Türkiye’yi çepeçevre kuşatıp İslâm dünyasından tecrid etmek, İslâm’ın içini boşaltıp İslâm dinini yeniden düzenlemek emelindeler.

Kanla yazılmış tarihini Avrupa merkezci teorilerle unutmaya ve unutturmaya çalışsa da, kötülüğü varlık sebebine dönüştüren insanıyla Avrupa karanlık bir kıtadır. “Aydınlanma” meşalesiyle çıktığı yolda, tüm dünyayı ateşe veren yakın geçmişi ise daha karanlıktır. Dünyayı fikirlerinin, değerlerinin ve dininin yüceliği sayesinde fethetmiş değildir. Şahsî mülkü gibi gördüğü dünyayı tüm üstündekilerle birlikte yutmaya hazır bir canavar, sömürgecilik döneminde öldürdüğü elli milyon insanın hayatları üzerine hayat kurabilecek kadar protestan bir ahlâka, kapitalist bir ruha ve sömürgeci bir hırsa sahip olduğu için işgâl edebilmiştir. Topraklarını demokrasinin beşiği gibi göstermeye çalışsa da, insanı, rakip ideolojiler arasında faşizme, demokrasi ve komünizmden çok daha yakın ve yatkındır. Kendisini merkeze alarak dayattığı demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi kapitalizmin zaferiyle bağlantılıdır; ekonomik büyüme yoksa, her ikisi de sürdürebilir değildir. Geldiği nokta itibariyle; ihtiraslarının sınırsızlığıyla felç olmuş, mânen iflas etmiş, acıyı da günahı da benimsemekten uzak Amerikan ruhsuzluğuna teslim olmuş bir toplumdur. Sömürgeci zihniyetin kolonyal dişlisi gibi çalışan sömürge aydını nezdinde, her söylediği hâlâ Tanrı’nın kanunu hükmünde olsa da, eğittiği, evcilleştirdiği “gönüllü ve mutlu köleler”e dönüştürdüğü kendi insanı nezdinde bile inanırlığını yitirmiş, ciddi biçimde sorgulanır bir hâldedir. Modern değerlere yapılan boş göndermeler artık kimseyi tatmin etmiyor. Berlin Duvarı’nın yıkılışını, demokrasinin sosyalizme karşı kazandığı bir zafer gibi sunsa da,  aslında duvarın altında kalan sosyalizmden çok, demokrasi idealleriyle uygulamaların geçirdiği büyük değişime paralel olarak “aydınlanma”nın kibrinde boğulan modernizm olmuştur. Dolayısıyla, 1989 hem Soğuk Savaş döneminin hem modern çağın hem Amerikan çağının  hem de takvim yapraklarında sürse bile 20. Yüzyılın sonudur. Soğuk Savaş’ı Sovyetler Birliği’nin kaybettiği kesindir, lâkin Birleşik Devletler’in kazanmadığı da bir gerçektir. Avrupalı milletler büyük nisbetde Amerikanlaşmıştır, fakat dünyaya hâkim olduğunu, onu istediği gibi değiştirip dönüştürebileceğini, kendi modelini kabul ettirebileceğini zanneden “modern küstahlık”, sonunda kendi başına da belâ olacak bir kaosa yol açmıştır. Kapitalist-dünya ekonomisin “organik merkezi” ayrışmış, Amerika güç kullanma tekelini, ancak dünya nakdi üzerinde denetimini elinde bulunduran örgütlerin rızasıyla sürdürebilir hâle gelmiştir. Dolayısıyla, Amerika da Rusya da göründüğü kadar güçlü değildir. Hiç beklenmedik bir anda vuku bulacak sıradışı bir hâdise, “zayıfın silahları”nı güce çevirebileceği gibi, güçlünün avantajlarını da dezavantaja dönüştürebilecektir!

Kapitalist-dünya ekonomisinin lider ülkesi Amerika, “yeni sömürgeciliği” yeni çağa “uydurarak” hâkimiyetini sürdürmeye çalışsa da, tekâmül sürecinin sınırlarına ulaşmış, düzenlendikçe daha da karmaşık bir hâle gelen sistemin, yeni ve daha gelişmiş kurumlar üzerinde yeniden yapılandırılması artık imkânsız. Zira sorun sadece iktisadî değil, siyasî ve manevî. Dahası, dünya malî ve siyasî güçleri arasındaki parçalanma, yeni bir malî genişleme sürecini imkânsız kılıyor. Geleneksel merkezin ise Amerika’ya destek vermek, kapitalist tarihin gidişatına dur demek gibi bir niyeti ve gücü yok. Medyada, teknolojide ve iletişim ağlarındaki yeni imkânlar kitleleri farklı biçimde hareketlendirdi, ama tüm bu yenilikler ve benzeri gelişmeler tarihin dokusunu ve toplumların yapısını değiştirdi. Nasıl denetim altına alınacağı, nereye ve hangi yöne evrileceğiyse belli değil. Netice itibariyle, tehlikeli biçimde kendi kendini tedaviye yeltense ve yeni metodlar geliştirse de, çağın “hasta adamı” artık Avrupa’dır. Asrın “zorba-dilencisi” de, Doğu Asya’daki sermaye fazlası verimli kaynaklara el koymak isterken Çin tarafından kapı dışarı edilen, güçlü olan haklıdır pişkinliği içinde gelip, kolay lokma bulduğu Suud’un kapısına “çöken” Amerika’dır. Kapitalist tarih ve kapitalist dünyanın lider ülkesi Amerika giderek gücünün buharlaştığı bir dönemi yaşıyor, güçlü görünmeye çalışsa da savaş yapma-devlet kurma gücünü yitirdi. Çöküş süreci uzadıkça dünyaya verdiği zarar da artıyor.

19. yüzyılda büyük imparatorlukların çözülmesinin tarihî sonuçları çok büyük oldu: 20. yüzyılın başlarında 1. Dünya Savaşı patladı, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesi ve çözülmesi, hâlâ süren ve süreceğe de benzeyen Ortadoğu sorununa yol açtı. Dolayısıyla, modern çağın ve Amerikan yüzyılının sona ermesi de benzer sorunları beraberinde getirecektir. Nitekim, kendi savaşında başkalarını savaştırmakta mahir emperyalist güçlerin desteklediği çarpışmalar, tırmandırılarak müzminleşmiş bölgesel savaşlara, giderek de daha büyük bir savaşa dönüştürüleceğe benziyor! Türkiye bu savaşın göbeğinde ve kendi göbeğini kendi kesmek zorunda. Ancak, bu kuşatılmışlıktan sadece direnerek ve dayanıklılık göstererek kurtulamaz; zararlı olanı faydalıya, menfî olanı müsbete, zehri şifaya tahvil edecek bir bünyeye ihtiyacı var... Bu bünyeye uygun hükümet politikaları geliştirmek, bu politikalara uygun bir faaliyet yürütmek, yeni kurumlar, kurallar ve davranış alışkanlıkları edinmek zorunda.

Zira, yeni sistemin yeni yapıları kuruluyor. 1991'de 1. Irak savaşıyla uygulamaya konulan yüzyıllık proje adım adım ilerlerken, küresel alandaki kavga da büyüyerek, genişleyerek ve derinleşerek devam ediyor. Ancak, kurulmakta olan bu yapılar, kapitalist tarihin daha önceki nöbet değişim dönemlerinde olduğu gibi, tek bir hegemon gücün küresel liderliğinde kurulabilecek ve taşınabilecek yapılar değil... Bunun içindir ki büyük devletler irili ufaklı zorba uşaklarıyla birlikte sahada, vekâlet savaşa yürütüyorlar. Restleşmeler başladığında ellerini yüksek tutabilmek için, belli alan ve coğrafyalarda üstünlük elde etme peşindeler. Kuralların yaratıcısı benim diyen modern zihniyet, tek kuralın kuralsızlık olduğu bir metodla, illegaliteyi bir devlet politikası olarak uygulamakta hiçbir beis görmüyor. 11 Eylül'ü bir trajediye dönüştürerek, bunun üzerinden suçu, şiddeti sıradanlaştırıp, her türlü hukuksuzluğu yapmayı kendisinde bir hak olarak görüyor. Modern klişe terör tabiri ise, artık iyice tavsadı ve sınırları belirsiz bir hâle geldi; tahtını çoktan "demokratik güçler"e, "devlet dışı aktörler"e bırakmış durumda. Artık sipariş üzerine örgüt kuran şirketler ve tüm siparişleri itinayla işlemden geçirip, adrese teslim yerine getiren, yeni adıyla "demokratik güçler" revaçta, Amerika bunları kullanarak Türkiye'yi kuşatma ve teslim alma peşinde. Ancak, Amerikan hegemonyası artık Türkiye'de peşin bir kabul görmüyor, örtülü yahut açık tehditleri de fayda etmiyor. Görünen o ki; Amerika, uzmanların vazgeçemez dedikleri Türkiye'den vazgeçiyor, oyalama ve zaman kazanma taktiği güdüyor. Muhtemelen Türkiye'deki üslerini taşıyacağı yeni yerlerin hazırlığı içinde. Nitekim, bir taraftan Suriye'de üsler kurarken, diğer yandan da İsrail-Suud-BAE ve Mısır hattını tahkim etmekle meşgul. Dahası, PKK’yı YPG’nin içinde eritip meşrulaştırmak, kendisine biat etmeyen İran yanlısı grubu da YPG’ye tasfiye ettirmek niyetinde.

Dolayısıyla, Türkiye için Amerika güvenilir olmadığı gibi, Rusya da güvenilir değildir, ikisine de bağlı kalamaz. Zira her iki ülke bugüne kadar hiç savaşmadıkları gibi, İkinci Dünya Savaşı'nın çoğu zamanlarında da müttefik oldular. Rus ordusunun Hitler'den kurtardığı Doğu Avrupa ülkelerine Stalin'in el koyması, ne bir fazilet timsâli geçinen İngilizleri rahatsız etti, ne de çok demokrat Amerikalıları. Görmezden gelmek ikisinin de işine geldi. 1956'da Polonya'daki ve Macaristan'daki ayaklanmalara, 1968'de Çekoslavakların başkaldırısına da kayda değer bir destek vermediler. Aynı vurdumduymazlığı bu sefer Ruslar; 1962'deki füze krizinde Küba'yı Amerika'yla başbaşa bırakarak, Vietnam savaşında Kuzey Vietnamlı komünist kardeşlerini Amerikan zulmüne terk ederek gösterdiler. Bunlarla iş tutmak, günü geldiğinde fazlasıyla ödenecek borç demektir. Hiçbir şüpheniz olmasın, bugün birlikte hareket ettikleri ve "demokratik güçler" olarak tesmiye ettikleri unsurları, işleri biter bitmez yüzüstü bırakacaklardır.

20. yüzyıl, muhtemelen insanlığın tarihindeki en koyu bunalım dönemiydi. Büyük imparatorluklar bu yüzyılda çöktü. İnsanlık bu yüzyılda iki dünya savaşına ve yetmiş milyon insanın ölümüne şahitlik etti; komünizmle ve atom bombasıyla yine bu yüzyılda tanıştı. Arkasında yığınla cevap bekleyen soru ve sorun bırakarak tarihe karıştı. Ancak, 1991’de 1. Irak savaşıyla uygulamaya konulan, patenti büyük sapıklardan M. Abduh’a ait; “dinin kafasını ancak dinin kılıcıyla koparırız” plânı, projesine uygun olarak devam ediyor. FETÖ, DAİŞ vb. güya İslâmî örgütler, Apo’nun teslim edilmesiyle birlikte kurulan FETÖ-Kandil ortaklığı bu projenin taşeronları. Saddam ve Kaddafi gibi Sünnî unsurların tasfiyesi, Mısır’da Mursi’ye yapılan darbe, Arap Baharı, Türkiye’deki Gezi olayları, 17-25 Aralık kumpası, 15 Temmuz darbe teşebbüsü, Suriye’de hâlen süren pazarlıklar... Tüm bu hâdiseler 1991’de Irak’ı işgal girişimiyle uygulamaya konulan plânın parçaları ve tamamı Sünnî İslâm’ın tasfiyesine yönelik... İnsanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek şizofrenik bir yapı kuruluyor ve bu yapının içinde dinin yeri yok! Bu yapıyı kuranlar istiyorlar ki, insanlık kendilerinin kurguladığı bir kaderi yaşasın. Bu sebeple sorunlar çözüme yeğ tutuluyor; belirsizliklerin, kaotik ortamın sürmesi isteniyor. Bu tehlikeli sürece dur diyebilecek tek-bütüncül yapı; İslâm ve “gerçek sahipleri”nin ellerinde “gerçek-bütün” bir devlet olma istidadı gösteren Türkiye. Bunun bilincindeler. Türkiye’yi çepeçevre kuşatıp İslâm dünyasından tecrid etmek, İslâm’ın içini boşaltıp İslâm dinini yeniden düzenlemek emelindeler. Dolayısıyla, Müslümanlar olarak 21. Yüzyılda öncelikli görevimiz; başımızı iki elimizin arasına alıp yeniden düşünmek, yıllardır içinde bulunduğumuz yahut kapısında beklediğimiz kof birlikteliklerden bir an önce kurtulup kendi köklerimize dönmek olmalıdır. Aksi takdirde, kendi hazinemizin dilencisi gibi yaşamaktan, sürü gibi güdülmekten kurtulamayız. Dahası, ideallerini ve hatalarını görme istidadını yitirmiş bir toplum olarak, “varolma”mızın da bir anlamı kalmaz.

Aylık Dergisi 163. Sayı, Nisan 2018