İmrendiğimiz, girmek için yıllardır kapısında beklediğimiz ülkelerden sadece kaynaklarımızın kıtlığı yahut diğer maddî saikler sebebiyle geri kalmış değiliz... Hayata bakışımızda, anlayış ve kavrayışımızda problem var; kaynak sorunu değil, idrak sorunu yaşıyoruz...

Bir insan, Mutlak olana açlık duyuyor, Mutlak olduğunu bilerek ona yöneliyorsa, “Allah her an bir şe’ndedir” ölçüsünden pay sahibi olarak onu ancak an’da yakalayabileceğinin, sadece hislerde bulabileceğinin (zikrin önemi) şuuruyla hareket ediyor ve o an’a yönelmeyen her şeyden nefret ediyorsa, bu insan, “ölmeden önce ölünüz” ölçüsünün sırrına ermiş, hür ve bağımsız bir varlıktır. Tüm bu arayışlarında insana yaraşan yegâne şey ise kemâldir; ilim, irfan, ihsan, izzet, adalet ve cesarettir... İnsan, nefsini terbiye ve tezkiye eden, melekeleri üzerinde fonksiyonel olan bu faziletler vasıtasıyla varlık mertebelerinde yükselir, Rabb’in tecellilerine açık hâle gelir, arınır ve yenilenir... Hayatı da, Mutlak Bir, hür ve bağımsız olanı “zevken idrak” yoluyla kavrayan ruhî bir aksiyona dönüşür. Dolayısıyla, arınıp yenilenmeyen, ruhî bir tekâmülü arzulamayan her insan değersizdir; “Efendi” olmak varken uşak olmaya özenen, kendi oyuncaklarını fazla ciddiye alan bir zavallıdır. Talihsizliği de burada; yaradılışı hilâfına bir hayat sürmesinde yatar. Zira her ruh bizzat müşahede ve murakabe ettiği şeydir, nihayetinde ona dönüşür. Dolayısıyla, yaratılış gayesine uygun bir hayatın arayışında olan her insan öncelikle ulvî bir varlık muhasebesine soyunmak, ben neyim, bu hâl neyin nesi sorularını çözüme kavuşturmak, tıpkı maddeye biçim verir gibi ruhuna bir ölçü kazandırmak zorundadır. Lâkin, tefekkür ve temâşa yoluyla bu meselelere eğilmek yerine ömrünü, kendi kendini aldatmanın nişânesi halinde, görüşlerini doğrulayacak delilleri arayıp bulmakla, kurallardan çok hadiselere bakmakla ve gördüğü şeylerin seçilmiş kısımlarına odaklanarak görülmemişe genelleme yapmakla geçirir ki; kendini bilmemektir... Kendini bilmeyen insan ise gerçekten utanılacak bir şeydir. Oysa, yaratılmışların en şereflisidir insan, dil de bunun için verilmiştir insana... Kelâmın sırlarına erebilsin, iyi-doğru ve güzelin kendisine nisbet edileceği “Mutlak Dil”den beslensin, İlâhî varlığa erişebilsin diye...

Dolayısıyla, dışımızdaki dünyayı tanımlarken kullandığımız dil kendi içinde ne kadar tutarlı ve iç gözlemlerimiz ne kadar derinse, anlattığı gerçekliği de bizim için o kadar anlamlı kılacak, Allah Resûlü’nün sırların taşıyıcısı olan diline iştirakimiz de o nisbette artacaktır. Fakat dayandığınız zihin dünyası, kullandığınız dil hâli yansıtmıyorsa, dilinizin de dışınızdaki gerçekliği yansıtan bir sözler topluluğu ve dilbilgisi kurallarından ibaret alelâde bir âlet olmaktan öte bir anlamı olmayacaktır. Bu da peşinde olduğunuz hakikati ve iletmek istediğiniz mesajı işlediğiniz konu ile derin ve incelikli bir şekilde birleştirememek anlamına gelir ki, hiç bir zaman “öz”e en uygun formu giydiremeyeceksiniz demektir. Oysa, “âlem Allah’ın lisânlarından bir lisandır.” Ve “dil insana verilmiş bir kâinat plânıdır.” Dolayısıyla dilin etkinlik alanına konma biçimi ve düşünce dünyamızın sığlığı-derinliği dile de yansıyacak, dışımızdaki gerçekliğin kavranmasına ve temellendirilmesine yönelik inşa sürecinde belirleyici olacaktır. Fakat her halükârda, yine de altta bir yerlerde, Wittgenstein’in; “dilde ifade edilen şeyi dil ile ifade edemeyiz” deyişinde işaret edildiği gibi, teshir edilmeyi bekleyen sonsuz ve sınırsız keşfe mevzu derin bir sırlar âlemi yatacaktır. Zira kâl dilinde ifadeye gelen şey, hâl dilinin sadece bir imgesidir... Onun içindir ki, tasavvuf ehli ile ilgili olarak; “bu taifenin dilinden anlamak için kâl dili değil, hâl dili gerekir” denilmiştir. Zira hâl dili kalmadığı zaman, ne kaldıysa geriye hepsi orta malı, hepsi satılıktır. Hâlini hayvan anlasa da insan denilen yaratığa anlatman zordur. Dolayısıyla, “sır idraki”nden mahrum bir anlayışın yansıması hâlinde, bilinmeyeni var olmayanla karıştırarak düşünce üretmek, bunun üzerine bilim inşa etmek yanlıştır. Zira nihaî karar bilime ve ürünlerine ait değildir. Bunları bizim için mânâlı kılan şey algılayış biçimimizdir; benimsediğimiz hayat tarzına bağlı olarak iyi yahut kötü, yapıcı yahut yıkıcıdırlar. Bu hâl, anlayış ve kavrayışta dilde ifadeye gelmeyen bir şeylerin zaten var olduğunu üstü kapalı da olsa kabul etmektir ki; insan hayatının ancak anlatılmaz olandan hareketle anlam kazanmaya başladığını gösterir. Dolayısıyla, hayatın devamının anahtarlarının sadece kendinde olduğunu vehm ederek, insan hayatını madde boyutuna indirgeyip, bir mühendislik projesi olarak ele alan zihniyet modern akla uysa da, özü itibariyle trajiktir.

Büyüklüğü ve karmaşıklığı nisbetinde, insan fıtratı hilâfına bir hızla değişen, kuşatmakta ve kavramakta âciz kaldığımız, sırlarla dolu bir âlemde yaşıyoruz, etki etme ve etkilenme kimliğimizle de tabiatla etkileşim içinde, dışımızdaki gerçekliğe dair her gün yeni bilgiler ediniyor, endişe dolu sorularımıza cevap arıyoruz. Ne var ki, sorduğumuz soruların ve bunların cevabını veren ilkenin kendisi izaha muhtaç. Dolayısıyla bilimsel olduğunu düşünülen, aslında Batı’nın kendi “teorik gelenekler”i içine hapsettiği aklın ürünü olan bu bilgilerle bir şeyi izah etmek istediğiniz zaman, önce bir şeyi, sonra da birbirilerini davet eden sonsuz bir teyide muhtaç başka şeyleri kavramak zorundasınız, bu da dağılmayı ve savrulmayı artıran, işaretten işaret edilene yönelmeyi imkânsız kılan bir durum. Özne ile nesne arasındaki âhengi bozduğu gibi, eşya ve hadiselerin teshirinde de tam bir tanıma sağlamaz. Onun için bu bilgiler de yeni buluş ve keşiflere bağlı olarak, kısa sürede geçerliliklerini yitirebiliyor, kolayca terk edilebiliyorlar. Diğer taraftan, eşyaya dair bilginin Hakk’a dair bilgiyi zorunlu olarak öncelemesi sebebiyle, şuur seviyesine yükselmiş olmakla, Mutlak bilgiye giden yolda bir merhale oluşturmak gibi bir fonksiyonları da var. Ne var ki eşyanın hakikati yanıltıcı görüntüler altında gizlidir, ortaya çıkabilmesi için tecelli nurunun varlığın üzerine düşmesi gerekir. Zira, varlık ancak bu nur sayesinde hem kendini hem tecelli nurunun yayıldığı diğer şeyleri görebilecektir. Bu süreçte en büyük görev; iyi-doğru ve güzelin kendisine nisbet edileceği “Mutlak Dil”den hareketle var olanı görünür kılan, koruyan, bir ve aynı olana bağlayan dile verilmiştir.

Zira, “her dil ayrı bir dünya ve bu dille el atılan her mevzu ayrı bir dünya kurmadır.” Aynı zamanda dil, şuuru hem inşa eden hem de taşıyan aslî bir unsurdur. Gücü de şuur hallerini hiç bozmadan sırf nitelik olarak yakalayabildiği kadardır. Dolayısıyla, toplumsal ve kültürel bir dönüşüm gerçekleştirebilmek için yeni bir dil oluşturmak zorunludur Zira yeni bir dil oluşturmak yeni bir düşünce sistemi kurmakla eş anlamlıdır. Bu dil ve diyalektiğin önemi kavranmadığı zaman formatlanmış beyinlerle “alınması gereken” pozisyonu alma; İslâm’a muhatap anlayışı temin ve temsil edecek zihnî bir birikime sahip olma, İslâmî zevki yansıtan eserler üretme şansınız da olmayacaktır. Yeni fikirlere açık olsanız bile, içine doğduğunuz çevrenin şekillendirdiği zihniyet belirleyiciliğini korumaya devam edecek, “yeni”yi yahut kendi kültürünüze ait olanı benimseyiş ve hayata geçiriş biçiminiz yine “eski”nin; zihin dünyanızı şekillendiren kültürün kodları üzerinden olacaktır.

Netice itibariyle; imrendiğimiz, girmek için yıllardır kapısında beklediğimiz ülkelerden sadece kaynaklarımızın kıtlığı yahut diğer maddî saikler sebebiyle geri kalmış değiliz... Hayata bakışımızda, anlayış ve kavrayışımızda problem var; kaynak sorunu değil, idrak sorunu yaşıyoruz... Hadiseye yanaşan şuurumuz sakat. Ahlâkı mesleğe uydurmak, yasal olanı ahlâkî olana tercih etmek gibi bir sorunumuz var. Şayet, İslâm dünyası olarak, Batı’nın başlattığı yeni değişim sürecine tâbi olmak istemiyorsak, bize bilmediğimiz hakikatleri keşfettirecek, ruhumuzu kendi özüne döndürecek, kurtuluşumuzu gerçekleştirecek mükemmel bir dil ve diyalektiği, yani İBDA DİL VE DİYALEKTİĞİ’ni benimseyip, bir an önce uygulamaya sokmak zorundayız. Bu kuşatılmışlıktan direnerek yahut dayanıklılık göstererek çıkamayız. Zehri şifaya, yıkıcı olanı yapıcıya, zararlı olanı faydalıya tahvil edecek bir bünyeye ihtiyacımız var...

Aylık Dergisi 171. Sayı Aralık 2018