Sanat…

Varlık âlemindeki varları dönüştürerek ötelere ufuk açmanın, ötelerin ufkunu keşfederken insandaki hakikatlere dokunmanın ve insandaki hakikatlerin aynasıyla mutlak hakikati bulmanın adabı ve düsturu...

Sanatçı; ancak bu minvalde bir yol izlerse sanatçıdır, Necip Fazıl’a göre… Ve sanatın insan aksülameli olan en seçkin kolu, bir cemiyeti cemiyet yapan ve cemiyetle varlığını ortaya koyup sürdüren, tiyatrodur.

Rönesans’tan bu yana madde planında erişilmezin hududuna tutunup insanı insana yabancılaştıran ve insanın ruhuyla bedeni arasındaki ezeli bağı maddenin dehhameleşmiş eliyle kopararak, hem ruha hem de bedene bu zehrin nasibinden tattırmış ve her ikisini de doğar doğmaz hastalıklı bir hayata ve acınası bir ölüme duçar kılmış bu tükeniş hafakanına karşı O’nu arayan bir sanat... O’nu arayan bir sanat içinde filizlenmiş tiyatro... Aynı ruh ile mayalanmış ve madde ile ruh arasında tam muvazene kurmuş cemiyet...

Cemiyet’in bu sahadaki gerekliliğini ve arz ettiği önemi es geçmeyen Üstad, “Tiyatro ve Tesiri” adlı konferansında:

-“Tiyatro’nun olması için mutlaka cemiyet hayatının olması lazımdır. Cemiyet hayatı olmadan fert, şiirde, romanda, fikirde kendi büyük ferdiyetini yaşatabilir; fakat cemiyette onunla eş ve onun mânâlarını yaşayan fertlerden topluluklar olmazsa, cemiyet hayatı olmazsa, hayattan nasıl bir model gösterilir, sihirli çerçevede!..”

Diyecek ve:

-“...tiyatrosu olan memleket muhakkak çok kuvvetlidir...” nutkunu da kalplere işleyecektir.

Tiyatro bu bağlamda, lügatimizde cemiyetle eş değerdir. Cemiyetimize kelimelerle vücut ararken cemiyetimizden bir eser ile bunu hayat damarlarımıza zerk etmek, dünümüz ve yarınımız arasında gerilmiş bir iplik gibi duran bugünümüzü anlamlandırmamız ve mânâ içinde mânâ biriktirerek hazineleştirdiğimiz ruhumuzu, düğüm düğüm muammalardan, zerre zerre hakikatlere tebdil etmek açısından zannımızca isabetli olacaktır.

Ahşap Konak, bu açıdan büyük önem arz etmektedir. Necip Fazıl bu eser için:

- “Piyeslerim içinde en sevdiğimdir” diyecek ve birçok yerde bu eseri zikredecektir.

Evvela Ahşap Konak (üç katlı bir konaktır), bize üç nesil üzerinden (birinci kat yirmibeşlikler-ikinci kat ellilikler-üçüncü kat yetmişbeşlikler olmak üzere) Türkiye portresi çizerken bu nesiller arasındaki çatışmayı anlatır ve Rönesans’ın yani (kısmen)  Antik Yunan ve Roma’ya dönüş yapma hamlesinin meyvesini yiyen madde devi fakat bir o kadar da ruh yoksunluğuyla kıvranan batı kimliğinin tesirindeki nesillere karşı, bir Recai karakteri çıkarır karşımıza... Ve onun, bu tesirdeki nesiller içinde, onlar gibi olmayanını (bir başka Recai) yani torunu Yüksel’i... Recai, cumhuriyet sonrası nesiller ile cumhuriyet öncesi nesiller arasındaki, kendini tanımanın ve kendini bulmanın köprüsüdür. Öyle ki kendini tanımanın ve kendini bulmanın ötesinde, yaşayanlar ve ölüler arasındaki asıl muammayı da tahlil eder. İşte bir misal teşkil eden diyalog:

“RECAİ- Bir yere gideceğiz ki fabrika bacalarıyla mezar taşlarının sırt sırta verdiği, yaşadığını sananlarla, ölü sanılanların sınır çizgisi...

AYSEL- Tam Eyüp Sultan!

RECAİ- Yahut Ahşap Konak...”

Manevi bir tasvir yaparak hemen hemen beş yüz yıllık bir gerileyişin tablosunu da çizmiştir Recai. Gerileyiş ki (geçmişine yüzünü dönen) batıyı birtakım noktalarda ileriye götürmüş. Ve bu bir takımlıkları “her şey” sanmanın yanında, “mânâdaki kayıpları maddede arama” sancılarını da yine Recai’den dinliyoruz:

 “...23 asır evvel Sofokles’in trajedilerini seyredip, buhar makinesinin keşfine kadar 22 asır yaşayan bir insan, bizim gördüğümüz mânâ iniş-çıkışlarını sığdıramaz hayatına...”

Yani üç nesil... Üç nesilde zuhura ermiş mânâ iniş-çıkışları...

Recai tam da bu noktada bir temsildir. Ve Üstadın mânâ iniş-çıkışları diye adlandırdığı her şeyi tek bir noktaya indirgemiştir: o da cemiyet...

Öyle ki cemiyetin hemen her sahasında bu iniş-çıkışların akislerini görmekle beraber en önemli noktayı da ihmal etmiyor… Yani estetik kaygıdan müteşekkil eski-yeni davasını... Hâsılı, cemiyette vuku bulan ve bir türlü hakikatinin ne olduğunda mutabık olunamamış sanat eserlerini... Genç Şair ve Recai’nin bu husustaki diyalogları bu noktada öyle mühimdir ki, hala çözülememiş bir düğümü makaslamaktan farkı yoktur:

“GENÇ ŞAİR- Her devirde eski, yeninin önüne, bu edebiyatla geçmeye çalışmıştır. Fakat eski, solmaya, yeni de ışıldamaya memur...

RECAİ- Biliyorum! Çatlasak da patlasak da, biz öleceğiz, siz yaşayacaksınız! Öyleyse çekişmeye ne lüzum var? Siz galipsiniz! (Haykırır) Galip misiniz? Allah’ın en ince hikmetlerinden biri olan zaman helezonunun aldatıcı bir büklümü, bizi siliyor ve sizi yazıyor diye gerçeğin kendinizde olduğunu mu sanıyorsunuz? (Durur, Titrer) Şair Bey? Gerçek, zaman tanır mı? Bir şey gerçek olduğu kadar gençtir. Sizin, deniz kumundan apartmanlarınız mı genç, Mısır’ın som taştan ehramları mı? Bir insan, geleceği kucaklamak cehdini yaşadığı kadar gençtir. Şu pembecik yanaklarınız, zıp zıp beyinlerinizle siz mi gençsiniz, yoksa çengi gibi oynayan ellerim, urlaşmış kafamla ben mi? (Durak... Nazarları dolaşıyor) Ayol; ıstırap çekmeyi, çile doldurmayı bilendir genç... Zarını delmeyi, tohumunu çatlatmayı...”

Bu diyalogdan yola çıkarak;

Recai hem cemiyet içinden hem de cemiyetin aksülameli olan tiyatro perdelerinin arasından, sanata ve madde-ruh ayırımına temas eder. Fakat her ne kadar aksiyon ruhunu ve dimdik duruşunu esirgemeden, mücadeleci kimliği ve bilgece sözleri ile direnen bir Recai görse de gözlerimiz, sonunda bu iniş-çıkışlara tahammül gösteremeyerek konağı yakar. Konağı yakan Recai, Ahşap Konak alegorisinde bize bir mukaddes emanet çerçevesini de göstermektedir. Bunun hikmetini ve inceliğini de okuyucunun kitap hakkında dimağında yer etmiş aziz fikre bırakalım.

Mülahazamızın nihai noktasına yaklaşırken Sezai Karakoç’un, şiir için söylediği bir cümleyi tüm cemiyete aksettirmek üzere alıntılamak, Recai’nin özeti olacaktır. Üstad:

Necip Fazıl’ın şiirlerinde nefı̇s-ruh ve madde-mana karşıtlığı Necip Fazıl’ın şiirlerinde nefı̇s-ruh ve madde-mana karşıtlığı

“Bugün şiire ve edebiyata giren, yarın hayata girecektir.” diyor... Biz, tüm şümûlü ve mevcudiyetiyle “sanat” diyelim.

Nazarımızdaki asıl nokta da budur. Necip Fazıl’ın tabiriyle söyleyecek olursak, “eskimeyen, pörsümeyen bir yeni” anlayışı şiardır. Bu ulvi makama ulaşmak ve orada kalmak pek kıymetli ve önemliyken, bunu nasıl başaracağımız idrakine ulaşalım ve Sezai Karakoç’un “şiir ve edebiyat” dediği kavramların muhtevasına ne katarsak katalım o kadar mânâ dolu ve ulviyetle inşa edilmiş şeyler olmalı ki, hayatımızda da bu mümkinatın sınırlarını aşmış olarak onu yaşayabilelim.

Tabir-i caizse O’nda yaşayabilelim…

Vesselam…

Mehmet Can Kuyucu, Aylık Dergisi 198. Sayı, Mart 2021