Yusuf Özkır Kimdir?
2003 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı’nda “Medyada Filistin Haberlerinin Aktarılma Biçimi” başlıklı tez çalışmasıyla tamamladı. Doktora çalışmasını, Hürriyet Gazetesi’nin Tarihi, Genel Yayın Politikası ve Kimliği üzerine yaptı. Türkiye’de medyanın yapısal dönüşümü, medyatik zihniyet, köşe yazarlığı, medya-siyaset ilişkisi ve sosyal medyanın toplumsal olaylara etkisi gibi alanlarda çalışmaktadır. İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde Yrd. Doç. Dr. olarak akademik hayatını sürdüren Özkır, SETA’da Araştırmacı olarak çalışmaktadır.
 
Medya denildiğinde kullanılan bir tabir var; “nükleer bombadan daha tehlikeli bir silah”. Bu tehlikeli silahın, siyasetin yol almasında nasıl bir tesiri var?
Genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak, 17. Yüzyılın başında gazetelerin ortaya çıkmasıyla birlikte siyasetçilerin toplumu yönlendirme, topluma ulaşma için medyayı bir araç olarak kullandığını görüyoruz. Bu gazeteyle birlikte başladı, daha evveli de var aslında ama ona girmeyelim. 19. Yüzyılın ortalarına doğru telgrafın icat edilmesi, 1920’lerde radyonun kullanılmaya başlanması, 1950’lerde televizyonun icat edilmesi ve günümüzde internet ve sosyal medya ile birlikte iletişim araçları çok daha fazla geniş bir etki alanı buldu. Bunların toplumda nasıl bir etkisi var; bütün bu iletişim araçlarının gelişme süreçlerine baktığımızda genellikle devletlerin birtakım ihtiyaçları sonucunda ortaya çıkan ve çoğunlukla güç merkezlerinin mesaj verme ve yönlendirme kaygısının öne çıktığını görüyoruz. İlk iletişim araçlarına bakılırken, dikkat çekici nokta, siyasetçilerin kitlelere kestirme yoldan ulaşma çabası… Mesela radyo da II. Dünya Savaşı’nda çok yaygın bir şekilde geniş kitleleri etkilemek için propaganda aracı olarak kullanıldı. Televizyon da insanların kendi gündemlerinin belirlenmesinde, belki ne yapacaklarını değil ama daha önemlisi nasıl düşüneceklerini etki altına alınabilmek için kullanıldı. Radyo ve televizyon öncesinde her hangi bir aktör aynı anda en fazla bin, iki bin kişiye ulaşabiliyordu. Siyasi partinin bir mitinginde sayıyı daha fazla artırmak mümkün. Fakat şu anda milyonlarca hatta milyarlarca kişiye iletişim araçları vasıtasıyla ulaşabiliyorlar. Mesela Reuters 100’den fazla ülkeden yayın yapıyor, BBC de öyle, CNN International da öyle. Türkiye bu anlamda kendisini aşacak adımlar attı. TRT World kuruldu, Anadolu Ajansı farklı dillerde yayın yapmaya başladı. Bütün bunların belli amaçları var. Kendimizi doğru anlatmak, daha fazla insana ulaşarak bizim doğrularımızı onlara ulaştırmak. Belki de onların üzerinde uygulanan kötü amaçlı propaganda biçimlerini bu şekilde zayıflatmış ve yok etmiş olalım. Bu yüzden medya aygıtları fiziksel anlamda nükleer silah kadar yıkıcı değil belki ama psikolojik anlamda çok etkili silahlar olarak hayatımızın içinde.

Medyanın siyasete etkisini nasıl açıklamak gerekiyor?
Otoriter anlayışın egemen olduğu siyasal sistemlerde tüm yapılar merkezi otoritenin denetimindedir. Bunu bir kenara koyalım. Medya, klasik teorilerde siyasal sitemin parçalarından biri olarak ‘dördüncü güç’ olarak kabul edilir. Bu anlayış yasama, yürütme, yargı yapılarına sahip sistemlerde kabul edilir ve medya bu üç organı denetleyerek halk adına hareket eden bir yapı şeklinde kabul edilir. Mesela Edmund Burke 19. Yüzyıl İngiltere’sinde basın için böyle bir tanımlama yapmıştır. Fakat medya tarihine bakıldığında bu yaklaşımın temenni olarak kaldığı görülüyor. Birkaç örnek verelim. Amerika’da seçimler yapıldı. Seçimden önce bütün kamuoyu şirketleri Trump’ın seçilemeyeceğini açıklamıştı. Amerikan medyasının yüzde 99’u da aynı görüşteydi. Washington Post, CNN, New York Times, NBC vb. kısacası hepsi Clinton’un kazanacağını düşünüyor ve onu açıktan destekliyordu. Sonuçta Trump kazandı. Bu neyi gösterir? Amerikan medyasının kendi toplumundan kopuk olduğunu. Aynı zamanda Amerikan medyası halktan kopuk iken, halk adına hareket etmeyen bir yapı olduğunu ortaya koyar; tarafsız, bağımsız olmadığını ve doğrudan siyasî bir yapıyı destekleyen yönü olduğunu da ortaya koyar. Dolayısıyla bu dördüncü güç meselesi teoride olmakla birlikte, pratikte çok büyük ölçüde değerini kaybetti. Medyanın dördüncü güç işlevini yitirmesinin temel nedenlerinden birisi de piyasanın içine gömülmüş olmasıdır. Yani meşhur bir söz vardır: Medyanın “beline kadar ticarete batmışken, kafasını uzatıp, ben bağımsızım” demesi mantıklı değildir. Medyalar Fransa, İngiltere, Amerika, Türkiye gibi ülkelerde siyasi iktidarlara karşı bağımsız olabilir, bir şekilde onlara karşı bağımsızlığını koruyabilir ama ticari yapılara karşı kendini koruma ihtimali yok. Medya, tümüyle piyasaya bağımlı hale gelmiştir ve piyasa karşısında özgür kalma ihtimalleri neredeyse sıfır derecesindedir.  

“Bugün para alan, yarın emir alır”.
Aslında durumdan çokta fazla şikâyeti olan yok. Dolayısıyla medyanın dördüncü güç olma iddiası hoş geliyor, ama günümüzde dayanakları ortadan kalkmış durumda. Medya dördüncü güç olma özelliğini kaybedip, siyasileşince bu sefer insanların düşünceleri ve iddialarını kamuya kim duyuracak sorusu ortaya çıkıyor. Beşinci kuvvet adıyla “yurttaş gazeteciliği” diye bir kavram ortaya çıktı. Bu kavramın da günümüzde sosyal medya ve internet medyası üzerinde kendini gösterdiğini görüyoruz.

Medyanın Yahudiler tarafından çok etkin kullanıldığı ifade ediliyor. “Yahudiler dünya medyasına hâkimdirler” deniliyor. Özellikle Soros üzerinden bu tez çok dile getirilir. Amerikan seçimlerinde istedikleri sonucu alamamaları medyanın eskisi kadar tesirli olmadığını mı gösterir, yoksa dünyadaki değişen konjonktür mü bu sonucun sebebi?
Siyonistler Amerika’da tek bir tarafı desteklemedi ki. Siyonistler iki tarafı da destekler. Türkiye Cumhuriyeti başbakanı nasıl kazandığında ilk Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne, daha sonra da Azerbaycan’a gidiyorsa; Amerika’da da seçimlerden sonra ilk görüşme İsrail ile yapılır. Bu şimdi de böyle oldu. Clinton seçilseydi yine öyle olacaktı. Medya Trump ile Clinton arasından, Clinton’u desteklemiş olabilir; fakat ikisinin sermayesinde de Siyonistlerin, New York tüccarlarının etkisi var. Bağışlar dengeli yapılmış. Yani her halükarda kaybetmiş oldukları bir şey yok, Trump’ın ilk icraatları da söylediklerimi destekliyor.

Medya birtakım ticari grupların yahut siyasetin periferisinde ilerlerken, asli olması gereken vazifesi ne?
Medya esasında ideolojik, ekonomik, kültürel ve siyasi fikirlerin somutlaştığı; topluma ulaştırıldığı bir araçtır. Bunların insanlardan bağımsız düşünülebilmesini bekleyemezsiniz. Kendi düşünceleri, iddiaları, ideallerini yansıtmaktadırlar. Bunu kabul etmek lazım. Medyaların farklı görüşleri olabilir. Görüş sahibi olmasıyla, adil olması arasında ise fark var. Görüşünüz olabilir; ama güzeli arayan, iyiyi arayan, kendi toplumunuz için faydalı olduğunu düşündüğünüz bir şey yapıyorsanız adil olmalısınız. Temel ahlâkî ilkeler çerçevesinde davranmalısınız. Ama şu anda medyaya bakıldığında şunu görüyoruz; evet herkesin bir görüşü var, buna saygı duyuyoruz. Herkes bu anlamda birbirine saygı duymasa bile, kabul etmek zorunda. Fakat reyting uğruna, internet sitesinde daha fazla tıklanabilmek için, televizyonda daha fazla seyredilmek için insanların merak duygularını kaşıyacak ve onları kışkırtacak içerik üretmek, bunu tasarlamak doğru değil. Mesela gündüz kuşağındaki televizyon programlarında bu anlamda çok ayartıcı ve bizim örf ve adetlerimize uyuşmayan, gazeteciliğin ilkelerinde yer almayacak birçok şey yapılıyor. Geçtiğimiz günlerde, babasının öldüğü haberi bir kadına canlı yayın esnasında verildi. Sonra bunun üzerinden ajitasyon ve tabii ki programın tanınırlığının pazarlanması geldi. Bu hiçbir şeyle açıklanamaz. Yine mesela bir tecavüz, taciz haberinin aktarılma biçimi çok sorunludur. Kadına şiddet haberleri veya üçüncü sayfa haberlerinin aktarılması tümüyle rayından çıkmış durumda. Diyelim ki Türkiye’deki çok satan etkili gazetelere bakıldığında şunu görüyoruz, tecavüz yapanı öne çıkartan ve mağdura daha fazla zarar veren bir gazete dili kullanılıyor. İğrenç haber diye başlık atıp yanına da kadının ellerinin cama yapışmış fotoğrafını koyuyor. Alçakça bu, asıl iğrençlik budur. Öldürülen bir insanın haberini verirken 38 yerinden bıçaklandı, buzdolabına konuldu ve sonra çöp kutusuna atıldı gibi betimleyici ve bir yönüyle yol gösterici tuhaf bir haber dili var. Bu haber dili şiddeti engellemek bir yana daha da pekiştiren bir yapıya sahip. Medyanın bundan kurtulması lazım. Kadın bedeni, tüketim malzemesi olarak kullanılıyor. Mesela, son dönemlerde yaşanan cumhurbaşkanlığı sistemi tartışmalarıyla alakalı Sultan II. Abdülhamid’in torunlarından Nilhan Osmanoğlu bir açıklama yaptı, kendisinin fotoğrafı ve açıklaması hiç bitmeyecek şekilde bütün sitelerde bir haftadır kullanılıyor. Yılmaz Özdil ve Müjdat Gezen gibi iki tip de de çıkıp canlı yayında kadına küfrettiler! Bunun gazetecilikle, ideolojiyle falan alakası yok; bu düpedüz ahlâksızlık.

Türkiye’de medya, ya iktidar yanlısı yahut iktidar karşıtı şeklinde ayrılıyor. Bir taraf iktidarın yapmış olduğu her şeyin yanlış olduğunu ifade ederek yayın yapıyor, diğer taraf da tam aksine iktidarın yapmış olduğu her şeyin doğru olduğunu ispatlamak kabilinden yayın yapıyor. Yani medya gündem oluşturmak yerine gündem neyse onun etrafında savruluyor. Halbuki medya toplumun faydası için yeni bir gündem oluşturmak zorunda değil mi?
Medyaların bir ideolojisi, siyasi bakış açısı olabilir. Partilerin gazeteleri, televizyonları var. Hatta gazetecilik doğası gereği siyaseti besleyen ve belirleyen bir yapıya sahiptir. Gazetecilikte haberin hangi sayfada verildiği politik bir tercihtir. Hangi sayfada, sayfanın ortasında mı, sağında mı, solunda veya alt tarafında mı verildiği bir tercihtir. Çerçeveyi yayını hazırlayan ekip belirler. Onların manşete çektiği haber öne çıkar. Gündem olur. Ama belki de kamu adına çok daha önemli olan bir haber sırf yayın ekibi tercih etmediği için 9. Sayfanın alt köşesinde yokluğa mahkum edilebilir. Aynı şekilde haberde fotoğrafların kullanılma biçimi, fotoğraf altı yazıların içeriği de tasarlanan bir şeydir. Televizyon haberlerinde hangi haberin önce verildiği ve hangisinin sonra verildiği ve aktarılma biçimi de o televizyonun genel yayın politikasıyla ilişkilidir. Mesela aynı haber x kanalında farklı bir bağlamda verilirken y kanalında başka bir bağlamda verilir. Bugün her kesimin bir gazete-televizyonu var. Bu yüzden hiçbir tarafın diğerini “tarafsızlık” iddiasıyla suçlamaya hakkı yok. Çünkü öbür türlü herkesin dükkânı kapatıp gitmesi lazım. Eğer biz medyayı toplumun faydasına, argüman üreten bir yapı olarak görmek istiyorsak –ki öyle olması lazım- gazeteciliğin temel çerçevesinde hareket ederek toplumun faydasına iyi şeyler çıkarmak lazım. Örneğin İstanbul’da, Ankara’da hastanelerde, yollarda, toplumun yaşadığı alanlarda kamu kurulumlarının duymadığı ve duyduğu zaman oralarla ilgilenebileceği birçok eksik şey var. Bunlar siyasî hesap güdülmeden gündeme getirilse, o valilik, o belediye, o şirket sahibi bu konuda adım atabilir. Maalesef bu şeylerde bile siyasi menfaat güdülüyor. Medya olayı aktaran bir araç olmak yerine, kendi çıkarları için, olayları araçsallaştıran bir yapıya dönüşmüş durumda. Maalesef medya öyle bir anafora girmiş durumda ki, mevcut kodlarından sıyrılıp arzu edilen hâle gelebilmesi bir ütopya olarak önümüzde her zaman duracak.

İyi doğru ve güzel ölçütümüz ne olmalı bizim?
Biz Türkiye’de yaşıyoruz. Bizi biz yapan ortak değerlerimiz var. İslamiyet bunların başında geliyor. Ortak tarihimiz, kültürümüz, zaferlerimiz ve hüzünlerimiz. Bütün bunları farkında olarak, kendi irfanımızı kaybetmeden hareket etmeliyiz. Mesela Anadolu’da insanlar yol ortasında bir ekmek kırıntısı gördüğünde onu alır kenara koyar. Bir taş gördüğünde de aynı şeyi yapar Anadolu insanı, bir başkasının ayağı acımasın diye o taşı alır kenara koyar. Bunlar bizim yazılı olmayan ama tarihten miras aldığımız değerler. Yoksula yardım etmek de öyle. Evinin önünü temizlemek de öyle. Bizim bu davranış kodlarını koruyup, yaşatmamız lazım. Her şey yazılı kurallardan ibaret değildir. Burada esas hazine, İslâm’ın bize sunmuş olduğu ilkelerdir, vâz ettikleridir. Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonraki sürece bakıldığında o ilkeleri Selçuklu’da, Osmanlı’da ve bugün Türkiye’de görebiliriz. Daha açıklayıcı olabilmesi için bir örnek; şu anda dünyada bir mülteci sorunu var. Esed rejimi Suriye’de bir milyona yakın insanı öldürdü. Altı milyon kişi ülkeden göç etmek zorunda kaldı. Bu altı milyon insanın, üç milyonu Türkiye’de yaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti elinden geldiğince özellikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın etkisiyle kapılarını açtı. Açık kapı politikasını da sürdürdü. Zor durumda olan Suriyeliler yok mu, tabiî ki var. Ama Türkiye elinden geleni yapmaya çalışıyor. Peki, biz bu hareketi yapabilecek kültürü nereden aldık; Osmanlı’dan… Osmanlı insanlığın son adası olarak bilinen bir medeniyetin temsilcisi… Biz o mirası devraldık. Zorda olana, müşkül durumda olana, zayıf olana el uzatmak. Biz bunları mükemmel yapıyoruz demiyorum. Ama şu anda Amerika, Rusya ve Körfez Ülkeleri gibi bizden daha zengin olan ülkelere rağmen bu cömertliği gösterebilen tek ülke Türkiye Cumhuriyeti’dir. BM verileri ortada. Osmanlı 300 yıl boyunca Afrika, Balkanlar, Ortadoğu ve Anadolu’yu İslâm ile barış içerisinde yönetti. Aynı iddiayı Osmanlı’dan sonra Batı Uygarlığı göstermeye çalıştı. Amerika 1990’larda Irak’ı işgal ettiğinde demokrasi götüreceğini ileri sürdü. 1991 yılındaki Irak işgalinin en can alıcı ayaklarından birisini de medya oluşturmuştu. CNN International da o zamanlar bir karabatağı petrole bürünmüş vaziyette ekranlarında saatlerce tuttu. Sanki Saddam’ın döktüğü petrole bulanmış bir karabatağı gösteriyormuşçasına ekranlardan indirmedi. Bütün dünyada bu görüntü döndü ve biz de bu görüntü üzerinden “zalim Saddam, gaddar Saddam” dedik ve o işgal zihinlerimizde meşrulaştırıldı. Aslında o karabatak görüntüsü tümüyle bir yalandı ve Meksika Körfezi’nden bir görüntüydü. CNN o dönemde Irak’ın işgalini canlı olarak yayınladı. Öldürülen insanlar ve bombaların düştüğü yerler gösterilmiyordu; aslında gösterilen şey füzelerin ve bombaların havada uçuşan haliydi. Bu da bize havai fişek gösterisi gibi sunuldu. Biz hiçbir zaman orada bir savaş olduğunu görmedik. Hatta cins düşünür Jean Baudrillard’ın bir cümlesi var, “Irak’ta hiçbir zaman savaş olmadı” diye. Yani televizyonun gösterdiği gibi bir savaş olmadığını söylüyor. Biz oradaki yıkımdan ne zaman haberdar olduk? El Cezire kurulduktan sonra Amerika’nın yıktığı evleri, bombaladığı insanları dünyaya gösterdi; işte o zaman gerçekten bir yıkım ve işgal olduğunu gördük. Yani alternatif medya gerçekliği yeniden inşa etti. Şu ortaya çıkıyor: Medyan var ise varsın, yoksa yoksun. Ya da medyada ne kadar var ise gerçekte de o kadar varsın ve bu ölçüde karşılık bulabiliyorsun. Amerika yahut aynı uygarlığı savunan Avrupa ülkeleri gittikleri ülkelere ne barış, ne de huzur getirebildiler. Çünkü bu onların mayasında yok. Son dönemde ortaya çıkan gelir adaletsizliği ve mültecilik meselesine gerçek anlamda çözüm getirecek bir adım atamadılar. Atmadılar. Üstelik ırkçılık, aşırı sağcılık, ötekileştirme gibi kavramlar üzerinden de kendi ülkelerinde kendisine benzemeyen insanları dışlamaya devam ediyorlar.

Sosyal medyanın içtimaî hadiselere tesiri ne düzeyde sizce ve geleneksel medyayı ne derecede geriye doğru itti. Sosyal medya manipülasyona çok açık bir saha; sizce kontrol edilebilir mi?
Gazete, radyo ve televizyonun belli yapıların amacına hizmet ettiği, doğru haber vermediği ve taraflı olduğu düşüncesiyle internet gazeteciliği ve sosyal medyaya çok önem verildi. Oradan gelecek haberlere daha fazla güvenilmeye başlandı. Çünkü kaynak televizyon ve radyo değildi; kaynak toplumun kendisiydi. İnsanın kendisiydi. Artık bir haber paylaşabilmesi için aracılara ihtiyacı yoktu. Bir kurumsal denetime de ihtiyacı yoktu, zorunluluğu da yoktu. Bu iyimser havanın dağılması için kısa bir sürenin geçmesi yeterli oldu. İnsanların doğrudan kendilerinin olayları çarpıttığını, abarttığını, hatta olmayanları kurgulayıp gerçek gibi gösterdiğini görmeye başladık. İnsanlar masa başında bir hesap açıyor, bir fotoğraf kurgulayıp 140 karakterde bir haber ekliyor ve “bu burada oldu” diyor. Daha sonra yüzlerce insan bunu Facebook’ta ve Twitter’da paylaşıyor. Gezi Parkı şiddet olaylarında komiktir, “dayanın 24 saat daha dayanırsanız Avrupa Birliği Türkiye hükümetini feshedecek” denildi. Bu binlerce paylaşım aldı. Özellikle PKK ve FETÖ gibi terör örgütlerinin sosyal medyada gerçekleri çarpıtabilmek için oluşturdukları yapılar var. Bakıyorsunuz belli olaylardan sonra benzer hesaplar hemen harekete geçiyor. Mesela Rus Büyükelçisi Karlov’a suikast yapılmasından sonra FETÖ militanları sosyal medyada hemen içerik üretmeye başladı. Amaçları ise yönlendirme, belli yerlere mesaj verme ve hedef saptırma. Yani sosyal medya da operasyona açık bir alan ve orada da çok dikkatli olmak gerekiyor. Doğruluğu farklı kaynaklarca teyit edilmeyen içerik paylaşımlarından uzak durmak gerekir. Buradan şunu çıkarabiliriz; sosyal medyanın, internetin, televizyonun, radyonun bize doğrudan iyiyi, pozitif olanı aktarmasını beklemek gerçekten bir lüks olur. Bunlar bir kültürel sermaye içerisinde üretiliyor. Bizler de belli bir kültürel sermaye ile bunlara anlam yüklüyoruz. Dolayısıyla hepsinin sübjektif olma ihtimali çok yüksek. Mevcut tabloda “güvenilirlik” bakımından geleneksel medya daha prestijli bir yerde duruyor. Aslında Zygmunt Bauman sosyal medya için “bir aldatmaca” ifadesini kullanırken çok haklıydı.

Referandum yaklaşıyor, evet ve hayır cephelerindeki saflar netleşiyor. Bu safları netleştiren temel argüman ve kavramlar nedir?
1 Kasım 2015 seçimlerine baktığımızda TBMM’de cumhurbaşkanlığını destekleyen Ak Parti ve MHP’nin toplam oyunun yüzde 62 olduğunu görüyoruz. Bu yüzde 62 oranı referandumun kabul edilmesine zaten yetiyor. Ve bu iki parti kendi seçmenini mobilize edip sandığa götürürse rahat bir şekilde referandumu kazanabilirler. Fakat önemli olan husus şu; toplumun karar vermesi anayasa değişikliğinin 18 maddesi üzerinden mi olacak yoksa nihai kertede farklı bir psikoloji devreye girecek mi? Elbette evet diyenler de hayır diyenler de neyi oyladığını biliyor. Ama toplumsal yapıya bakıldığında etkili olacak olan bir husus daha var ki o da Türkiye’nin toplumsal yapısındaki bloklaşma yapısıdır. Toplumsal yapının siyasi tercihlerinin analiz edilmesinde kullanılan merkez-çevre yaklaşımı ve yine doğucu muhafazakârlar ile batıcı sekülerler gibi yaklaşımların işaret ettiği bakış açısının etkili olabileceği görülüyor. Bu tabloda sağ-muhafazakar çizgi genellikle Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, Refah Partisi ve AK Parti’ye oy verdi.  Batıcı-seküler kesimin partisi ise büyük ölçüde CHP ve türevleri oldu. Daha marjinal sosyalist yapılar da var tabii. Bugün bakıldığında yüzde 62 oy alan Ak Parti ve MHP’nin “dindar” ve “sağ muhafazakâr” diye tanımlandığı görülüyor. Milliyetçilik bu çerçevede ele alınıyor. Diğer kesimde sekülerler, kendini ulusalcı olarak tanımlayan Perinçek’in ekibi ve bir de solculuklarıyla kamuoyunda bilinen HDP çizgisi yer alıyor. Etnik kimlikleri ve dünya görüşlerinden farklı olarak bunlara baktığımızda bunların sol eksende olduklarını görüyoruz. Referanduma 60 gün var ama insanların seçim sandığına gittiğinde Türkiye’deki bu tarihî ayrımdan hareketle oy kullanma ihtimalleri yüksek görünüyor. Eğer HDP tabanından hayır oyu kullanmayan çıkacaksa bunu da yukarıda vurguladığım ayrım noktası belirlemiş olacak.

Bu takdirde referandum için hayat tarzı ve İslâm’a bakış açısı belirleyici rol oynayacak öyle mi?
İslâm’a bakış açısı, hayat tarzları, gelenek ve göreneklerimiz. Türkiye’de insanlar kendilerini Müslüman olarak tanıyor onda problem yok. Beş vakit namazını düzgün kılan da var, sadece Cuma namazına giden de var. Sadece oruç tutan da var. Hiç namaz kılmayan da var. Tüm bunların geniş bir koalisyon şeklinde (Muhafazakar, dindar, sağcı, milliyetçi, liberal) AK Parti’ye yüzde 50 oy verdiği görülüyor. Tabii ki koalisyonun merkezinde kendini dindar olarak tanımlayanlar var.

Üstad’ın ifadesiyle “sarhoşu bile Allah diye nara atan bir memleketten bahsediyoruz.”
Gerçekten toplumun geniş bir kesimini kapsayan bir çerçeve var önümüzde. Bu tablonun içerisinde Ak Parti’nin ve MHP’nin referandumu kazanabilmesi için çok büyük şansı var. Ama böyle olsa bile sıkı çalışması lazım. Oy vereceklere sistemin iyice anlatılması gerekiyor. Seçim sahada kazanılır, iki lider sahaya inecek toplumun her kesimine gidecek ve sistemin Türkiye’ye neden gerekli olduğunu anlatacak. Toplum, kendisinin önemsenmesi sever. Bunun sınırı yoktur. Yapabildiğin kadarını yapmakla yükümlüsün.  
 
Teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ediyorum.

Baran Dergisi 527. Sayı