Temel meselelerimizden birisi de “şahsiyet” olmadır. Elbette bu kendi kendine değil bir kültür içinde, bir kültür etrafında oluşur... Benlik oluşturma ve olma; bu da bir yönüyle “ifade” içinde kendini gösterir. Hayatımızın tüm çerçevesinde ihtiyaç duyduğumuz ve onunla hakikati bulduğumuz şey; dil. Dil üzerinden de kelimenin dökülüşü. İnsan, varoluşunun sebebini düşünce ile, düşünceyi ise kelime ile çözer. Kelime ise o işin aracı. Yani ne kadar kelime, o kadar fikir payı... O kadar gariptir ki, duyup da konuşamayan ve yazamayan bile, bir diyalektik ve dil sağlayacak zihin hareketine sahip. Yani dilin hakikatini oluşturacak bir kapı. ”

Bir ülkeye en kötü şekilde zarar vermenin veya o ülkenin örf ve adetlerini değiştirmenin yolu dilden geçer. Meşhur "Dilini kaybeden dinini kaybeder" sözünü hatırlayalım. En kolay sömürü, kelime üzerinden gerçekleşir. Önce o yere ait kelime yerine oraya ait olmayan bir yabancı kelime sokulur ve ardından diğer kelime eskileştirilmeye ve alay konusu edilmeye başlanır. Kavramlar üzerinde oynanır ve kelimenin derinliği bitirilir. “Bakkala gidiyorum”un yerini “Markete gidiyorum” aldı bugün.... Sömürü sistemleri sadece o kelimeyi değil kelimenin oluşumunu da kullandırtmamaya çalışıyor. Yani kapitalizm... Eski kelimelerle düşünen insan, yeni kelimeler karşısında düşünme şeklini de değiştirmek zorunda kalıyor. Kaybettiğimiz kelime bize bir bakış açısı sunarken, yerine getirilen kelime tek anlama geliyor ve ruhsuzlaştırıyor; hem cümleyi hem de düşünceyi. Fransa'nın Cezayir'e, İtalya'nın Libya'ya, Çin'in Doğu Türkistan'a, ABD'nin Ortadoğu'ya yaptıkları ortada... Cezayirlilerin Fransızca, Bosnalıların Sırpça konuşması gibi... 

Mütefekkir Mirzabeyoğlu, Dil ve Anlayış isimli kitabında yukarıda bahsettiğim mevzûu şöyle anlatır:

“Bir milletin yaşayış biçimi, inançları, gelenekleri, dünya görüşü, çeşitli nitelikleri ve hattâ tarih boyunca bu toplumda meydana gelen çeşitli hâdiseler üzerinde hiçbir bilgimiz olmasa, sadece 'dilbilim' incelemeleriyle, bu dilin söz varlığının, söz hazinesinin derinliğine inerek bütün bu mevzularda çok belli bir toplum içinde, kendine has bir kültür ve medeniyet çerçevesinde biçimlenir, rolünü böyle bir çerçeve içinde yerine getirir. Bu sebeble, her dilin belli bir toplumu yansıttığı söylenebilir. ” 

Üstad Necip Fazıl'ın da şu sözünü nakleder ardından: “Bir millete en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır. ”

Kelimeyle oynandığında düşünceyle, düşünceyle oynandığında insanla, insanla oynandığında ise şahsiyetle ve bir nesille oynamış oluyoruz. 

Sömürülen, kullandığı yabancı kelimenin de farkına varamıyor artık. O kelime ile yatıyor, o kelime ile kalkıyor, o kelime ile hayal kuruyor, o kelime ile düşünüyor.

Kendimizden olmayan yanlışa karşı çıktığımız zaman da onların dilini kullanarak karşı çıkmak gibi bir komik durumun içine düşüyoruz; Batının diliyle Batıya karşı çıkmak gibi...

Kavram kargaşasının bariz şekilde günümüzde yaşandığına dâir şunları söyleyebilirim: Bir arkadaşla “sünnet” üzerinden bir meseleyi tartışıyorduk. Tartışma uzuyor fakat birbirimizi anlamıyorduk. En sonunda ona “Sünnet ne demek? ” diye sordum. Bana verdiği cevab benim bildiğim mânâyla aynı değildi. Ben de “İşte burada biz anlaşamıyoruz! ” diyerek mevzûu kapatmıştım. Yani ikimizin de bildiği “sünnet” kavramı farklıydı. 

TDK gibi kelime katliamı yapan kurumların elinde dil, perişan olup gidiyor. Bir kelimenin doğru veya yanlış yazılışını öğrenmek için TDK'ya başvurduğumuz zaman, karşımıza genel itibariyle şu çıkıyor: “Bu kelime bulunamadı” ve altında da kelimeyi arama sayısı olarak: 147.378.120 rakamı çıkıyor. Yani milyonlar o kelimeyi aramış ama bizim kurbağa dili gibi konuşan TDK'mız cevab verememiş. Arayıp sorduğumuz zaman ise, “Üzerinde çalışılıyor” cevabını alıyoruz. 

En önemli meselemize niçin acil önlemler alınmaz ki? Okullarda öğrettikleri Türkçe ile daha sonra gösterilmeye çalışılan Türkçe arasında bâriz farklılıklar var. Bizde yana yakıla “selfie”nin ismi ne olsa diye arıyorduk. Sağolsun TDK, hiçbir işi yokmuş gibi hemen ilgilendi!

Bu milletin diliyle yıllarca oynandı ve bu katliama hâlâ müsamaha gösteriliyor. Yapılacak en son işmiş gibi bakılıyor. Edebiyat dünyası, dil bilimcileri, edebiyat öğretmenleri, dil üzerine ihtisas yapanlar bu mevzûya el atmalı ve gündeme getirmeli. Bakanlıklar da acil bu dil meselesine önem göstermeli, kapıları açmalı... Bir kelimenin TDK'da milyon kez aranıp da cevab verilememesi halimizin perişanlığını ortaya koymaya yetiyor.

Dilin ehemmiyetine dair hattâ ilk mesele olduğuna dair vurgu yapan Konfüçyüs'ün “Bir milletin bütün idaresi sana bırakılsaydı, önce ne yapardın? ” soruna karşın verdiği cevab muazzamdır: “Önce dili düzeltirim... Dil düzgün olmayınca, söylenen, söylenmek istenen değildir; o zaman da, yapılmak istenen, yapılmadan kalır; bu yüzden de töreler ve sanatlar geriler; buna nisbetle de adalet yoldan çıkar; adalet yoldan çıkınca da, halk çaresizlik içinde kalır. İşte, bundan dolayıdır ki, söylenmesi gereken, başıboş bırakılamaz ve bu her şeyden önemlidir. ” 

Dil ve Anlayış'ta bu konuya değinen Mirzabeyoğlu, TDK bahsinde, ta 1985'de ilk baskısı olan kendi eserinde açıklıyordu TDK'nın kelime katili olduğunu. 85'den bu yana da TDK'nın gidişinde ilerlemeye dâir hiçbir şey olmamış ve Türkçeyi daha berbat hale getirmiştir:

“...Milletin ruh ve kafasını yangın yerine çevirip üzerine zift karası kurumlar yağdıran kurum; 'Türk Dili Kurumu' isimli, lisân suikastçılığı ocağı... Gerçek bir kurtuluş hamlesinin, bu vatanda, ağzı taşlarla örtülü bir kuyu gibi kapatmakla mükellef olduğu ilk dernek, Türk Dil Kurumu'dur. ”

Bugün adı bize “büyük” diye yutturulan dil katillerinin keyfî kelimelerini kullanmaya zorlandık. İslâm ve Osmanlı düşmanlığını dilimizden çıkarırcasına savaşan bu dil sapıkları içki sofralarında, ayyaş kafayla hüküm vermekten de çekinmemişlerdir: İsminin son harfi "b" iken "p" olmasına içerlenen Yakup Kadri, meseleyi Mustafa Kemal'e açınca, ayık kafayla verdiği cevab işin hangi kafalarla ve hangi içki sofralarında konuşulduğunu da gösteriyor: "Sen de başka bir isim seçseydin."

"Kaf"ı kaldırıp sadece "k"yi getirirsen, "inkılab"ı da "inkilab" yaparsın? Arapça kelimelerle iştigâl ettiğim zaman gördüm ki; kullanamadığımız peltek ve kalın "s", "kaf" ve "z" yüzünden birçok kelimeyi kaybetmişiz. "Kesafet" gibi. Peltek se ile başka bir anlam ifade ediyor, Kalın "se" ile başka bir anlam, keskin se ile başka bir anlam... Fakat üçünden birini bırakın kelimenin kendisini bile kullanamaz olduk. Bunun gibi binlerce kelimeler... Necip Fazıl 7 bin, Samiha Ayverdi 4 bin, Tarık Buğra 3 bin kelimeyle konuşurken şimdiki neslimizin gençleri acaba bini geçebiliyorlar mı? Yahut yüz kelimenin üstüne çıkabiliyorlar mı?

Dil ve Anlayış'da kelimeler arasında ne şekilde oynandığına dair Mütefekkir'den bir örnek verelim:

“...'Sebeb' yerine 'Neden' kelimesini kullanmaktaki saçmalığı bir laboratuvar tecrübesi ile misal verelim. Osmanlıca dedikleri veya diyecekleri bir cümle:

-Bais oldukları uydurma dil belâsının öz âmili gizli bir saik belirtirken bu müessiri anlamamaktaki sebeb nedir?

İşte onların Türkçesine tercümesi:

-Neden oldukları uydurma dil belasının öz nedeni gizli bir neden belirtirken, bu nedeni anlamamaktaki neden, nedir?

Bu hâl, en sefil bir idrak seviyesine yol açar. Bunun gibi, hasrete “özlem”, nisbete “oran”, hürriyete “özgürlük”, medeniyete “uygarlık”, mevzua “konu”, cevaba “yanıt”, fedakârlığa “özveri”, ihtiyaca “gereksinim”, haşmete “görkem”, ferde “birey”, seviyeye “düzey”, samimiyete “içtenlik” vs. diyebilen bir kişi, en aziz ve basit halk mefhumlarını baltalamakla, akıldan yana budala, histen yana odun, insaftan yana vahşi, milliyetten yana da piçtir; insandan başka her şeydir. ”

Her ne kadar kelimenin ehemmiyetine dikkat çekiyor olsak da yabancı kelimeler kullanıyoruz. Dil ve Anlayış'da bu bahse şöyle yer verilir: “Başka dillerden kelime almak bir dil için kusur sayılmaz. Hiçbir medenî dil saf değildir. Kötü olan, başka bir dilden kelime almak değil, gramer şekli almaktır. ” Yani Mütefekkir dilin inkişafına de karşı değil, sadece sadeleştirilme adı altında bir lisan ve medeniyet cinayeti işlendiğini, özleştirme cereyanı diye diye uydurma bir dil ortaya çıkarıldığını söylüyor. O dilden, kelimeden öte, o dilin bize ait olmayan kültürünü almamız bizde dil bozukluğuna sebeb oluyor.

Bir mevzu üzerinde belki yıllarca konuşulur, tartışılır. Fakat bir neticeye varılamaz. Gelecek sene yeniden gün yüzüne çıkarılır ve tekrar aynı sorular havada uçuşur. Yani bir delinin kuyuya taş atması gibi... İlmî meselede misal verecek olursam; kelâm inceliğinden o kelâmın kullanımına kadar yitirilmiş kelimelerin kullanımı da son bulmaya başlıyor, bu gibi karmaşa haline gelmiş sorular arasında. “Sakız çiğnemek orucu bozar mı? ” gibi basit ve gereksiz sorularla meselenin aslını gözden kaçırıyorlar. 

Salih Mirzabeyoğlu “Dil ve Anlayış” eserinde sadece kelimelere açılan yaralardan ve kaybettiklerimizden bahsetmiyor; aynı zamanda bir diyalektik de sunuyor. Diyalektik olmadan dil meselesinin anlaşılamayacağını, anlaşılsa bile korunamayacağını hissettiriyor. Bunun için “Türkiye'de, ne bir dünya görüşüne nisbetle fikir, ne de 'sanat üzerine düşünme' bahsi şeklinde dil mevzuuna soylu bir yaklaşma olmuştur” der kitabının başında.

Öncelikle “Ruhî Roman - Ruhun Romanı” başlıklı bir mevzûyla başlar yazısına Mirzabeyoğlu. “Bu dil bahsinde hadiseden kanuna varan bir yol izledim... Alâkalandığım bahislerin davet ettiği bir mevzû olarak ele almadan önce, dil meselesinin çocukluk çağıma uzanan bir tarihi var” açılışıyla kendisinde dil bahsiyle ve ruhî roman içinde ortaya çıkan hayreti döker ortaya. Dilin zevkini diyalektiğin dil üzerinde tesirini göstermek bâbından dil ve âlem mevzuuna girer. Allah-insan-âlem meselesi üzerinden hakikatin boyutlarından ve dilin anlaşılabilmesi için dilin sırlarından bahseder. Dil-Düşünce-Aksiyon başlıklı 3. Levha'sında mânâ ve suretlerle birlikte dilin düşünceyle ilgisini gösterir. Öz Türkçe'den bahseder. Kelimelerin meselesine girer, kelimelerden misaller sunar. “Dil Şuuru” başlıklı 4. Levha'sında dil bahsinin katillerinden, anadilden, dil hassasiyetinden, dili içten çürütenlerden bahseder. 5.Levha'da Dil-Düşünce-Sanat başlıklı mevzuuyla şiirdeki zevkten, şiirdeki ızdırabdan, şiirin mânâsından ve şiir ile estetik buudlardan bahseder. “Mutlak Dil-Mutlak Mânâ” başlıklı 6. Levha'da Kur'an-ı Kerim üzerinden dil bahsini mevzu edinir. 7. Levha'da “Dil Çerçevesi” başlığıyla düşüncenin ve aklın kelimeyle olan münasebetinden bahsederek, idrak ve kelâm zevkinden, lisân ve şahsiyet meselesinden, hikmetlerden ve dil-düşünce-kültürden bahsederek kitabı sonlandırır Mütefekkir. 

“Dil ve Anlayış - Dil ve Diyalektik” kitabı bize hem dilde “yenileyicilik” içine girmemizi, yeniden toparlamamızı söylüyor, hem de dil üzerinden mesele oluşturmamızı. Bunun için dilin mesele konuşularak yaşanacağını, mesele konuşarak genişletilebileceğini de belirtmiş olalım. 

Son olarak, Mütefekkir'in devamlı üzerinde durduğu İslâm'a Muhatab Anlayış'ın dil meselesini ele alışını şu satırlarla size aktarmak istiyorum: 

“İslâmî bir ruh potasında pişmiş dili, ruhî yükselişle boş kabuk olmaktan çıkaracak yerde, ruhunun leş kokusuna denk gelecek kurbağacaya döndürmeye bakıyor. İlim, sanat ve fikrin bu soydan cüceleri, komünistlere, masonlara, bütün İslâm düşmanlarına yardımcı olduklarını, temas ettiğimiz meseleler içinde idrak edecekler mi? Yoksa, izah edici biz olduğumuz için 'kurbağacaya' devam mı edecekler? ”


Baran Dergisi 422. Sayısı