Türkiye’nin bir an önce birleştirici ve bütünleştirici bir “müdir fikir”de karar kılması gerekiyor. Zira, hem insanımızı yeniden İslâm’la buluşturmanın yolu, hem Türkiye’nin hem de İslâm dünyasının geleceği, hakikatleri konuşturacak bu fikrin önderliğine bağlı.

“Allah Resûlü’nün Hakk’tan getirdiği ve bildirdiği şeylerin hepsi, bütün hâlinde ‘bedahet-apaçıklık’ ifade eder ve hiçbir delile muhtaç değildir.” (S.M., Kültür Davamız) Bir kerede ve ebediyete kadar geçerli olmak üzere verilidir. İbni Arabi Hazretlerinin dilinden söylersek; “Bilgi tek, çokluk bilinendir.” Dolayısıyla, bilgi edinme ve bilgi sahibi olmanın yeniden düzenlendiği âni değişimlerde yenilenen şey Hakk’tan bir olarak çıkan bilgi değil, bu bilginin ilgileridir. Hayatın verili ölçüler ışığında yaşandığı İslâmî bir kültürde bilginin çekirdeğini temsil eden ana yapı şeriattır ve “şeriatın dışında hakikat yoktur.” Mümkünlerin bilgisini temin eden anlayış her asırda, o asrı yücelten ve yenileyen bir yenileyici tarafından, yeni bir bakış açısı sunacak ve yeni yorumlar getirecek biçimde yeniden düzenlenir ve hayat bu yeni anlayış çerçevesinde kavranır. Böylelikle, siyasî erkle bütünleşip tutucu bir hâl almaya, katılaşmaya, paradigmaya dönüşmeye müsait anlayış ve yapılar yenilenmiş, yeniden düzenlenmiş olur. Dolayısıyla, İslâm medeniyeti yabancı bir kültürün kolay kolay nüfuz ve sirayet edebileceği bir yapı değildir. Nüfuz ve sirayet edebilmek için dinin tahrifi ve tahribi, halkın arasına nifak tohumları ekilmesi gerekiyordu, hainliklerini gizleme ihtiyacı bile duymayan, efendi olma hevesiyle efendilerinin ideolojisini devralan işbirlikçi kadrolar gönüllü olarak bu işe soyundular. Dinin yerini tutacak yeni dinler icad ederek, din-ü devleti pozitivist ve laik fikirler istikametinde dünyevileştirdiler; devleti dinler iktidar savaşı verir bir konuma getirdiler. Gündelik hayatın dışına itilen dinin yerini devlet, İslâm ümmetinin yerini de Cumhuriyet’in yurttaşı aldı. Yeni ideolojiler doğrultusunda, kan emici, damarlarında Müslüman-Anadolu insanından emdiği kan dolaşan parazit sürüleri yetiştirildi. Tarihi inşa ettiğine inanan ve Müslüman halkı kendi mutlak idealine göre şekillendirmek isteyen rejim savunucuları, düşünen ve kendini ifade eden insanların önüne, tek seçenek olarak ya benim dediklerim ya da sehpa seçeneğini koydular, “yargılı” yahut yargısız infazlarla bu insanlardan “kurtulmayı” kendilerinde tabiî bir hak olarak gördüler. “Zevkî dostluk” makamının iki büyüğü; rahmetli Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu bu insanların başlıcalarındandır. Köklerinden koparılmış bir topluma yeni bir ruh verebilmek, yeni bir kimlik ve yeni bir hafıza inşa edebilmek için, bilinenin üstünde ve ötesinde büyük acılara katlanmak zorunda kaldılar. Hayatları, savunma hakkının arsızca yok sayıldığı, keyfîliğin tavan yaptığı, kukla tiyatrosuna dönüştürülmüş mahkemelerde, hapishanelerde geçti.

1980’li yıllarda dinî hassasiyetin ivme kazanması, ulus devlet olgusunun nispeten çözülmeye başlamasına, devletin denetlendiği kamusal alanın daralmasına, ortaya çıkan boşluğun sivil toplum tarafından doldurulmasına bağlansa da, temel saik, aslında tüm entelektüel faaliyetlerin aradığı ve ulaşmak istediği, 21. Asır’ın zihnî temelini oluşturacak “müdir fikir”de gizlidir. Faaliyette bulunanlar idrakinde olsa da olmasa da, hayatın her alanında farklı görüntüler altında ortaya çıkan ve hadiselere aslî rengini veren düşüncenin “sahih merkez”i bu fikirdir, bunun dışındaki tüm oluşumların, “olması gereken”in “olan”a uydurulduğu bir dinamik olmaktan öte bir anlamı yoktur. 1980’li yıllarda radikal İslâm’ın merkeziyetçi devlet otoritesine karşı bir tür başkaldırı olarak ortaya çıktığı, postmodernitenin yarattığı bir boşlukta büyüdüğü tezi, sadece modernitenin otoriter, merkeziyetçi ve ütopik söylemlerine karşı çıkmakla yetinse, ruhsuz bir biçimciliği İslâm’la özdeşleştiren hareketler için geçerli olsa da; fikirde ve aksiyonda sonuna kadar giden, Batılı normlar ve formlar üzerine gerçek bir toplum kurmanın imkansızlığını gözler önüne seren, İslâm’a Muhatap Anlayış’ı “epistemolojik bir bütün” halinde örgüleştiren Büyük Doğu-İbda gibi “çok katlı bir yapı” için bu tez geçerli değildir.

Nitekim Türkiye’de 1970’li yıllar, BD-İbda hareketi dışında hem sağ hem sol açısından sığ bir zeminde, verimsiz itiş-kakışların yaşandığı yıllar olarak geçmiştir. Oysa İslâmî kesimin de, Türk Solu’nun da resmî ideolojinin nasıl aşılacağına dair bir arayış içinde olması gerekirdi. Lakin İslâmî kesim, meseleleri meselenin istediği bir seviyede ele almak ve tartışmak yerine, en koyu hamaseti bir retorik haline getirmek, fikir yerine propaganda üretmekle yetinirken; Jön Türk/Kemalist geleneğin fideliğinde yetişen, halkçılığı hiç dilinden düşürmeyen Türk Solu da, militarizme dayanmayan bir sol hareket olabileceğini ve halka dayanmayı hiç düşünmedi, rejim savunuculuğunu, “devrim muhafızlığı”nı aydın olmakla özdeştirdi. BD-İBDA Hareketi’ni niye bu verimsiz itiş-kakışların dışında tuttuğum, ancak söz konusu yıllardaki gelişmeler epistemolojik, ontolojik ve sosyolojik bir tetkike ve tahlile tâbi tutulmakla anlaşılabilirdi ve Türkiye’nin tüm bu gelişmelere içeriden bakabilmek ve kavrayabilmek gibi bir şansı vardı. Lâkin entelijansiyamız bu meseleleri yeterine idrak edemediği gibi derinlikli bir yaklaşım da geliştirememiş, sığ zeminlerde yapılan polemiklere “analiz” statüsü kazandırmayı yeterli bulmuştur. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu tarafından mazinin bereketli toprakları üzerine ekilen tohumun meyveye durduğunu, 28 Şubat gibi netameli bir sürece rağmen, İslâmî kesimin 2002 yılında ilk defa kendi içinden, İslâm’la barışık bir iktidar (Ak Parti iktidarı) çıkarmasıyla ancak anlayabilmiştir. Oysa “sıradışı” hadiseleri öngörebilme istidadına sahip bir zihin, tüm bu gelişmeleri doğru okuyabilir, “olan”ı “olması gereken”le kesiştiren, hadiselere aslî rengini veren düşüncenin sahih merkezinin BD-İBDA Dünya Görüşü olduğunu görebilirdi. Lâkin zihnî dünyamızın tüm kurucu unsurları dışarısı olduğu için, bürokrasiyle bütünleşmiş aydınımız da tüm bu hâdiseleri postmodern bir oluşumun ortaya çıkardığı gelenek, kimlik, aidiyet, cemaatçilik kavramları ekseninde okumayı tercih etti. Zira, “devrim “muhafızlığı”nı aydın olmakla özdeşleştiren Cumhuriyet literatisi nezdinde, Batı’nın getirdiği normlar Tanrı’nın kanunu hükmündeydi, din sadece amel düzeyinde, belli ritüellere bağlı olarak yaşanan, bir hayat tarzı ve dünya nizamı olarak hakikati üzerinde pek düşünülmeyen bir fenomendi. Dolayısıyla, rahmetli Necip Fazıl’ın ve Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu sistem herkesi şaşırtsa da, “sıradışı” hadiseler karşısında zihnî bir heyecan duymak ve bunu yaşayabilmenin asgarî şartlarına bile malik olmayan aydınımız bu “Büyük Sanatkârlar”ı bütün bir ruh ile dinlemek, hayret ve hayranlık hissiyle dolmak yerine, “sükût senfonisi”ne yazılmayı tercih etti. Buna karşılık, Batı’nın imge ve simge düzenin belirleyici olduğu bir kültürel zeminde, temel ahlâkî ve estetik değerlerimizi tahlile tâbi tutmak, parça parça hakikatlerle yetinmek de İslâmî kesime yetti. Bu hâlin, kendi hazinesinin dilencisi konumunda yaşamak olduğunu bir türlü anlayamadı.

Netice itibariyle, tarihin merkezi Doğu’ya kayıyor ve yeni asrın “yeni ruhu”na geçiş süreci sancılı olacağa benziyor, son zamanlarda bu geçiş sürecinin sarsıntılarını ciddi biçimde hisseder olduk. Türkiye tarihî misyonunu kavramış, Osmanlı’nın tarihteki şerefli görevini geleceğe taşıma kararlılığında görünüyor. Batı için yeniden büyük bir endişe ve korku kaynağı olma yolunda. Müslüman-Anadolu insanında İslâmî-siyasî bir şuur oluştu, harekete geçmek için kendisine değecek fikrin nefesini bekliyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin bir an önce birleştirici ve bütünleştirici bir “müdir fikir”de karar kılması gerekiyor. Zira, hem insanımızı yeniden İslâm’la buluşturmanın yolu, hem Türkiye’nin hem de İslâm dünyasının geleceği, hakikatleri konuşturacak bu fikrin önderliğine bağlı.

Aylık Dergisi 164. Sayı Mayıs 2018