de ekonomik ciheti var tabiî. Doğu Akdeniz’de İsrail, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üçgeninden çıkartılan doğalgaz ve petrolün Türkiye üzerinden en düşük maliyetle Avrupa’ya ulaştırılması ve bu şekilde bir yandan Avrupa’nın enerji maliyetleri en aza indirilirken, İsrail’in yüzlerce yıl gerçekleşmesi mümkün olmayacak çapta kalkınmasının sağlanması ile Rusya’nın Avrupa üzerindeki enerji tekelinin kırılması sayesinde gelirlerinin kontrol altına alınması ve ayrıca Çin’in enerji talebinin baltalanması... Tabiî Doğu Akdeniz’deki doğalgaz ile petrol yataklarının işletilmesi ve işlenmesi sürecinde rol alacak Avrupa ve Amerikalı enerji şirketlerin bu pastadan kendi hisselerine düşeni alacağını da unutmayalım.

Bu planın başrolünde Amerika, İsrail ile Sarkozy’nin başında olduğu Fransa vardı. Kabaca bir izahat yapacak olursak:

Amerika, dünyanın merkezindeki hâkimiyetini daha düşük maliyetle sürdürmeyi, enerji kaynakları üzerindeki dolar hâkimiyetini muhafaza etmeyi ve Bush’un duyurduğu, Afganistan ve Irak’ta ağır yaralar almış ‘Yeni Dünya Düzeni’ni yaşatmayı ve kalıcı kılmayı planlıyordu.

İsrail, güvenliğini teminat altına almak, gelirlerini arttırmak ve Fransa üzerinden Avrupa ile olan ilişkilerini geliştirerek içinde bulunduğu tecritten kurtulmak üzere hareket ediyordu.

Fransa ise Amerika Birleşik Devletleri gibi bir birlik olamayan ve iç dinamizmini üretemediği için gitgide köhnemeye başlayan AB’yi yeniden şahlandırmak ve mevcut konjonktürde, çıkan her pürüzde Prusya-Rusya işbirliğine doğru göz kırpan Almanya’ya karşı Avrupa Birliğindeki nüfuzunu arttırmak üzere, AB’nin bir parçası olması planlanan Akdeniz Birliği ile beraber dışarı doğru genişlemeyi, bu sayede siyasî ve iktisadî geleceğini teminat altına almayı istiyordu.
 
Anahtar Ülke Türkiye
Mısır ve Libya gibi, Osmanlıdan sonra devletleşen değil de belli ailelerin, silahlı kuvvetleri de içine katarak kurmuş oldukları çeteleşmiş düzen içinde insanları yaşamaya mahkûm eden ülkelerde, iktidar ve rejim değişikliğine gitmek Amerika için hiç de zor değildi. Asıl zor olan iktidarı alaşağı ettikten sonra onun yerine ikâme edilecek düzenin ne olacağı sorusuna verilecek yanıttı. Irak işgâlinde sergilenen yıkım ve vahşet ile yine bu coğrafyanın hafızasına kazınmış Avrupalı mezalimi henüz tazeliğini korurken, Yahudi karşıtlığının ise zirve yaptığı bir dönemde direkt olarak hadiselere müdahil olmaları ters tepebilirdi.

Ak Parti iktidarı ile beraber bir yandan Türkiye’ye oluk oluk para akıtılarak Türkiye’nin çehresinin değiştirilmesi ve diğer yandan yine güya İslâm’ı içine sindirebilmiş olan demokratik ve lâik rejim modelinin İslâm âleminin geri kalanına ideal bir düzenmiş gibi lanse edilmesi boşuna değildi. Senelerce buna yatırım yaptılar ki, Türkiye’nin rol modelliğinde ve hattâ belki de FETÖ gibi bol İslâm soslu şebekelerin liderliğinde tüm bu bölgeyi bir kuruş bile harcamak zorunda kalmadan yönetebilecek ve yukarıda işaretlediğimiz hedeflerine ulaşabileceklerdi.
 
İngilizlerin
Hadiselerdeki Rolü
Dikkat ediyorsanız, planın içinde Amerika, İsrail, Fransa, Avrupa, Suudî Arabistan, Mısır, Libya, BAE, Türkiye ve daha bir sürü aktör var; fakat bir tek İngilizler yok! 2011 senesiydi sanıyorum, ya Baran ya da Aylık Dergisi’nde Arab Baharı fitilinin planlanandan önce İngilizler eliyle ateşlenerek oyunun bozulduğunu ifâde eden bir yorumda bulunmuştuk. O zaman bizim dikkatimizi çeken husus, yapılan planların hiçbir yerinde İngilizlere yer verilmemiş olduğuydu. Oysa ki bilhassa Ortadoğu’da İngiliz ajanlarının varlığının Amerika’nın kuruluşundan daha eski yıllara uzandığını sanırım bilmeyen yoktur. İlerleyen yıllarda yaşanan hadiseler neticesinde Tek Kutuplu Dünya Düzeni’nin sisi kalktıkça, bu manzara daha net bir şekilde görünmeye başladı. Hiç alışılmadık şekil ve zamanlarda Türkiye ve Rusya’ya destek olan, Çin ile ilişkilerini genişleten ve Brexit süreci ile Avrupa Birliği adı altında eriyip yok olmak yerine kendi başına varlığını sürdürmek için ayrılmak yolunu seçen İngiltere, yine moda tabirle söyleyecek olursak, oyun bozucu rolünü büyük bir maharetle sergilemekteydi.

İddiamızı tekrar edecek olursak, 2010 senesinin son günlerinde Tunus’ta bir gencin kendisini yakması üzerine başlayan ve bütün bir Mağrib ve Ortadoğu’yu tesiri altına alan halk hareketlerini, Amerika, İsrail ve Fransa’nın planlaması henüz tamamlanmadan, daha açık bir ifâdeyle henüz şartlar tam mânâsıyla onların istediği gibi olgunlaşmadan evvel ateşleyen İngilizlerdi. Planlamanın dışına çıkılması, kontrolün kaybedilmesi demekti ve öyle de oldu. Mısır’da hiç de hesabta olmayan bir şekilde Mursî iktidara geldi. Türkiye’de ise Gezi Olayları, 17-25 Aralık Yargı ve 15 Temmuz Askerî Darbe girişimleri süreçlerinin nihayete erdirilememiş olması, bütün planı suya düşüren faktörler oldu.

Sonrasında Mursî iktidarından edilmiş ve Mısır’da hâkimiyet tesis edilmişse de planın anahtar konumunda bulunan ve rejim değişikliklerinden sonra yeniden kurulacak düzene emsal teşkil eden Türkiye’nin düşürülememiş olması ve bundan sonra düşürülse bile bu süreçte yıpranmış olması dolayısıyla artık bir örnek teşkil etmiyor olması, işler içinden çıkılmaz bir noktaya sürüklendi.
 
Doğu Akdeniz
Haberlere bakıyoruz, Türkiye sondaj gemileri alıyor, Suriye’de Akdeniz’e doğru bir koridor açmaya çalışan Kürt görünümlü işbirlikçilerin koridoruna karşı harekâtlar düzenliyor, PKK’ya silah ve para yardımında bulunan Suudî Arabistan’ın veliaht prensinin Türkiye’deki konsoloslukta işlettiği cinayeti ses kaydına kadar ortaya çıkartıyor, GKRY’nin parsellerini tanımıyor, Batılı şirketlerin derin deniz arama ve sondaj gemilerine önleme yapıyor, İBB Başkanı kılkuyruk bir tip Türkiye siyaseti için kurtarıcı diye lanse edilip Avrupa tarafından şişirildikçe şişiriliyor, Libya’da Trablus’a sıkışıp kalmış yönetim ile Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması yapıyor, Ak Parti içinden yeni siyasî partiler doğurtuluyor, Yahudi arama gemilerini kovalanıyor,  İsrail-Mısır-GKRY üçgeninde çıkartılan gazın ekonomik değer kazanması için Avrupa’ya ulaşması için Türkiye’nin üzerinden geçmesi gereken boru hattına taş koyuyor ve son olarak BAE’nin Dahlan’ı hakkında kırmızı bülten çıkartıyor.

Haberler böyle sıralanınca bültenleri, tartışma programlarını ve gazete sayfalarını bol bol dolduruyorlar, iyi güzel de, yukarıdaki gibi bir bütün hâlinde ele alınmadıktan sonra yaşanan bu hadiseleri birbirinden ayrı ve tek tek ele almak kafa karışıklığından başka bir amaca hizmet etmiyor.
 
Lozan Anlaşması
Akdeniz’de Boğuldu
Tabiî bu arada, Türkiye’nin Trablus’taki yönetim üzerinden bir asır sonra yeniden Kuzey Afrika’ya davet edilmesinin önemini de unutmamak gerek. Suriye’ye yönelik olarak düzenlenen harekâtlarda nasıl ki Anadolu kendi sınırlarını aşmış ve dışarı doğru taşmak zorunda kalmışsa, bugün de bu aynı taşkının Anadolu’nun tabiî hinterlandının bir başka tarafına doğru daha yöneldiğini görmekten elbette ki mutluluk duyuyoruz. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Zeytin Dalı harekâtı için “Anadolu Dalı” demişti. Şimdi, eğer ki Türkiye kendisinden bekleneni gerçekleştirir ve Kuzey Afrika’ya ayak basarsa, bunun için de arkası gelmeye devam edecek olan “Yeni Anadolu Dalı” denilebilir.

Yine Türkiye’nin Libya’da cereyan eden hadiselere müdahil olmasının tarihî bir anlamı olduğunu da hatırlamadan geçmeyelim. Lozan Anlaşmasının 22. Maddesinin işaret ettiği 27. Maddesi der ki; “Türkiye Hükümeti ya da Türkiye makamlarınca, Türkiye toprakları dışında, işbu Andlaşmayı imzalayan öteki Devletlerin egemenliği altında ya da koruyuculuğunda bulunan toprakların yurttaşları ile Türkiye’den ayrılan toprakların yurttaşları üzerinde siyasal, yasama ya da yönetimsel konularda, her ne nedenle olursa olsun, hiçbir yetki ya da yargı hakkı kullanılmayacaktır.”

Türkiye, Libya’da cereyan eden hadiselere müdahil olmak suretiyle Lozan Anlaşmasının artık pratikte hiçbir hükmü olmadığını, bu anlaşmanın yerinin tozlu arşiv rafları olduğunu da deklare etmiş bulunmaktadır.
 
Şimdi Yapılması Gereken
Tüm bunların yanında, esas konuşulması gereken Türkiye’nin de hedef alındığı bu menfî planın her safhasında hem bizzat yer alan ve hem de planın diğer paydaşlarını güden asıl merkez olan Yahudi Devleti hakkında bundan sonra nasıl bir siyaset izleneceğidir. Arab Baharı ve sonrasında yaşanan 15 Temmuz dâhil Türkiye’nin ve İslâm âleminin aleyhine cereyan eden hadiselerin merkezinde Yahudi Devleti olduğuna göre, içinde bulunduğumuz badireden çıkmamız ve “bölgede kalıcı barış ve refahın tesisi” için Yahudi domuzunun itlâf edilmesi hakikatiyle yüzleşmenin artık kaçınılmaz olduğudur. Lozan Anlaşması Akdeniz’de boğulduğuna göre, Türkiye’nin Filistin’deki haklarını savunmasının önünde de bir engel kalmamış demektir. Bunun için Türkiye’nin palyatif çözümleri rafa kaldırıp, bir yandan kendi iç oluşuna hız kazandırması ve diğer taraftan da bütün bir İslâm âlemine, Yahudi Devletini tepelemek üzere liderlik edeceği stratejiyi hazırlaması ve izlemedi gibi bir misyonu vardır.


Baran Dergisi 675. Sayı