Cumhuriyetin ilk yılları sosyal değişikliklerin sert bir surette yaşandığı devirlerdi. Kültürel değişimin sıkıntıları her alanda kendini hissettiriyordu. Eskiyi ret hastalığına müptela olmaksızın şahsiyetini koruyabilen insanlar çok azdı. O gündelik olanın peşinden gitmeden, aşkla-muhabbetle yanan kalplerin tabibi olmayı seçti. Ve inandığı bu yolda yürümekten başka beklentisi olmayan kalplerin sevinci oldu. 1870 Batum-Ahıska doğumlu Ali Haydar Efendi, doğunun kendi değerlerine yabancılaşmasının, batı uygarlığının aldığı mesafeyle, hayatları kuşatmasının sancılarını bütün benliğiyle hissetmiş ve hayatını bir edebin bile terkine rıza göstermeden, Kur'an hükümlerini taviz vermeksizin geleceğe aşılamaya hasretmişti. Ömrünü İslam dinini ihya etmeye çalışmakla geçirdi. Ali Haydar Efendi Devlet-i Aliyye'nin son zamanlarında yaşamış, aynı zamanda da cumhuriyetin önemli bir döneminde de, ilme-irfana büyük hizmetleri olan, âlim, fakih ve mutasavvıftır.

Ali Haydar Efendi, ilim ve irfan mabetlerinin yıkıldığı, yok edildiği bir zamanda bütün bunları göğüsleyecek derinliğe sahip, sayılı kişilerden biriydi. Ali Haydar Efendi 2 yaşında annesini, 4 yaşında babasını kaybederek, yetim ve öksüz kalmıştır. Kafkaslarda o yıllarda bir matem havası vardı. Ali Haydar Efendi de nasibini alır, Kafkasya’da 1870'den sonra büyük trajedilere sebep olan Rus istilasından.

Anadolu'ya hicret etmek zorunda kalır. 1894'de Batum'dan ayrılır, önce Erzurum'a geliryayan, sonra Bakırcılar Medresesi'ne devam eder, ardından yine yayan olarak 1895'de İstanbul'a gelir. Yaşı ise o zamanlar 25’tir. Abdülhamit aleyhtarlarıyla ilk kez karşılaşır. Ali Haydar Efendi, İstanbul'da dönemin en ciddi eğitim kurumu olan, Fatih Medresesi'nde devam eder, ayrıca Beyazıt dersiamlarından Çarşambalı Hoca Ahmet Efendi'nin de derslerine iştirak eder. İskilipli Muhammed Atıf Efendi de oradadır. 31 yaşında icazetini 1901'de alır. 1902'de Fatih Camii'nde Fatih Dersiamı olarak talebe okutmaya başlar. Öğrenmeye aç Ali Haydar Efendi 1906'da kadı yetiştiren Mekteb-i Nubab'tan da diploma alır.

Oğlu Bahattin Gürbüzleroğlu anlatıyor: Babacığımın alnında bir bıçak yarası vardı, "Efendi baba siz mücahede yaptınız mı? Harbe gittiniz mi? 
-Yok oğlum 5 sene meyve yüzü görmedim, 5 sene içinde o kadar azimle çalıştım ki, uykudan da çekiniyordum, dersten geri kalırım diye endişe ederdim. 
Alnındaki yaranın sebebi olarak "Rahleye koyduğum çakı, uyurken alnıma değer ve yara yapardı" demiş evladına, Tıpkı uzun saçlarını tavana bağlayıp başı öne düştüğünde uyanıp okumaya devam eden meşhur bir âlimin de yaptığı gibi.

İttihatçıları geri çevirdi

1908 Temmuz’unda bir darbeyle Sultan Abdülhamid'e meşrutiyeti yeniden ilan ettiren ittihatçılar, 1909 Mart’ında düzmece bir fetvanın yüzüne okunmasından sonra, Sultan Abdülhamid'i tahtından uzaklaştırırlar. İttihatçıların önemli isimlerinden Talat Paşa ve Hüseyin Cahit, Ali Haydar Efendi'den İttihat ve Terakki Fırkası'na girmesini ister. Kendisine yapılan bu teklifi geri çevirir. İttihatçılarla, iktidarla arasındaki ilk atışmaydı bu. Ali Haydar Efendi muhalif duruşunu koruyarak, ilmi kudretiyle önce 1909'da fetvahanede fetva yazmaya, 1914'de ise Sahn-i Semen Medresesi fıkıh müderrisliğine başlayacaktır. Ali Haydar Efendi fetvahanede hakka, hakikate muhalif hiçbir fetvanın altına imza atmazdı. Taviz vermeksizin dinin hükümlerinin yerine getirilmesini isteyen Ali Haydar Efendi'nin Maide suresindeki; "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zalimlerin, fasıkların, kafirlerin ta kendileridirler" ayeti kelimesi hayat düsturu idi. Fakihliği 4 mezhepte fetva yazacak düzeydeydi. Osmanlı devletinin halvet kapısıydı, öyle ki; medreseler akşam derse son verince, âlimler evine giderken eğer kitaplarda bir meselenin cevabını bulamazlarsa Ali Haydar Efendi'nin evine gelirler, sanki gözünün önünde kitaplar açık gibi, Ali Haydar Efendi oralardan ibareleri okur, meseleleri tahlil eder, âlimlerin o zor meselelerini çözerdi, Ona ''Hallalul Meşakil" en zor meseleleri çözen, tahlil eden âlim olarak vasfedilirdi.

Ali Haydar Efendi heybetli bir insandı

İstanbul'daki iktidar kavgasının sonucuydu 1912-1913'deki Balkan savaşlarının insanımıza yaşattığı acılar. İstanbul'daki selatin camileri tıka basa Rumelili göçmenlerle dolar, bu göç dalgası Fatih Camii Dersiamı Ali Haydar Efendi'nin talebelerini de sağa sola savurur. Civar kasaba ve şehirlere talebelerine yardım amaçlı seyahatler yapar Ali Haydar Efendi, vaazlar verir. Bu sıkıntılı günlerde bandırmaya da uğrar. Bir sabah namazında tasavvuf ehli Bezzaz Ali Rıza Efendi hakkında konuşur, ancak kalbi kısa sürede bilinmez bir heyecan ile sarsılır, rüyalarında bir cezbe hali ile dolar, sorar soruşturur ve pazar yerinde bez satan Ali Rıza Efendi'yi bulur. Söylediklerinden pişmanlıkla affetmesini ve evlatlığa kabulünü ister. Sabır ve teslimiyetle Topkapı'da Ali Efendi'ye talebe olur. Prof. Dr. Osman Öztürk anlatıyor; "Ali Haydar Efendi heybetli bir insandı. Kendisini gördüğümüz zaman sarsılır, kendinize gelirdiniz. Kendinize çekidüzen verirdiniz, yanlış yapmaktan korkardınız, öylece celalli bir karakterdi.

Torunu Hamra Tellibeyoğlu hanımefendi anlatıyor; "Bütün sertliğine rağmen, o kadar merhametliydi ki, bizler onun hep onun kucağında büyüdük, hatta ben biraz da tepesinde büyüdüm diyebilirim."

İsmet Efendi Tekkesi İttihatçılar tarafından işgal edildi

Bezzaz Ali Rıza Efendi'nin 1914'ün başında Bandırma'da vefatıyla talebeleri Ali Haydar Efendi'yi seçimle İsmet Efendi'nin Tekkesi'ne postnişinliğine getirirler, ancak ittihatçılar Ali Haydar Efendi'nin postnişinliğini kabul etmez, İsmet Efendi Tekkesi'ni işgal ederler. İttihatçılara karşı muhalif duruşun bedelini ödüyordu Ali Haydar Efendi. Bu işgal 1919 yılına kadar 5 yıl sürecektir.    Ocak 1913'te Babıali'yi basan ittihatçılar bir darbeyle Osmanlı yönetimine el koymuşlardı. 2 yıl sonra Kasım 1914'de 600 yıllık Osmanlı yönetimi ittihatçılar eliyle bir dünya savaşının içindeydi.  Ali Haydar Efendi, tekkesini elinden alan ittihatçılarla kavgasını bir yana bırakıp cepheye Çanakkale'ye koşar. Cepheye koştuğu zaman 45 yaşındadır. Kuvvetli hitabet gücüyle askerin maneviyatını güçlendiren vaazlar verir. Onlara aguşunu açan peygamberi müjdeler, savaşma azmi verir. Ali Haydar Efendi bu savaş fırtınasının içerisinde; "Korkmayın! Umudunuzu kaybetmeyin, Allah bu hakikat gemisini koruyacaktır, bu milletin yolu kapanmayacaktır, kimse buna güç yetiremeyecektir" diye ayağa kaldırıp toparlayıcı vaazlar verip, medeniyetimizin devamlılığı konusunda ilahi ilhamını yayıyordu. Ali Haydar Efendi diriliş hamlelerinin öncülerindendi. Babıali baskınından sonra ittihatçılar Meclis-i Mebusan marifetiyle, Osmanlı yönetiminde tek ses olmuşlardı. Bütün muhalif sesleri susturmuşlardı. Ali Haydar Efendi ittihatçılara karşı muhalif tavrı ve İslam akidelerine tavizsiz bağlılığı bilinmesine rağmen, önce 1915'de Fetvahane'de oluşturulan 'Telif-i Mesail Heyeti' başkanlığına ve 'Mecelle-i' yeniden ikmal için kurulan komisyona seçilir. 1916'da ise, her ramazan ayında padişahın huzurunda yapılan devlet erkanının da katıldığı, huzur dersleri baş muhataplığına getirildi. Ali Haydar Efendi ilk huzur derslerinde kendisine yapılan "siyasi sorular sormaması" ricasını unutur, meseleyi "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafirlerin ta kendileri olduklarını" ifade eden ayetlere getirir ve Kuran'a rağmen kanun yapan Meclis-i Mebusa'nın ve o kararları uygulayanların durumunun ne olacağını sorar. İttihatçılara, iktidara karşı yükseltmişti sesini Ali Haydar Efendi. Ertesi gün Ali Haydar Efendi genellikle idamlıkların çağrıldığı Beşiktaş'ta bulunun 7/8 Hasanpaşa Karakoluna davet edilir. Son nefesine kadar devam edecek takiplerin, göz altıların, hapislerin başlangıcıydı bu çağrı. Ancak kendisini huzura çağıran Sultan Mehmet Reşad ayrılırken kendisine; "Şayet etrafımdaki ulema, senin gibi vakarına ve ilmine sahip olsaydı İslam Ümmeti bugün burada olmayacaktı" diyecekti. Ancak yine de ittihatçıların hışmından kurtulamaz Ali Haydar Efendi, Sahn-ı Semen Medresesi'ndeki fıkıh müderrisliğine son verilir. İlmiyede fevkalade bir makama sahip olduğundan dolayı ittihat ve terakki anlayışı, Ali Haydar Efendi'yi kullanmak ister ve yanına giderek, kendisine Şeyhul İslam'lık teklif ederler ve tereddütsüz "Hayır!" cevabını alırlar. Zulüm idaresinin 'Şeyhul İslam'lık' teklifini reddeder.

İstanbul sokaklarında İngiliz itleri

Savaş sona erdiğinde, acı tablosuyla İstanbul'un üzerine çöker. 13 Kasım 1918'te İstanbul sokakları İngiliz askerleriyle dolar. Onu boynu bükük bırakanlar, onu ilk terk edenlerdi. 13 Kasım 1913'te yayınlanan padişah tezkeresiyle İsmet Efendi Tekkesi'nin postnişinliğine yeniden oturur Ali Haydar Efendi. İşgal, İstanbul'un yeni çekim merkezi olur. İşgal altındaki İstanbul'un hüznünü tekkesinde unutur, Ali Haydar Efendi talebelerinden İstanbul'a akan irfanla. 6 yıl sürer bu hüzünlü beraberlik, Milli Mücadele, Lozan ve nihayet 1923'te Cumhuriyet'in ilanı. Eskinin üzerini yeniyle örteceğini ilan eden Cumhuriyet Hükümeti rahatsız olur Ali Haydar Efendi'den ve İsmet Efendi Tekkesinden. Kasım 1925'te önce Türk milletinin umumi başlığının şapka olduğu ilan edilir, ardından tekke ve zaviyeler kapatılır. Çile devri başlar Ali Haydar Efendi'nin. Kılık kıyafete dair kanuna muhalefet ettiği gerekçesiyle 1926 başında İskilipli Muhammed Atıf Efendi ile birlikte ellerine kelepçe takılır: "Bir akşam üstüydü” diye anlatmaya başlar Ali Haydar Efendi: “Sivil kıyafetli 3 polis evimin kapısını tıklattı, niçin geldiklerini, ne istediklerini sordum. Polisler kendilerine arama emri verildiğini söyledi; içeriye girdiler, iğneden ipliğe her şeyi aradılar. Oturduğum, misafir kabul ettiğim bütün odaları gözden geçirdiler. Fakat asıl arama faaliyeti kitapların olduğu odada yoğunlaştı. Hususi evraklarımdan, mütalaa kitaplarına kadar her şeyi incelediler. Sivas, Erzurum, Rize ve Giresun'daki şapka karşıtı yürüyüşlerle ilgili bir yazı ya da belge arıyorlardı, konuyla alakalı tek sahife bulamadılar. Evden İskilipli Atıf Efendi'nin 'Frenk Mukallitliği ve Şapka' adlı eserinden başka bir şey almadılar.”

İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanır

Tam 1 yıl çileli bir bekleyişten sonra, 31 Aralık 1926'da Ankara İstiklal Mahkemesi'nin karşısına çıkar Ali Haydar Efendi. İskilipli Atıf Efendi'nin 'Frank Mukallitliği ve Şapka' adlı eserinden 100 adet kadar Bandırma'ya damadına göndermekle suçlanır. 3 Kasım 1926'da hakkındaki iddialardan beraat eder Ali Haydar Efendi. Ancak özgürlüğüne sevinemez, koğuş arkadaşları birer ikişer idam edilmiştir.

Torunu Mehmet Şaraç, dedesini şöyle anlatıyor: "Ali Haydar Efendimizin hayatı günümüze ve yarınımıza ışık tutacak önemli ipuçları içeriyor. Baktığımız zaman kendi çağdaşı olan hoca efendilerle, şeyh efendilerle, kanaat önderleriyle çok samimi ve muhabbet dolu bir diyaloğu var. Mahmut Sami Ramazanoğlu, Mehmet Zahid Kotku, Alvarlı Efe Hazretleri, bunlarla ahenkli, muhabbetli bir münasebetinin olduğunu görüyoruz. Yani farklı meşreplerin olması, farklı yollarda yürümeleri, onların rakip olmalarını değil; aslında aynı kaynaktan gelen suyun farklı çeşmelerden içilmesi şeklinde anlamamız lazım."

Oğlu Bahattin Gürbüzler anlatıyor; "Ali Haydar Efendi için asıl mahpusluk beraat kararından sonra, hürriyetini kavuşunca başlar. Önce 1928'te harf inkılabı, arkasından 1932'te ezanın Türkçeleştirilmesi, tarihin en acı bitişlerinden biriydi yaşanan. Ali Haydar Efendi'nin peşine hafiyeler takar devrin iktidarı, onu her yerde izler, her hareketini takip eder, susturmak isterler, İsmet Efendi Tekkesi'nin sokağından geçmek cesaret istiyordu o yıllarda. İstiklal Mahkemesi’nden geldi, istihbarat için Bursa'ya getiriyorlar, Ulu Camii'nden Bursa'nın Müftüsü geliyor. Asaletini görünce kıskanıyor ve onu içeri attırıyor. 1 ayda Bursa'da mahpus oluyor."

Duruşundan hiçbir zaman taviz vermedi

Torunu Mehmet Saraş anlatıyor; "Ali Haydar Efendi bu sıkıntılar karşısında hiçbir zaman duruşunda taviz vermedi, gayet metin, hem tavizsiz duruş sergiledi, aynı zamanda da ehlisünnet akidesini de günümüze kadar taşıyacak bir hayatı bizlere bıraktı."

Din adına bir şeyler söylemenin suç kabul edildiği günlerde Ali Haydar Efendi; "İslam’ın ruhuna sadık kalanlar, kökünden koparılmak istenen yığınlar için kurtuluş köprüsü olur." Küfrün kirletmeye çalıştığı zihinlere Kur'an ve sünneti anlatır. Her salı Nişanca Camii'nde, her perşembe Yavuz Sultan Selim'de öğle vakti sonrası vaazlar verir, hiç aksatmaz. Gül alıp gül satar gönüller, Gül Muhammed'in kokusuyla donatır. Ülkesinin bir gül bahçesine döneceği günlerin hayalini kurar, her geçen gün kalabalıklaşan bakışlarla. "Hiçbir şekilde İslami bir faaliyetin olmadığı, her şeyin yasak olduğu bir zamanda, Sami Efendi Hazretleri dedeme gelir, dedem de onu çok sevdiği Mehmet Zahit Kotku Hazretlerine yollardı. Hatta ben önde giderdim, arkama bakardım babama, evet gelebilirsin, polis molis yok derdim ve Sami Efendi Hazretleri de gelirdi, sohbet eder, bayramlaşırlardı." Torunu Hamra Tellibeyoğlu Hanımefendi o günkü buluşup bir araya gelme koşullarını bir araya getirir.

Derin bilgisi ve kuvvetli hitabet gücü olan Ali Haydar Efendi konuşmasını irticalen yapar, cemaat üzerinde kuvvetli tesirler bırakırdı. Meseleyi nasıl anlatması gerekiyorsa, ona göre bir yol bulurdu. Meselenin doğrusunu anlatır, yanlışını idrak etmeyi cemaatine bırakırdı. Zor şartların oluşturduğu bir durumdu bu. Devrin iktidarının baskısından kurtulmanın, kaçmanın bir yolu bu. Çünkü vaazlarını cemaatinin yanısıra, peşindeki hafiyelerde dikkatle izler, gerektiği yerlere rapor ederdi.

Devamlı yeni şeyler öğrenme aşkı ve iştiyakı vardı

Torunu Bahattin Gürbüzler anlatıyor; "Biz ihvan yemeği için, her çarşamba pazara çıkardık, alışveriş için kullanılan kese kâğıdını dikkatle baktığında şifahi şerifi görünce hayret içinde; 'Aman Yarabbi' diyerek ağlamaya başladı. Böyle mi olacaktı diye, İslami eserlerin sonu. İslami eserler onların ellerine geçmesin diye toprağa gömerdik."

Devamlı yeni şeyler öğrenme aşk ve iştiyakındaydı, bundan dolayı talebeliği hiç elden bırakmazdı, devamlı okur, ilmi mütalaa yapardı. Hatta yeni bir malumat öğrendiğinde hanımı Gül Hanife'ye; "Hanife yeni bir cahilliğimi daha gördüm, yeni bir şey daha öğrendim" diye seslenirdi.

Siz her ne kadar bu milletin medeniyetine dair değerleri duvarlardan kaldırsanız, sökseniz, onları bir sandukanın içine koysanız, bu milleti onlardan mahrum ettiğinizi zannetseniz de, gün gelecek hakikatin levhaları Anadolu'nun her köşesine asılacak, evlatlarından talebelerine Ali Haydar Efendi'nin müjdesi ve mücadelesi bunun üzerinedir ve hayatı bununla nihayet bulmuştur.

Yine torunu Hamra Tellioğlu Hanımefendi anlatıyor; "Etrafındakileri ilk önce namaza, oruca, farzlara, ondan sonrada diğer ibadetlere sevk ederdi. Talebeleriyle de münasebetleri çok çok iyiydi."

Talebesi Fahrettin Başeğmez onun takva anlayışını şöyle dile getirir; "Ali Haydar Efendi bir mubahı dahi farz gibi titizlikle yerine getirirdi."

O kompleksiz bir irfanın sahibiydi, irfanın gerçek sahibinin sözleriydi sığındığı ve kendisinde emanet olduğuna inandığı.

Devrin iktidarlarının dayattığı yeninin karşısında, eskinin müdafi olmaya sabrıydı sığındıkları, bu yüzden takipler, kovuşturmalar yıldırmaz onu. Ümitle istikbale döner yüzünü ve insanına eğilmeyi gaye ve hedef seçer, her vesileyi bir irşat vaktine dönüştürür. Maziyi bütün canlılığıyla geleceğe taşımak istiyordu.

Dışarıda, okulda, sokakta İslam’a dair bütün hakikatlerin karalandığına şahit olanlar, Ali Haydar Efendi'nin o irfan okulunun kapısını açıp, onun yanına ulaştıklarında, az yiyen, az konuşan, az uyuyan, insanlığın sorunlarını çözmeye kendini adayan bir âlimle karşılaşırlardı ki; Ali Haydar Efendi sadece duruşuyla hakikate atılan bütün irfanları temizleyen bir özelliğe sahipti. Leyla ile aram nasıl? Ali Haydar Efendi müritlerini bu soruyu sorarmış. Oğlunun rivayetiyle kendisini takip edenlerin aile hayatlarını, düzenini de kendilerine sorar, nasihatler ederdi.

İçi hakla dışı halkla beraberdi

Yeter söz milletin manifestosu Haziran 1950'de her şeyini kaynağına döndürdüğünde, Ali Haydar Efendi için gözaltılar, sorgular, takipler, mahkemeler biter. Ali Haydar Efendi Tekkesi için bir huzur dönemi başlar, huzuru getirenleredir duaları Ali Haydar Efendi'nin. 27 Mayıs 1960'da 10 yıl süren bu huzur dönemi, askeri cuntanın hükümet darbesiyle sona erer. 90 yaşını sürüyordu Ali Haydar Efendi, dostun dosta yürüyüş vakti gelmişti; "Namaz kılınacak camiyle ilgili çok oyunlar yaptılar ihtilalciler, cenaze namazı Fatih Camii'nde kılınacaktı ve Fatih Camii Haziresine defnedilecekti, önce onayladılar, bu yönde hazırlık yapıldı, lakin daha sonra cemaatin kalabalığını görünce Fatih Camii’inde olmasın da bari Yavuz Selim Camii'nde olsun diye karar çıkarttılar. Güya o ihtişamlı cenaze merasimine mani olabileceklerdi. Böylece cenaze namazı Yavuz Selim Camii'nde kılındı, üzerimizde helikopterler uçuşuyordu." Oğlunun damadı Osman Öztürk vefatı sonrasındaki gelişmeleri böyle anlatır.

İnsanların içinde sıradan biri gibi yaşadı Ali Haydar Efendi. İçi hakla, dışı halkla idi. Onun hayatı; tasavvuf yolunun kalabalık taraftar toplama, ekonomik ve siyasi güç kazanma faaliyeti olmadığını apaçık gösteren tablodur.

Ali Haydar Efendi kompleksiz bir irfanın yaşadığı bir vatandı...

Gürsel Tanrıverdi, Aylık Dergisi 138. Sayı Mart 2016