Geçen ayki yazımızda modernizmin ne olduğunu, doğuşunu, geleneksel toplumlar üzerindeki etkisini anlatmaya çalışmıştık. Bu ay ise “modern Batı”nın teknik ilimlerde ilerleyebilmesinin en önemli sebeblerinden birini teşkil eden modernizm-sömürgecilik ilişkisini anlatmaya çalışacağız.

Müteaddit kere söylediğimiz şu hususu tekrar edelim; Batı, sahip olduğu maddî imkanlara ve teknik ilerlemeye geleneksel toplumları sömürerek ulaşmıştır. Bu sömürü faaliyetleri Batı'nın zenginliğine zenginlik katarken, geleneksel toplumları büyük bir bataklığın içine çekmiştir. Toplumların kültürel olarak Batı’nın potasında eridiği bu bataklık, öyle bir bataklıktır ki, yerel topluluklar ondan kurtulmaya çalıştıkça, Batı tarafından cezalandırılarak daha aşağı çekilmektedir. Batı’nın yükselişi üzerine yazılan kitaplar ve yapılan araştırmalar açıkça göstermektedir ki Batı'nın ilerleyişi hiç de masum değildir. Zenginliğinin kaynağı, diğer toplumların siyasî, kültürel, iktisadî ve içtimaî bütün varlıklarına yaptığı saldırılardır.

Şu tespit mevzuyu özetlemek açısından yerinde olacaktır: Batı, geleneksel toplumların varlıklarını ayaklar altına almak suretiyle yeni bir dünya düzeni inşa etmiştir. Kendisinin diğer medeniyetlerden ileride görünmesinin en önemli sebebleri, madde üzerine bina ettiği dünya düzeninde diğerlerinin her türlü değerine saldırarak onları savunmasız bırakması ve kendini pazarlama dehasıdır.

Sömürgecilik kavramı, içinde birçok unsuru ihtiva etmesine mukabil ilk akla gelen maddî sömürü olmaktadır. Başlangıç noktasını maddi sömürünün oluşturduğu bir gerçektir; fakat özellikle 20. yüzyıldan itibaren mahiyeti değişmiş ve iyice genişlemiştir. Artık sömürülen yalnızca maddî şeyler değildir. Toplumların kültür, inanç, gelenek ve değerleri de sömürü unsuru haline gelmiştir. Böylece doğrudan maddî sömürünün külfeti ortadan kaldırılmış, sömürgecilik zihnî bir işgal hareketi hüviyetine bürünmüştür.

Bir çok araştırmacı, sömürgecilik faaliyetlerinin milâdı olarak Coğrafi Keşifler’i işaret etmektedir. Bu görüş doğru olmakla birlikte eksiktir. Zira sömürgecilik bir zihniyet meselesidir ve bu zihniyet Avrupa’nın tarihî bir realitesidir. Müşahhas misal vermek gerekirse, bu zihniyeti, Coğrafî Keşifler’den önce, Haçlı Seferleri’nde rahatlıkla görebiliriz. Batılılar, bu seferlerin maksadını Hıristiyanlığın kutsal topraklarını geri almak olarak lanse etse de, esasında Ortaçağ Avrupa’sının içinde bulunduğu maddî ve ekonomik şartlar, İslâm-Doğu dünyasındaki zenginlikleri talan etme insiyakına sebeb olmuş, böylece Haçlı Seferleri de “modern sömürgeci anlayışın” ilk nüvelerinden birini teşkil etme mesabesinde ortaya çıkmıştır. Zira, dönemin otoritesi olan Kilise, zengin soyluları seferlere ikna etmek için, fethedilecek yeni yerlerde büyük toprak vaatlerinde bulunmuştur. Yalnızca bu örnek dahî seferlerin, dinî sebeblerin yanı sıra maddi çıkarlar da taşıdığının göstergesidir. Batı Haçlı Seferleri’nde güttüğü yayılmacı siyaseti, Coğrafi Keşifler ile daha da ileriye götürmüştür. Önemli ticaret yollarının dönemin en güçlü devleti olan Osmanlı Devleti'nin elinde bulunması Batılı devletleri yeni ticaret yolları aramaya itmiştir. Yeni yerler keşfedip Osmanlı Devleti'ne bağımlı kalmaktan kurtulmanın yanı sıra büyük altın madenleri bulup kutsal toprakları geri alacak zenginliği elde etmek de keşiflerin diğer bir sebebidir. Haçlı Seferleri'nin başarısız olması dolaylı da olsa Coğrafi Keşifler'i doğuran sebebler arasında yer almaktadır. Christophe Colomb günlüğünün 26 Aralık 1492 tarihli sayfasında: "Kralların, üç yıla kalmadan Kutsal Toprakları fethetmeleri için gerekli hazırlıkları gerçekleştirebilecekleri miktarda altını bulmayı umduğunu" yazar. (Ferro, 2002: 28) Bir dipnot olarak söylediklerimiz çerçevesinde din-siyaset-iktisad üçlüsünün hadiselere yön veren temel amiller olduğunu da belirtelim.

Keşiflerin gerçekleşmesi ile birlikte Klasik Sömürgecilik olarak addedilen sömürü faaliyetleri hız kazanmıştır. Deniz keşifleriyle birlikte Amerika Kıtası'nın doğu kıyılarının büyük bir kısmı İspanyolların eline geçerken, bir kısmı Portekizlilerin ve Afrika Kıtası'nın doğu kıyıları da yine Portekizlilerin eline geçmiştir. Portekizliler ve İspanyollar tesir sahalarını genişletirken Fransa ve İngiltere de Amerika Kıtası'nın kuzeyine doğru yayılma siyaseti izlemeye başlamıştır. Tıpkı kıtanın güneyinde İspanyollar ve Portekizliler ile yerliler arasında olduğu gibi, 18. yüzyıldan itibaren Kuzey Amerika’da ise evvela İngilizler ile yerliler arasında ve İngiliz kolonilerinin kendi arasında büyük savaşlar yaşanmıştır. Milyonlarca yerlinin öldürülmesi ve köleleştirilmesi ile sonuçlanan savaşlar neticesinde İngilizler Amerika Kıtası'nın kuzeyinde büyük bir güç haline gelmiştir. Avrupalıların Amerika ve Afrika kıtalarına doğru genişleyen bu yayılma siyaseti devam ederken Rusya da sınırlarını kutuplara kadar genişletmiştir.

Dünya görüşü sebebiyle hiç bir zaman sömürgeci bir anlayışı haiz olmayan Osmanlı Devleti ise hızla değişen dünyayı yakalayamamış, Batı’ya karşı yaşadığı güç kaybı 19. yüzyıl itibariyle yıkılış safhasına girmesine sebeb olmuş, devletten kopuşlar başlamıştır. Böl-parçala-yönet stratejisinin hedefinde olan Osmanlı'dan kopuşların yaşanmasıyla doğan devletler, emperyalist güçlerin yayılma alanı hâline gelmiştir.

Osmanlı Devleti’nin çöküşünü de getiren Birinci Dünya Savaşı, başta İngiltere olmak üzere sömürge imparatorlukları kuran yahut kurma mücadelesi veren Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, İspanya, Portekiz gibi devletlerin parsa mücadelesinden ibarettir. Asya, Afrika, Amerika ve Avusturalya kıtalarının tüm zenginlikleri, doymak bilmeyen nefslerinin kölesi olan Avrupalılar tarafından sömürülmüş, buralarda yaşayan yerli toplumlar ya öldürülmüş ya da köleleştirilmiştir. Klasik Sömürgecilik dönemi Birinci Dünya Savaşı sonrasında da devam etse de, aç gözlülüğün getirdiği ikinci büyük yıkım, 19. yüzyılın sömürgeci devletleri üzerinden bir silindir gibi geçmiş ve yeni bir anlayışın ikamesini zarurî hâle getirmiştir.

Klasik Sömürgecilik dönemini, Modern Sömürgecilik diye adlandırabileceğimiz, içinde bulunduğumuz ve son demlerini yaşadığımız süreç takip etmektedir. Bu süreçte bayrağı, iki dünya savaşının maddî olarak enkaza çevirdiği Avrupa’nın kültür medeniyeti üzerine konan ABD devralmıştır. Yazımızın başında “zihnî işgal” tamlamasıyla tabir ettiğimiz bu süreçte, bizim gibi “üçüncü dünya ülkesi” denilen yerlerde,  kültürel nüfuz ile Batı zihniyeti haiz yöneticiler ve oligarşik zümreler yetiştirilmiştir. Toplumlar Batılılaştırarak farkında olmadan Batı’ya hizmet eder vaziyete getirilmiştir. Bu anlayış, hem maddî olarak klasik sömürgelikten daha az külfetlidir, hem de Batı açısından daha az sorunu beraberinde getirir. Olmadı; Irak ve Afganistan'da olduğu gibi sözde demokrasi, insan hakları ve özgürlük getirmek martavalıyla zapturapt altına alınır. Gerek klasik sömürgecilikte, gerekse de modern sömürgecilikte maksat aynıdır; yalnızca söylem farklıdır. Yapılan sömürü, Batı’nın dayattığı normlar ve sözde çağdaş değerler kisvesi altında gerçekleştirilmiş, böylece Batı dışında kalan toplumlar tektipleştirilmiş ve dolayısıyla şahsiyetsizleştirilmiştir. "Fikirde şahsiyeti olmayanın üslupta da şahsiyeti olamayacağından" (Mirzabeyoğlu, 2016: 76) “üçüncü dünya ülkeleri”nde taklide dayalı şahsiyetsiz bir politika kendini göstermiştir.

Batı güdümündeki iktidarlar sayesinde emperyalistlerin diğer devletler üzerindeki hakimiyeti her geçen gün artmış, ezilen ise toplumlar olmuştur. Kültür Emperyalizmi olarak adlandırılan “değer sömürüsü” faaliyetleri, bir toplumu diğer toplumlardan ayırıcı bütün hususiyetlerini yok etmek, değersizleştirmek, ve tek tipleştirmek üzerine kuruludur. Ahmet Kabaklı Kültür Emperyalizmi adlı kitabında, kültürel sömürüyü şu şekilde ele almıştır:

"Kültür Emperyalizmi, bir milletin kendi harsını, kendi kültürünü başka milletler üzerinde denemesi, ve o milletin zihnini, beynini, duygularını, ahlâkını, yaşayışını iptal etmesi, kendine benzemez hâle getirmesi demektir. Bu emperyalizme mahkûm edilen millet, başka milletlerin değer hükümlerine, başka milletlerin ahlâk anlayışına, başka milletlerin dil zevkine, sanat zevkine kapılıp kendini köreltmiş olur." (Kabaklı, 2009: 41)

Silahlı peygamberin twitli ümmeti - Ömer Emre Akcebe Silahlı peygamberin twitli ümmeti - Ömer Emre Akcebe

Yapılan tanımlamadan da anlaşılacağı üzere Kültür Emperyalizmi filli işgalin ötesinde, bir milletin özüne, köklerine yapılan saldırının adıdır. Aynı kitapta Kabaklı, emperyalistlerin milletlerin kültürüne nasıl  ve ne şekilde sızdığını şu cümlelerle ifade etmiştir:

"Askerî, siyasî, iktisâdî sömürgecilikten farklı olarak kültür emperyalizmi, dışarıdaki mütecaviz kuvvetlerin veya paranın, tekniğin zoruyla değil, doğruca o milletin kaderine hükmeden yabancı ruhlu, kaypak zihniyetli şahsiyetsiz liderlerin, idarecilerin, para şımarığı zenginlerin ve ana millete layık olmayan “aydın!”ların gönüllü gayretleri ile gelir." (Kabaklı, 2009: 23)

Kabaklı'nın da ifade ettiği gibi Kültür Emperyalizmi milletler üzerinde öyle ustaca gerçekleştirilir ki insanlar çoğu zaman yapılanları sömürü olarak görmezler. Batılılaşma ve ilerleme olarak adlandırılan bu faaliyetler sonucunda, milletlerin öz kültürüne yabancılaşması hatta düşman olması hedeflenmektedir. Ferd ve cemiyet münasebetinden hareketle, cemiyetin öz değerleri ile ferdin modern değerleri arasındaki çatışmanın çözülmeye yol açması amaçlanmaktadır. Cemiyetin çözülmesi neticesinde emperyalistler emellerine daha kolay ulaşabileceklerdir.

Tüm bunların ışığında toparlamak gerekirse: Batı sömügecilik ile kurduğu maddi düzeni yine sömügecelik eli ile ayakta tutmaktadır. Modern zamanda maddi sömürünün yanı sıra toplumların kültür, inanç, toplumsal değerleri de sömürülmeye başlanmıştır. Üstelik milletler bu sömürüyü kanıksamış hatta benimsemiştir. Maddi sömürüden ziyade Kültür Emperyalizmi şeklinde gerçekleştirilen sömürü, milletlerin varlığını daha fazla tehdit etmektedir.

 

KAYNAKÇA

FERRO, Marc. (2002). Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi. çev. Muna Cedden. İmge Kitabevi. Ankara.

KABAKLI, Ahmet (2009). Kültür Emperyalizmi. 5. Baskı. Türk Edebiyatı Vakfı. İstanbul

MİRZABEYOĞLU, Salih. (2016). Hikemiyat. 2.Baskı. İbda Yayınları. İstanbul.

Yazı: Muhammed Yılmaz

Aylık Dergisi 161. Sayı Şubat 2018