İnsan, doğuştan sahip olduğu fıtrat gereği, bir güce, kuvvete muhtaç olduğunu hisseder. Keza herhangi bir problemle karşı karşıya kalan insanoğlu, kendini kurtaracak bir güce sığınmaya yönelir. Hatta bu durum, insan iradesinin dışında da gerçekleşebilmektedir.

Din, insanda fıtrîdir, yaratılıştan gelen bir duygudur. İnsan, ister hak dine (İslam’a), ister batıl bir dine (herhangi bir madde veya düşünceyi ilah, put edinme) inansın, bir inanç sahibidir. Ayet-i Kerime’de, mealen “…ve ona/insana iki yolu göstermedik mi?” (Beled /10) beyanıyla işaret buyurulmaktadır ki; Yüce Allah, yaratılışta insan için iki yol belirlemiştir. Birincisi “iyilik (sahih din) yolu”, ikincisi ise “kötülük yoludur”. İmtihan gereği iki yol vardır. Ancak Yüce Allah’ın kötülüğe rızası yoktur.

İnsan, yaratılışı gereği “iyiliğe/dine” meyillidir ve din duygusu insanın fıtratında daha güçlüdür. Ancak aile, sosyal çevre ve diğer faktörlerle, bu duygu olumlu ya da olumsuz şekilde değişebilmektedir. Bu bağlamda, Hâtemü’l-Enbiyâ Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle buyurmaktadır: “Her doğan (çocuk), fıtrat (İslam) üzere doğar. Sonra, anne-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi olarak yetiştirir.” Hadis-i Şerifte fıtrattan kasıt din duygusu, iman ve iyilik yoludur.

İnsan, doğuştan sahip olduğu fıtrat gereği, bir güce, kuvvete muhtaç olduğunu hisseder. Keza herhangi bir problemle karşı karşıya kalan insanoğlu, kendini kurtaracak bir güce sığınmaya yönelir. Hatta bu durum, insan iradesinin dışında da gerçekleşebilmektedir. “Onlar bir gemiye bindiklerinde (fırtına korkusuyla), içten bir inanç ve bağlılıkla Allah’a yakarırlar…”  (Ankebut 65) bu ayet-i kerime, insan psikolojisi açısından düşünüldüğü zaman, insandaki din duygusunun fıtrî olduğu (doğuştan geldiği) anlaşılmaktadır. Bu meyanda Yüce Allah, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e ve onun şahsında bütün insanlığa din yolunu şöyle öğüt vermekte ve emretmektedir: “(Ey Peygamber) sen hanîf olarak bütün varlığınla dine yönel; Allah, insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum Suresi 30)

Din duygusu, insan fıtratının temel bir özelliği olmakla beraber bu kendiliğinden uyanıp gelişmez. Zira insanda hazır bir Allah inancı değil, onu bu inanca götürecek kabiliyet ve imkân vardır. İnsan kendi dünyası veya dış alem üzerinde derinlemesine bir araştırma yapınca, çaresizlik ve sıkıntı içinde bocaladığı bir anda bu duygunun belirtileri açıkça gözlenmektedir.

İlk dönem filozofları insandaki din duygusundan sarahat ile bahsetmemekle beraber böyle bir duygunun varlığından bahsetmişlerdir. Descartes: “Gerçekten de Tanrı’nın beni yaratırken tıpkı bir sanatçının eserine mührünü basması gibi bu fikri gönlüme mühürlemiş olmasında şaşıracak bir yan yok. Bu mührün, eserin kendisinden farklı bir şey olması da beklenemez.” ifadesiyle insandaki din duygusunun fıtrî olduğunu itiraf etmektedir. Yüce Allah’ın elest bezminde bütün ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusuna karşılık ruhlar da “Sen bizim Rabbimizsin” cevabını vermişlerdir. (A’raf Suresi 172) Rabbin Âdemoğulları’ndan -onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu; ben sizin rabbiniz değil miyim? “Elbette öyle! Tanıklık ederiz” dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz.”

İnsanları diğer canlılardan ayıran özellik akıldır; din de akıl sahiplerine hitap eder. Allah-u Teâlâ insanlara acıdığından ve merhamet ettiğinden dolayı kendi lütfunun eseri olarak onlara Peygamberler göndermiştir. Dünya ve ahiret mutluluğunun temini için görevlendirilen Peygamberler vasıtası ile Vahy-i İlahî tebliğ edilmiştir. İslam dinini tebliğe me’mur olan Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise hem tebliğ hem tebyin hem tatbik hem de tezkiye etmiştir (Her türlü şirk, kötülük ve insana yakışmayan çirkinliklerden temizlenme yollarını göstermiştir).

Burada bahse konu olan, Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu ve beğendiği din ise Yüce İslam dinidir. İslam dininin ismi bizzat Allah-u Teâlâ tarafından seçilmiş ve bu dine mensup olanların ismini de yine Allah-u Teâlâ vermiştir. Kuşkusuz, “Allah katında din İslam’dır” (Âli İmran 19) ayeti mucibince de İslamiyet’e iman edenlerin adı da Müslüman’dır ve “O size hem daha önce hem de bu Kur’an’da “Müslümanlar” adını verdi ki peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz.” (Hac 78) ayetiyle de sabittir ki Müslüman ismi Yüce Allah tarafından verilmiştir.

Tarih boyunca “din” kavramının tarifi çokça yapılmıştır. Din, “itaat, inkıyâd, boyun eğme” gibi manalara gelmekle birlikte, kanaatimizce ıstılahî yönden câmi’ ve mâni’ tarif, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin (D. 1340-V. 1413) yaptığı tariftir. “Din İlâhî bir kanun olup, akıl sahiplerine Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in bildirdiğini kabul etmektir.’’

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bütün peygamberlerin aynı aileye mensup olduklarını şöyle ifade etmektedir: “Ben dünyada ve ahirette Meryem oğlu İsa’ya insanların en yakın olanıyım. Peygamberler, ataları bir, anneleri ayrı kardeş gibidirler. Dinleri ise tektir.” Özetle bütün peygamberler usûlu’d-dinde (akaidde) müttefik; fürûda (bazı şer’i konularda, yaşadıkları çağların gereği maslahat icabı) ise muhteliftirler.

Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin adı İslam’dır. “Allah katında yegâne din İslam’dır.” Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerden bahseden ayetler, onların İslam dini üzere olduklarını bildirmiştir.

Hazret-i İsa’nın havarilerinin Müslüman olduklarını, bizzat onların dili ile beyan edilmektedir: “…Şahit ol ki bizler Müslümanlarız.” (Âli İmran 52) Yüce Allah kesin bir beyanla İslamiyet’in dışında hiçbir dinin kabule şayan olmayacağını bildirmiştir. “Kim İslâm’dan başka bir din arama çabası içine girerse, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edenlerden olacaktır. (Âli İmran 85)

Allah-u Teâlâ “Hani, Allah peygamberlerden, andolsun size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz” diye söz almış ve “Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?” demişti. Onlar, “Kabul ettik” demişlerdi. Allah’ta, “Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım” demişti.’’ (Ali İmran 81)

Bu ayet-i kerimeyle ilgili Tefsir’ül-Mazhari’de İbn-i Abbas’ın Hz. Ali’nin şöyle dediğini kaydetmektedir; “Allahu Teâlâ Âdem’den ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerden Hz. Muhammed hakkında kendi kavimlerine ve eğer gönderildiği zaman hayatta iseler ona iman ve onun dinine yardım edeceklerine dair söz almıştır. Özellikle bu peygamberlerden bazılarının İsrailoğullarına işaret vardır. Çünkü onlar ‘peygamberler ancak bizden olur.’ savını iddia edecekleri için onlardan ahd almıştır.’’  Nitekim Hz. İsa’ya Saff Suresi 6. Ayette; “Hani, Meryem oğlu İsa, ‘Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim.’ demişti. Fakat (İsa) onlara apaçık mucizeleri getirince, “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler. Musa’da kendisinden sonra gelen İsa Aleyhisselam’a kavmine ona iman etmelerini emretmişti”.

Netice olarak Allahu Teâlâ katında kabule şayan din tektir. O da İslam’dır. Bütün peygamberlerin dinidir. Peygamber Efendimiz yaratılış itibariyle en öncedir. Sonuç itibariyle Hâtemu’l-Enbiyâ’dır. Nübüvvet ve Risalet onunla son bulmuştur. 

Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in hitamuhu misk ifadeleriyle: 

Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim; 

Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!

Miraç Kandilinizi tebrik ederim.

Aylık Baran Dergisi 24. Sayı, Şubat 2024