Kıvam; esas olan biricik şey... Samimiyet dâhi bu kıvam inceliğinde gizli. Malumunuz haddi aşmış samimiyet, samimiyet olmaktan çıkar dalkavukluğa döner. Bu mana çerçevesinde kıvam; bir eriş, anlayış, idrâk ediş, toplayış ve sunuş… Ve aşk, vecd ve istikamet üzere olma hâli. Günümüz farklı dernek, parti, cemaatlere baktığımızda her türlü çıkar ilişkilerinin meşrulaştığı, elde edilen onca güce rağmen bir türlü olamayışın ve her defasında batı kucağında debelenişin sırrı bu kıvamı kaybedişte…
‘İslâm zıtlar arası dengenin üstün nizâmı’ İbda Mimarına ait bu deyiş bile bir kıvamı işaret ediyor; zıtlar arası denge… Küçük bir incelik, zevke dönük; hangi zıtlar? Zıt ne ki? Yahut sen nesin, hak mı zıt mı? Önce bunun cevabı verilmeli değil mi? Samimiyet ama ne için ve niçin?
Etrafımızda inanılmaz bir aktüalite sağanağı var ve aktüalite peşinde iğdiş olan beyinler oldukça fazla. Bunların içerisinde kendilerine entelektüel – aydın, okumuş diyenler önemli bir yekûn tutuyor. Sayıları 200-300 geçmeyen bu küçük azınlık kimi tv’de, kimi gazetede kimi ise siyasi ve akademik toplantılarda kitleleri bu sığ anlayışın, kendi etrafında dönen kedi misali aynı şeyleri farklı dil ve üslupla tekrar edişini, kısa fikir ve aksiyon üretmeyişin manasını temsil etmekteler. Çoğunluğu görevli, bir kısmı ajanlaşmış bu tiplerin vazifesi milletin ‘sağlıklı düşünme zemini’ne irtifa kaybettirmek ve yine aynı milletin ‘doğru düşünce’ keşfine ve peşine koşuşunun önüne geçmektir. Elde ettikleri imkânlar neticesi ‘aydın-âlim’ vs. görünen bu zevatın çoğu ne Anadolu üzerine ne İslâm üzerine ne anlattıkları mevzu üzerine bilgi sahibidirler. Onlar ellerine tutuşturulmuş, beyinlerine kazınmış batıcı projelerin papağanı, sözcüleridirler. Bilakis kendileri dâhi bir projedir, bir programdırlar. Diğer taraftan bu tiplere müptela olmuş, kendi kaptırmış güya dindar kimseler ise kendi dünya görüşlerine uygun dergi, kitap ve gazeteleri okumadıkları gibi, çevrelerine de oku diye telkin etmezler.
Bütün telkin vasıtaları ile ANADOLU İNSANININ ZİHNİNİ İĞDİŞ ETME YARIŞI’na giren içteki hain ile dıştaki düşman zihinleri GÜNDEM İLLÜZYONU ile iğdiş etmekte oldukça mahir davranmaktadır. Öyle ki bu illüzyona muhatap olan kitleler mevzuu aşmış, kendilerini her şeyi anlayabilecek, olan biteni kavrayabilecek güçte hissederler. Bu tipler ve takipçileri o gündemden o gündeme koşar, o açıklamadan bu açıklamaya laf yetiştirir, o hadiseden bu hadiseye kulak kabartır ve bir müddet sonra AKTÜALİTE İLE BEYİNLERİNİ SİLDİRİR; bunu fark etmezler bile. Nihayetinde gündem peşinde, kendi oluşunu kaybetmeye, zaman ve gaye şuurundan uzaklaşmaya başlar ve hitap ettiği kitleleri –güya şuurlandırırken- kendi eliyle düşman kuvvetlerin eline teslim etmiş olurlar. Yaşadığımız hâl bundan ibarettir.
       Kumandan’ı kendi kirli gündemleri içerisinde görmeyenler bu mânâda bir handikabın içerisine düşmekte ve bir müddet sonra çiğlikleri ile arzı endam etmektedirler. ‘Kral gelmeden önce tahta soytarılar oturur’ misalinden mülhem bu çiğler ‘bir şeyler sezmiş olacaklar ki’ Büyük Doğu’yu dillerine dolamaya başlamış, Üstad’ın ne büyük bir fikir adamı olduğundan falan bahsetmeye koyulmuş, hatta önemli bir kısmı resmen Büyük Doğu’nun yılmaz mücahidi imiş gibi imajlar vermeye başlamıştır. Hoş bunları ne zindanda tanıdık ne de meydanda... Bunlar hep sıcak yataklarında idi ve ne zaman bir risk söz konusu olsa hepsi sıvışmakta çok mazeret sahibiydiler. Ama iş risksiz ve her şeyin rahatlıkla söylenebildiği bir zamana doğru evrilince ilk işleri YÜRÜYEN BÜYÜKDOĞU İBDA’yı ademe mahkûm etmeye döndü. Çiğdiler ve bu yüzden Üstad’ı çiğ çiğ yemeğe kalkıştılar. Ancak bilmiyorlar ki, ne yaparlarsa yapsınlar, Büyük Doğu adına yaptıkları her şey İBDA hesabına yazılır ve bu cepheye su taşır.
Şunu söyleyelim lafı fazla uzatmadan: Ömrünü davası uğruna zindanlarda ve işkencelerde geçirmiş bir adamın Anadolu’yu merkez tutup bütün bir İslâm coğrafyasını saran mücadelesi ve FİKRİ YAŞAYAN-YAŞAMAYI FİKİR BİLEN tavrı karşısında kellikleri görünmesin diye onu ademe mahkûm etmekten başka çare görmeyenler BÜYÜK İSLÂM RÖNESANSI karşısında acuze bir kadın durumuna düşmekten başka bir çıkar yol bulamayacaklardır. Çünkü O sadece bir mütefekkir değil aynı zamanda bir inkılâb sanatçısıdır. Gayesi ise İslâm coğrafyasında yüksek seciyeli insan toplulukların yetişmesi için muazzam bir KÜLTÜR İNKILÂBI yapmaktır.
Dergimizde tefrika edilen ‘Ölüm Odası’ adlı eserden takip ettiğimiz kadarı ile “olan biteni” seyre dalan Mütefekkir kendi gündemi ‘İslâm İnkılâbının Fikir, Sanat, Aksiyonu’nu örgüleştirmekle meşgul. Bunu yine en iyi kendisinden öğreniyoruz. Dergimiz kâdim yazarlarından Şükrü Sak ağabeyimizin ‘Sohbet ve İntibalar’ alt başlığı ile yayınladığı ‘Salih Mirzabeyoğlu İle Zindan Konuşmaları’ adlı eserinde bu mevzu açıkça vurgulanmış… Yazımızın başlığına da mutabık düşen bir başlıkla kitaptan devam edelim;
<<Kendi Rönesansımızı Başlatmak…
-“Ölüm Odası’nda yapmaya çalıştığınız nedir?” diye sorsam...
-Orada bir nevi, “kâinatta insan - insandaki kâinat” sırrını kurcalar gibi, hâkim Batıcı düşüncenin “mekanik kâinat - mekanik hayat” (robot insan) algısını yıkmak; bunu yıkarken de yerine, İslâm tefekkürünün “duygu ve düşünce” alışkanlığını kazandırmak gibi azîm bir çaba ve niyet var... “Ölüm Odası”nda ne yapmaya çalışıyoruz?.. Aslında sadece bu esere mahsus değil, bütün eserlerimizi de içine katarak söyleyebilirim; bir bakıma kendi rönesansımızı başlatmanın heyecanını duyurmaya çalışıyoruz... Bu da kendi değerlerimizi yenilemek anlamına gelir... Beş yüz yıllık çöküş ve çürümeyi tersine çevirmek gibi, zorların zoru bir iş... En genel anlamda, Batı karşısında “Doğu” diye anlayın. Mücadeleyi, dava ahlâkını, hep verici olmayı, başını bir gayeye adamayı, ilme, fikre, ideolojiye dayalı bir hareket tarzını yaşamak, yaşatmak, aşılamak... “Olması gerekeni” hayâl ettirebilmek, hissettirebilmek... Batı’nın Rönesans’ta yakaladığı ışığı, aşkı, şevki, kendi tarih ve değerlerimiz içinde yakalamak... Bunu yapmaya çalışıyor, yapılması gerekenin bu olduğunu göstermeye uğraşıyoruz. İşte aydınların, sanatçıların, ilim adamı, fikir adamı, akademisyenlerin temel alması gereken zemin bu... Bu da ancak bir ideolocya-sistem temelinde gerçekleştirilebilecek bir şey. Büyük Doğu-İbda Külliyâtı bunun için... Dünyada bugünkü ruhî, fikrî, siyasî çöküşü bütün sebeb ve sonuçlarıyla tartarak, tarayarak, anlayarak... Kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, bütün zaaf ve kuvvetlerimizi tesbit etmiş olarak, yepyeni bir ruh ve nizâm yekpâreliği içinde yeniden doğmak...” (s. 59-60)
       Eskinin tekrarı halinde FİKRİ iğdiş edenlere inat yepyeni bir tarzda kendi talibini ve kendi arzını oluşturan ve yine Mücerret Fikir anlamında benzeri olmayan bir üslup ile tarih, edebiyat, tıb, tasavvuf ve etimoloji tahlillerine ve keşiflerine giren Mirzabeyoğlu ‘Ölüm Odası’ eserinde beklenen o büyük Kültür İnkılâbının yapı taşlarını döşemektedir. ‘Mücerred Fikir İstidadı’ sahibi ve mânâda tamamlık şartlarına ermişliğin işareti olarak gördüğümüz ‘Ölüm Odası’ adlı eserde yukarıda bahsini ettiklerimiz dışında derin bir rüya tabirnamesine rastladığımız gibi oldukça ilgi çekici biyografik bilgilere de denk gelmekteyiz. Ancak bunlar bizim gördüklerimiz ve anladıklarımız; oysa farkında olmadan bir bütün hâlinde ‘Lügat romanı’ okur gibi sinemadan müziğe, şiirden resime muazzam bir hazine ve hayal iklimi açılmakta önümüze…
       29 Kasım Konferansı’nı hatırlayın; Mütefekkir’in teklifi hâli hazırda ortada değil mi: “Yeni Dünya Düzeni kurulacaksa biz de diyoruz ki buradan başlasın.”
       Evet! Bu çerçevede malûmu ilam halinde beklediğimiz ve özlediğimiz inkılâbın en mühim tarafı büyük bir KÜLTÜR İNKILÂBI oluşudur. Ve yine fikir, ahlâk ve aksiyonda bu asrın diyalektiği kendinden zuhur diyalektiğidir. Siz etrafınızdaki çiğliklere bakıp aldanmayınız ve o büyük Rönesans’ın ilk nüveleri olmak için yarışınız. Fikir ve aksiyonunuzu kendiniz üretin. O’nun kurduğu nizam etrafında düzen alın ve istidadınız neyi gerektiriyorsa onu yapın. Her fikrin tekâmül evresi vardır ve fikirler aksiyonla, gayretle büyür. Düzenli hareketler, düzenli fikri yürüyüşler, büyük zuhurlar ve büyük fikirler doğurur ve BEKLEDİĞİMİZ NİZAM bu anlamda O’nun etrafında kendi kurduğumuz nizama bağlıdır. Unutmayalım ki; küçük küçük bulut kümeleri yağmur yüklü bulutları oluşturur.
       Mevzu daha iyi anlaşılsın diye İbda Mimarı’ndan bir iktibas yapalım ve bu iktibasla da yazımızı noktalayalım: “Üç unsurun, yani kararlı insanlar, bir fikir sistemi ve teşkilât kurma yeteneklerine sahib bir gurubun birleşmesi, küçük veya büyük ölçüde bir iktidar meydana getirir. Böylece, iktidar realite haline gelir, kendisine bir şekil bulur ve çevresine tesir eder. Bir ‘imaj’ doğar…
İktidarın ‘imaj’ı, görülebilir veya görülmeyen birçok yollarla varlığını isbat eder; sonra onun tesirinde kalan herkesin kafasında ağır bir tarzda yerleşmeye başlar.
İnsanlar, bir fikir sistemi ve teşkilât bir araya gelerek iktidar organizması doğduğu zaman, manzaraya bir unsur daha katılır ki, bu unsura ‘kültür’ diyebiliriz. Yani, iktidarı elinde bulunduranlara ve topluluğa aynı şekilde tesir eden, çevrenin veya mensublar arası faaliyet şeklinin, faraziyeler ve düşüncelerin belirtilme biçimleri… İktidarın uygulandığı insanlar, kendilerinden olan iktidar sahiblerinin dediklerini daha çabuk yaparlar.” (Marifetname, s. 285)

Baran Dergisi 471. Sayı