●Dünyayı imar, hakikatte, dünyayı gaye sananların değil, vasıta kabul edenlerin, yani bizim davamızın, İslam inkılabının hak ve vazifesidir.
●Zira dünyayı gaye kabul edenler ve ötesine inanmıyanlarca, hiçbir görüş tarzı, faniliği ve mahdutluğu açık olan bu dünyada bir eser bırakmak ve arkadan geleceklere bir mâna ve madde donatımı terketmek cehdini besliyemez. "Bu bu kadardır!" dedikten sonra dikilecek her taş, günübirlik hayat ihtiyaçlarına ne derecede medar olursa olsun, hakikatte ve esasta, korkunç ve lüzumsuz bir abes belirtmeye mahkûmdur. Arkadan gelen nesillerin tesellisi ise, varlığı ve yokluğu, kendi öz ferdiyetinin kâsesi içinden tadan insanoğlu hesabına, aşk ve şevkle eser vermek yolunda kâfi ve sağlam bir müeyyide değil, sadece suni ve dayanıksız bir tedbirdir. Allah'a inanılmıyan yerde, hakikat ve esas göziyle, tek taşı ayakta durdurabilmenin imkânı yoktur.
●Böyle olunca, dünyayı imar, her halde ve her şeyden evvel maddeci telâkkilerin işi olmamak icap eder.
●Halbuki böyle olmamış; asırlar boyunca İslâmiyet, ferdî temsil kadrolarında, ahiret uğrunda dünyayı yüz üstü bırakmak ye camilerden başka hiçbir mekânı haşmetli bina etmemek mânasına alınmıştır. Garbın bâtıl dini ise, ancak papas telkinlerinin zayıflamaya ve mensuplarının maddîleşmeye başlamasından sonra dünya imarına yol açıldığını görmüştür.
●Böylece, hak ve bâtıl kutuplariyle dinlerin, insanoğlunu dünya vazifelerinden alıkoyduğu ve din telkinlerine ne kadar kıymet verilmezse o kadar dünya imarına imkân hâsıl olduğu üzerinde, tamamiyle yanlış ve ters bir zehap doğmuş; ve bu kolay zehap asırlar boyunca kökleşerek, hemen hiçbir fikir adamında, tersyüz edilen hakikati ihtara kudret bırakmamıştır. Garbın bâtıl din bünyesi böyle, bir idrake imkân vermediği için, hakikat, Garplı mütefekkirler tarafından keşfedilemezdi. Bunun için İslâm’a kucak açmak gerekirdi. Fakat İslâm mütefekkirlerince, Garbın bütün tezat ve buhranı da dâhil olarak, yegâne kurtarıcı dinin ruhuna bîgâne kalınması ve bu yüzden sebeb ve neticelerin süzülememiş olması, şahsî idrak ve tefi kabiliyetsizliğinden bu düğümü çözememiştir. Eğer yalnız bu nokta izah edilebilseydi, dünyayı ve dünya hakimiyetini elimizden almak suretiyle ruhumuzu ve gayemizi körlettiğini sanan Hıristiyanlık, çoktan bize mağlup olmuş bulunurdu.
●Din gözünde ahiretin zıplama taşı olmaktan ibaret bulunan dünya, yine diri eliyle çerçevelenmiş hakları verilmedikçe, bizi ötelerin haklarından da mahrum edecek kadar kuvvetli bir tuzaktır; ve bütün marifet, bu dinî inceliği kavrayabilmektedir.
●Onun içindir ki, hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya hemen ölecekmiş gibi âhirete memuruz; ve yine onun içindir ki, mescitlerimizi sade ve şehirlerimizi ziynetli bina etmek gibi hudutsuz hikmetli bir Peygamber emri almış bulunuyoruz. Yani bugüne kadar yaptığımızın tam aksi... Hemen ölecekmişiz ve zaten yaşamamaktaymışız gibi bezginlikten ibaret ahiret tesellisi; ve yalnız mabetler adına bir ihtişam ve gerisi teneke evler... Bize bu ruhu telkin edenlerse, Kâinat Efendisinin her mikyas üstü deri bâtınına yol açmak davasiyle yalan haber veren sahte mutasavvıflar ve kalpazan dervişler olmuştur. Gerçek tasavvuf ve bâtın yolculuğu, bu gidiş ve gelişin tam aksinedir.
●İslâm inkılâbında dünya, İslamiyet’in hakikatine tıpatıp uygun olarak, biz her şeye malik olduktan sonra, hiçbir şeyin bize malik olmaması inceliğinden ibaret bulunan gerçek fakirlik gibi, bizim yüzde yüz sahip ve hâkim olacağımız, fakat onun bize sahip ve hâkim olamıyacağı ve üstüne yapılan her nakşın asit gaye olarak kendisini aşacağı muvakkat bir plândır. Ve iste dünya böylece kabul edildikten sonradır ki, solmaz renk ve ölmez eslerin iklimine yol veren geçit noktası olarak bu muvakkat plânı baştan başa donatmak, bezemek, ötelerin sevk ve neşesiyle süslemek din! bir vazife olur ve zahmetine değer. Yoksa dünya dediğimiz plânı donatmak ve bezemek için, ondan başka bir şeye inanmamak icap etseydi, asıl o zaman bu plânı donatmaya ve bezemeye imkân verici büyük, devamlı ve mefkûrevî şevk kaybedilmiş olurdu. Bilinen ve görülen imar örnekleri, tek başına kaldıkça yine bilindiği ve görüldüğü gibi, yarını tekeffül etmek iktidarında değildir ve tamamiyle suni ve büsbütün fânidir.
●İslâm inkılâbının, dünyayı imar mevzuunda, Allah ve Resulünün muradına tam uygun olduğundan emin bulunduğu bir girift hikmet dâvası kavranır kavranmaz, şimdiye kadar Garp dünyasında gördüğümüz bütün örnekler ve onları kat kat aşan en yeni buluşlarla mukaddes ölçüler çerçevesi içinde dünyayı imar küfrün veya bâtıl dinlerin değil, bizim hakikatimiz ve onların tezadı olarak meydana çıkar.
Toplam
●Dâvayı evvelâ vatan sınırları içinde, sonra eşit ruh muhtevasına sahip milletler kadrosunda, daha sonra da bütün zıt topluluklar muhitinde zafere ulaştırmaya memur, harikulade çevik ve ince bir plân zekâsı ve siyaset dehâsı...
●Müslümanlıklarına rağmen, o nuru gölgelendirmiş ve Resulünün muradına tam uygun olduğundan emin numuneliği haysiyetinden mahrum gören, bütün feyzi tek ve mutlak kaynak bildiği Saadet Devri ve Sahabîler topluluğundan alan, böylece hayatın her tecelli sahasına hâkim yepyeni bir vecd ve edaya yol açan bu vecd ve edayı namütenahi ileri bir nesil başlangıcına perçinleyen ve ebediyen perçinleyecek olan bir gençlik teşekkülü dâvası...
●Bütün kıymet hükümlerini ve nefs muhasebelerini İslâmiyet mizanından aldıktan sonra birer birer sükût edecek ve her biri her hakkın İslâmiyette gerçekleştirip istiklâl dâvalarını kaybedecek olan içtimaî ve iktisadî mezheplerin has isimleri ve öz hüviyetleriyle kökünden iptali...
●Kuvveti nispetinde mahcup, hicabı nisbetinde kur, vakarı nisbetinde edib; ve mukaddes dâvanın ruh emrine bağlı madde kıymet ve zarafetini temsilden başka tek gayesi olmıyan bu ulvî gayenin asîl ruhuna malik ve her cihazı, âleti, hali ve şekliyle mefkûrevî nizam ve heybet şiirini heykelleştiren Yeni Altun Ordu...
●Dâvanın kemmiyet ve iptidaî madde kaynağı satranç tahtaları gibi muntazam, polis noktaları gibi her murakabeye nezaretli, maddî ve manevî sıhhat ve şahsiyet çekirdeği, süt beyaz ve süt liman, mesut ve müreffeh köy...
●Dâvanın keyfiyet ve mâmul madde mansabı, sanki fil dişinden kaldırımlarında en ileri ve nuranî fikir ve idrak çilekeşlerinin harikulade bir ahenk ve huzur ifadesiyle aktığı ve kimsenin kimseye çaparız teşkil etmediği, kat ve kubbe kubbe bina ve çatılarının insanoğluna ait büyük oluşu mekânlaştırdığı ve her dert ve her ihtiyacın kadrosunda muessiseleştiği muazzam şehir, haşmetli (Metropolis)...
●İçinden ve dışından sımsıkı müeyyideli ve tam sigortalı aile hücresi...
●Bütün oluş sahalarının merkezî ve muhiti eksiksiz ve tezatsız bilgi plânını çerçeveleyen tek sistemin, devlet aile ve muallim gibi üç ayaklı sehpa üzerinde durması esasına bağlı olduğunu bilen talim ve terbiye ocağı.
●Zekât ve yardım emri sayesinde' içtimaî teavün ve tesavi gayesini son haddine ulaştırıcı ve şahsî mülkiyet hakkı içinde içtima? mülkiyetin her hakkını ödeyici ihyakâr iktisadî nizam...
●Müslümanlara ait, eşya ve hâdiselere hâkimiyet hakkının icra vasıtası olan ve müminlerin kaybolmuş malını belirten müspet bilgiler dehâsını, henüz erişilmemiş ve erişilemez haddiyle temsil...
●Mukaddesat ve cemiyetin müşahhas hicap ifadesi olan dinî ölçüler içinde her tarafı kapalı, ondan sonra her kıymeti açık, böylece her örnekten fazla güzel ve tesirli kadın...
●Vatanın, cemat, nebat, hayvan ve insan, bütün kadrosuna şâmil içtimaî fayda ve faaliyet prensibi; ve zayi olmaktan memnu, hattâ tek zerre (enerji)...
●Kulların değil, Allah’ın ve ona bağlı vicdanın emrettiği adalet...
●Ahiret mâmurluğunun tarlası olan dünyayı, sonunda bir taş tahta gibi bütün yazılariyle silineceği biline biline, son kum tanesine kadar imar...
●Bütün pisleri ve pislikleri ayıklanıp, bütün temizleri ve temizlikleri çeşmeler ve seller gibi akıtılacak ve dâvanın tahassüs âletlerini şekillendirecek güzel sanat şubeleri...
●Sıhhat ve güzellikte her tedbir...
●Üreme ve türemede her çare...
●Nihaî kavga ve zafer plânı olan Batıya karşı, kemmiyet ve keyfiyet zemini olarak istinadı şart, Asyacılık gâyesi...
● Ve nihayet, her biri kitaplık çapta bu otuz üç prensibin bütün teşkilât ve idare ruh ve dehasını billurlaştıran üstün üstü buluş ve eriş; Yüceler Kurultayı ve Başyücelik mefkûresi... İşte bu noktaya gelmiş bulunuyoruz.
Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 277-282