Shaftesbury İngiliz asıllı bir filozoftur. Londra’da 26 Şubat 1671’de, İngiltere’nin soylu ailelerinden biri olan Shaftesbury’lerin torunu olarak dünyaya gelir. Dede Shaftesbury, yine İngiliz filozofu olan Locke’un hâmisidir. Bu sebeble genç Shaftesbury bir süre Locke’un eğitiminden geçmiştir.  

Felsefe ve İlahiyat alanlarında yüksek öğrenim gören Shaftesbury, bir süre Avrupa’yı dolaşır. Daha sonra Avam ve Lordlar Kamarası’nda bir dönem siyaset yapar. Sağlık problemleri yaşamaya başlayınca siyasetten ve toplumdan elini eteğini çekerek evine kapanır ve felsefe risaleleri yayınlamaya başlar. 

“Akıl Çağı” olarak adlandırılan 18. yüzyılda, Macit Gökberk’in tabiriyle [1] Platon’un yahut Bruno’nun diyaloglarında olduğu gibi, felsefe problemlerini serbest bir biçimde, bir sanatçı gibi işler Shaftesbury. Antikçağ’ı yakından tanıyan, sadece tanımakla kalmayıp çok seven bir filozof olarak, düşüncesini de oraya dayandırır. Nitekim Salih Mirzabeyoğlu’nun “Büyük Muztaribler” isimli eserinde şöyle açıklanır bu durum:

- «Hem düşünce gelişimi ve hem de anlayışı kendine hastır. Felsefenin gerçek idealini, yâni saf bilgi ve bilgelik idealini yeniden canlandırmak ve geliştirmek istemiştir; bu çerçevede de, içinde yaşadığı 18. yüzyıl “Akıl Çağı” döneminin felsefesine bir yakınlık duymamakta, başka fikrî ve tarihî misâller aramaktadır, aramıştır. Felsefî yazılarında sözkonusu husus açıkça görülür; dönemini etkileyen meselelerin ve dönemin vardığı felsefî veya pratik neticelerin izlerine pek ender rastlanır. O, aslına bakılırsa her biri eski Yunan’ın yeni versiyonları olan döneminin palyatif çözümlerine değil, Rönesans ve Antik düşüncenin tok görünümlerine bakıyor; doğrudan doğruya Eflâtun’la, Aristoteles’le, Plotinos, Marcus Aurelius ve Epiktetos’la konuşuyor. Bu bakımdan, felsefenin, mantıkî kavramlar dizisi ve tamamlanmamış ilmî anlayışlar birikimi görünüşüne, karşı bir yerde durur.» [2]

Shaftesbury’nin felsefesi, estetik-etik nitelikte bir dünya görüşüne dayanır. Ona göre kâinat bir sanat eseri gibi uyumlu ve ahenklidir. İnsanın da kâinat gibi uyumlu ve ahenkli bir biçim kazanması gerekir. Felsefesi, belki de öğretisi, “enthusiasm” dediği kavrama dayanır. “Doğru’ya, “iyi”ye, “güzel”e karşı hayranlık duymak; ruhun kendisini aşarak küllî değerlere yükselmesidir; ferdin kendini “yüksek bir şeye” vermesidir.

Batı’nın “Akıl Çağı”nda, yani Hristiyanlığın “doğma”larının kıyasıya tenkid edildiği; dinin, Tanrı inancının sorgulandığı bir dönemde, kendine dönen ve “estetik, etik” felsefesini kendi köklerinden temellendiren Shaftesbury’nin “güzel ve doğru” hakkındaki görüşlerini yine “Büyük Muztaribler”den takib edelim:

- «Estetik’te, şahsî iç dünyanın yapısını yöneten ilkeyi bulmak… Shaftesbury, sadece bir bilgelik sistemi olarak kavranan felsefe için, “bir güzellik sistemi içinde doruk noktasına ulaşmadığı ve burada müşahhas doyumuna varamadığı sürece eksik kalır!” der; çünkü, gerçek doğruluk, güzellik olmaksızın, güzellik de doğruluk olmaksızın var olamaz. Onun felsefe ve estetik’inin ana tezi olan, “bütün güzellik, doğruluktur”, bu münasebet içinde kavranabilir. “Dünyada en tabiî olan güzellik, dürüstlük ve ahlâkî doğruluktur; nasıl ki doğru ölçüler uyum ve müziğin güzelliğini meydana getirirlerse, doğru çizgiler bir suratı, doğru nisbetler de bir mimarî eseri güzel kılarlar!” demektedir. Aynı kelime klişeleriyle aynı şeyden bahsedilmemesi bahsine bir misâl olarak bildirelim ki, bu, “Fransız Klâsik estetiği tarafından ortaya atılan objektiflik isteğinden farksız gibidir ve hemen hemen Boileau’nın tezinin bir tercümesi veya yorumu gibi görünür; Boileau da, doğrudan başka hiçbir şey güzel değildir, diyordu!”… Buna mukabil, doğruluk ve güzellik hususundaki bu benzerlik, ancak görünüştedir; zira her iki düşünürün de muratları farklıdır. Shaftesbury, güzelliğin doğruluk olduğunu öne sürerken, “doğruluk”tan kesin mantıkî kurallara, temel kavramlara ve ilkelere ircâ edilebilecek teklifleri ve hükümleri, yani teorik bilginin özetini kastetmiyor. Ona göre “doğruluk”, daha çok kavramlar aracılığıyla bilinemeyen ve şahsî tecrübeler aracılığıyla “tümevarım” yoluyla kavranamayan bir şeydir. Doğruluk, kâinatın ancak doğrudan doğruya yaşanılan ve hissî olarak anlaşılan iç düşünce yapısını gösterir. Bu şekilde bir hayat ve sezgi anlayışı, “güzel” hadisesinde geçerlidir. Burada, dış dünya ile iç dünya arasındaki engel ortadan kalkar; her iki dünya da, kendisine göre dile getirdiği aynı “bütün-iç-ruhî” kuralla yönetilir. (…) Güzel’i seyrederken duyduğumuz “hoşlanma”, bütün mantıkî neticelendirme unsurlarından arınmış olan ve iç ve dış dünyaları çözülemez şekilde birbirine örülmüş gösteren bu türden bir yansımadır… “Bütün güzellik, doğruluktan doğar” ama, doğruluğun tam ve müşahhas anlamı, ancak “güzellik” içinde açıklanabilir.» [3] 

Shaftesbury bu görüşleriyle günümüze kadar ulaşan estetik felsefesini etkilemiş, klasik estetik görüşünün yanında, “sanattan hoşlanan ferd”i temel alan “tecrübî estetik” anlayışının gelişmesini sağlamıştır. Şöyle der:

- “Tabiatta güzel ve hoş bulduğumuz ne varsa, bunlar hep o ilk güzelliğin ancak belirsiz birer gölgesidirler.”

1713 yılında Napoli’de öldüğünde henüz 42 yaşınaydı. “Fazilet Üzerine Araştırma”, “Coşku Üzerine Mektup” ve “Ahlakçılar, İnsanların, Davranışların, Düşüncelerin ve Çağların Özellikleri”, önemli eserleri arasındadır. Ölene kadar kalemi elinden bırakmadı denilebilir. Çünkü son eseri yayınlandığında, tarihler 1711’i gösteriyordu. 


DİPNOTLAR

1- Macit Gökberk, FELSEFE TARİHİ, Remzi Kitabevi, İstanbul 1994, s. 364.

2- Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER -Düşünce Tarihine Bakış, 3. Cild, İBDA Yay., İstanbul 2004, s. 78. Görüşleri hakkında daha teferruatlı bilgi ve görüş için, eserin 78-96 sayfaları arasına müracaat edilebilir.

3- A.g.e., s. 79-80.

Baran Dergisi 410. Sayısı