Geçtiğimiz ay 3 Aralık Dünya Engelliler Farkındalık Günü vesilesiyle “engellilik mevzuu” bir kez daha gündeme geldi. Söz konusu gün, 1992 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul ediliyor. Tüm dünyada engelli bireylerin topluma kazandırılmasını, haklarının dile getirilmesini, daha kaliteli bir yaşam sürmesini, sorunlarının anlaşılmasını teşvik etmek amaçlanıyor. Engelli bireylerin diğer insanlarla eşit olması ve bunun bir kez daha dile getirilmesi de amaçlar arasında... Kulağa güzel gelen bu amaçlar, engelli bireylerin hak ettiği, onlar için iyi, doğru ve güzel olan nizama yönelik mi acaba?

Görüyoruz ki; engelli, yaşlı, kadın, çocuk gibi toplumun dezavantajlı grubunu oluşturan insanların sorunları parça parça değerlendiriliyor. Ve sonuç ortada... Her gün bir erkek tarafından canice öldürülen kadınların haberini duyuyoruz. Her gün fiziksel, psikolojik ve duygusal istismara uğrayan engellilerimizi, çocuklarımızı ve hatta bebeklerimizi duyuyoruz. Peki bu kadınlar bu yaşlılar bu engelliler ve bu çocuklar her şeyden önce bir insan değil mi? Neden bu insanların sorunlarına ayrı ayrı bir meseleymiş gibi bakılıyor? Oysa ki; Batı Medeniyetinden, mevzuları parça parça değerlendirmenin doğru olmadığını görüyoruz. ABD, o kadar zengin ve varlıklı bir devlet olmasına rağmen, boşanmaların, intiharların, cinayetlerin neden bu kadar arttığını, neden insanların mutsuz olduğunu kendisine 21. yüzyılın başlarında sordu. Bir an önce bu yanlıştan kurtulmak gerekiyor. O sebeple engellilik meselesine ayrı bir konu olarak değil de bir insanlık meselesi olarak bakmak hepimiz için fayda sağlayacak sanki.

Özellikle spesifik konuları değerlendirirken, zihinlerin; mevzuyu bütünden kopmadan, bütün içindeki yerini bularak algılayamayışının belki de en büyük nedeni, Ülkemizde sosyal politikaların yetersiz oluşu... Engellilik mevzusu naif, duygusal bir mevzu. O nedenle bu mevzuda duygusal düşünmeye değil analitik düşünmeye ihtiyaç var. Analitik düşünmek için de kurallara... bazı insanlarda duygusal düşünme o denli abartılıyor ki; duygusal ajitasyona varıyor. Sürekli kendini acındırma, Sürekli duygu sömürüsü yapma... Niye böyle oldu da, hep böyle oluyor da, niye hep bunlar benim başıma geliyor da... Bu durum şundan kaynaklanıyor sanki: Kabullenmek bize hep bir yenilgi olarak öğretildi o yüzden, zihinler kabullenmeyi pasif bir hâlmiş gibi algılıyor. Mağdur hissediyor. Çaresiz hissediyor. Bunu daha yeni yeni fark ediyoruz. Halbuki; kabul etmek şu demek oluyor aslında; “Başıma olumsuz bir hal geldi ve muhtemelen üzüleceğim. Evet keşke olmasaydı ama bu diğer insanların da başına gelebilir, ben şimdi ne yapabilirim, benim kontrolümde olan nedir?” Bu “herkesin başına gelebilirdi” cümlesi kendini diğer insanlardan avantajsız, yararsız görme yanlışından kurtarabilir ve bir bütünün parçası olduğunu hissettirebilir. Bütün bunların yerli yerine oturabilmesi için sosyal politikalara ihtiyacımız var gibi. Ama Sosyal Politikalar Bakanlığımız özellikle engelliler konusunda tam olarak bir sosyal yardım bakanlığı gibi çalışıyor. Oysa o insanların kendilerini aktif bir katılımcı olarak görmeye ihtiyaçları var. Son yıllarda devletimiz bir sosyal devlet olma yolunda ciddi adımlar atıyor tamam da yeterli olmadığı belli sanki. Bununla birlikte dünyanın bugün geldiği nokta itibariyle, bu aksaklıkların bir doğum sancısı olduğunu görebilmek de zor değil.

Aynı şekilde; Birleşmiş Milletler’in engelli insanların farkındalığı için kabul ettiği bir günün olması güzel ve olmalı da... Fakat sorun şu ki; kabul ettiği amaçlar, bakışları bütüne ne kadar yaklaştırıyor? Birçok tanım hatası olduğu da net görülüyor. Meselâ, engelli insanların diğer insanlarla eşit olması... Eşit olmak ne demek? Her şeyden önce biyoloji gereği insanlar eşit yaratılmamış. Aynı anne babadan doğan, aynı anne baba tarafından büyütülen ve eşit imkanlara sahip olan çocuklar aynı mı? Aynı genetik yapıya sahip tek yumurta ikizlerinden biri genetik olduğu tahmin edilen bir rahatsızlıkla mücadele ederken diğerinde görülmüyor. Farklı kabiliyetleri farklı meziyetleri farklı şartları var. Farklı olduğu için de güzel ve özel... Bu sayede bir araya geldiğimiz zaman, tüm insanlık olarak bütün sorunları çözebiliriz. İnsanları diğer insanlarla eşit duruma getirmek, bunun için zorlamak o insana yapılan bir acımasızlık, engelli insanları diğer insanlarla eşit hale getirmek bir zulüm olmuyor mu? Aynı olma sevdasından kurtulmak, farklılıklarla yaşamayı bilmek birçok sorunumuzu çözebilir sanki. İşte o zaman engelli insanlara karşı zihinsel körlük ortadan kalkabilir.

Mesela; lafzen çok kolay; “Hepimiz bir engelli adayıyız.” Dışarı çıkıp insanlara bir bakalım, öyle mi? Söylemek başka hâl etmek başka... Engelli olmayan insanların engelli insanları anlayabilmesi için kendilerini onların yerine koyması değil de üzerine düşeni yapması doğru ve buna bağlı olarak da güzel olan sanki. Üzerine düşeni yapabilmek için ilk önce bunu görebilmek gerekiyor. Yani önce o engelli insanın sorununu dinleyebilmek, sonra o sorunun içindeki sorumluluğunu bulabilmek... Zor bir şey değil ama yeni bir şey. O yüzden de üzerinde çalışılması gerekiyor sanki. Üzerimizde çalışmamız gerekiyor...

Aylık Baran Dergisi 23. Sayı Ocak 2024