Cahit Sıtkı Tarancı, 1910 yılında Suriçi’nde dünyaya geldi. Köken olarak Diyarbakır’ın meşhur ailelerinden biri olan Pirinçcizadeler’dendir. İlk tahsilini Diyarbakır’da tamamlayan Tarancı’nın ailesi onu İstanbul’da Fransız Saint Joseph Lisesi’ne gönderdi. Bir süre burada eğitim gördükten sonra Galatasaray lisesinde eğitimini tamamladı. Mülkiye Mektebi ve Yüksek Ticaret Okulu’nda eğitim gördükten sonra Paris’te Sciences Politiques’te eğitimini sürdürdü. Bir süre Paris radyosunda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı. O sırada patlak veren 2. Dünya Savaşı sebebiyle Türkiye’ye döndü. Bir süre çeşitli kurumlarda tercüman olarak çalıştı. 1951’de evlendi. 1954’te hastalanarak felç geçirdi ve Viyana’ya gitti. 1956 yılında 46 yaşında Viyana’da öldü ve Ankara’da toprağa verildi.
Cumhuriyet Dönemi şairlerinin öne çıkan isimlerden biridir. “Yaş otuz beş! yolun yarısı eder / Dante gibi ortasındayız ömrün” mısraları ile hemen herkesin aşina olduğu bir isimdir. Hatta diyebiliriz ki, Tarancı, sadece bu şiiri ile ismini bugünlere taşımayı başarmıştır. Ancak tıpkı Dante gibi, o da 35 yaşını görmüş fakat bir 35 yıl daha yaşamamıştır.
Haldun Taner, Cahit Sıtkı Tarancı’yı şöyle anlatır bir makalesinde:
- “Cahit Sıtkı, Galatasaray'da bizden dört beş sınıf yukardaydı. Rahmetli Vedat Dicleli akrabası oluyordu. Alt sınıflara onu görmeye gelirdi. Biz de o zaman kendisini görürdük. Okulun, Yaşar Nabi, Ziya Osman Saba ile birlikte dergilerde şiirleri basılan üç isminden biriydi. Ufacık tefecik, zarif, çok efendi bir hali vardı. Hani teneffüste ayağına bir top çarpsa, çamurlanmasın diye ayağının ucuyla dokunan tipler vardır ya, onlardandı. Spor mipor yapmazdı. Tertemiz giyinirdi. Küçücük zarif ayakları ve hep boyalı iskarpinleri vardı. Gel zaman git zaman, Diyarbakırlı Cahit, Türkiye'nin en ünlü şairlerinden biri oldu. CHP'nin mi, başka resmi bir kuruluşun mu, şimdi hatırlamıyorum, açtığı bir şiir yarışmasında onun "otuz beş yaş" şiiri birinciliği kazanmıştı. Yıl, sanırım, bin dokuzyüz kırklar hanesinde idi. Cahit Sıtkı o tarihten sonra dillerden düşmedi. Hele "otuz beş yaş" şiiri edebiyat dışı bir yaygınlığa bile erişti. Ankara'da oturduğu, yine o alçakgönüllü çelebi kişiliğini sürdürdüğü, kendini içkiye kaptırdığı duyuluyordu. Bu içki merakı, sanırım, onun aşırı duygululuğunu biraz frenlemek uyuşturmak için başvurduğu bir araç olacaktı. Rakı masası uzmanları, Cahit Sıtkı'nın çok içemediğini iki üç kadehten sonra bazen masanın kenarına yığıldığını anlatırlardı. Kısa ömrü boyunca Türkçe’nin tadını çıkaran, akıllarda kalan güzel şiirler yazdı. Cumhuriyet gazetesinde hikâyeleri de çıktı. Rainer Maria Rilke'yi anımsatan bir incelikte ve duygulukta idi bunlar. Hele çirkin, çok çirkin bir kızla flörtünü yansıtan, çirkinliğin şiirini çıkaran nefis bir hikâyesi vardı ki, bakın aradan otuz yıl geçtiği ve arada hiç okumadığım halde, bugün bile net olarak hatırlıyorum. Müstesna incelikte, bütünüyle kendini şiire adamış bir insandı. İnsan onun hesap yaptığına, günlük alelade şeyler konuştuğuna inanamazdı. Belki de bunlardan çok uzaktı.” (Milliyet Sanat, 1976, Haldun Taner)
Aslında şiirin yanında çok fazla hikâye yazmıştı, hatta Paris’te yaşadığı dönemde Cumhuriyet gazetesine yazdığı bu hikâyelerden ve tercümelerden kazandığı paralarla geçimini sağlamaktaydı. Ancak hikâyelerinde müstear isim kullanırdı. Arkadaşı Baki Süha Edipoğlu şöyle demiştir:
- “Hatta hikâyelerde adı sık sık geçmesin diye İrfan Kudret takma adını ben yakıştırmıştım. Paris'teki adresine bir mektup yazarak bildirmiştim. Verdiği cevapta, kendisine çok iddialı bir ad bulduğumu, "hem irfanlı, hem de kudretli bir şahsiyet! Benim gibi aciz bir Cahit Sıtkı'ya yakışmıyor" demişti. Fakat buna rağmen mektubuna ekli olarak yolladığı üç öyküde de İrfan Kudret imzasını atmıştı.”
Yazmaya okul yıllarında başladığını söyleyen Tarancı, şöyle demektedir:
- "Edebiyata karşı duyduğum heves Fransız mektebine kadar gider. Annemden uzakta bulunmam, mektepteki yabancı ve kasvetli hava zaten mariz olan ruhumu büsbütün karartmıştı. Anneme yazdığım uzun mektuplarda bu karanlıkları biraz da sınıfta okuduğumuz edebî parçalardan ilham alarak, parlak kelimeler, göz kamaştırıcı teşbihler ve süslü cümlelerle anlatmaya çalışıyordum".
Çokça mektup yazmıştır. Bunlardan birinde Ziya Osman Saba’ya yazdıkları ile “Yaş Otuz Beş” şiirinin ilk sinyallerini şöyle vermiştir:
- “Ziyacığım, hayatı sevmekle geçiyor ömrüm, az daha gençliğim diyecektim gene de diyebilirim, zira yaş oldu otuz. Desene ki Dante gibi ortasındayız ömrün. Fakat bu an ne güzel! Bu kahve bu aperatif, karşı masada gülümseyen midinette (hafifmeşrep kadın), annem (görüyorsun ki sıra gözetmeden, rastgele söylüyorum), sen, Beşiktaş'taki vefasız fakat gene de sevgili sevgilim, şiir iştahım ve daha bir sürü nimetler!”
Ahmet Muhip Dranas ile birlikte Paris’te “Bohem” hayatı yaşarken, bir ara eroine de mübtela olmuşlar. Tarancı şöyle anlatıyor Ziya Osman Saba’ya bunu:
- “Sana, sırası gelmişken, eroinden bahsedeyim. Avrupa'ya gitmeden evvel, Muhip'le beraber, bu beyaz matmazele (mademoiselle blanch) bir hayli tutulduğumuzu bilirsin. Bu aşkın en hararetli akşamlarından birinde Muhip'i endişeli görünce sordum: "Hayrola?". Dedi ki: "Ne yapacağız Cahit? Bu zıkkımın esiri olduk gittik; ilham kaynağımızı kuruttu. Şiir bile yazamıyoruz." Muhip'in şikâyetini paylaşmakla beraber, cesaretsizliğine şiddetle itiraz ettim: "Ne demek? Eroin gibi ancak basit adamları esiri eden bir aşüfteden yakamızı kurtaramayacak mıyız sanıyorsun? O halde yuf bizim şairliğimize, sanatkârlığımıza!" Ve ertesi günden itibaren bu iptilaya karşı mücadele açtık; Muhip ilkin biraz gevşek ve zayıf davrandıysa da sonradan o da bana ayak uydurabildi ve hürriyetimize yeniden kavuştuk.”
Şairin önemli eserleri arasında "Otuzbeş Yaş", "Ömrümde Sükut", "Düşten Güzel" ve "Ziya'ya Mektuplar" sayılabilir. Bazı mısralarının Paul Verlaine’den, Baudlaire’den, Rimbaud’dan, Apollinaire’den, Nerval’den birebir “alıntı” olduğu tartışılmıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar onun hakkında şöyle demiştir:
- “İlk şiirlerinde kendi şuuraltını alaca karanlık bir âlem gibi yoklayan Cahit Sıtkı Tarancı'da daha bu devirden itibaren saz ve tekke şairlerinden gelen bir taraf vardır. Genç yaşta ölümüne çok acıdığımız bu şair ikinci devre şiirlerinde (CHP Şiir Mükâfatını kazanan Otuz Beş Yaş) Verlaine'in kıvrak lirizmine varmasa bile, ona çok yakın bir duruşa erer. Tarancı'nın şiiri daha ziyade üstü örtülü bir merhametin ifadesi olan intimisme'in, bir iyileşme sıtmasına benzeyen küçük ihsasların ve saadet hülyalarının şiiridir. Bu intimisme ve ürpermeler ölüm düşüncesiyle yazdığı şiirlerde bir çeşit büyük ses kazanır, hatta denebilir ki, ilk şiirlerinden biri olan ve halk şiirimizle temastan doğmuş hissini veren Sanatkârın Ölümü manzumesinden beri onun şiiri ölüm aynasında küçük ve dağınık tuşlarla bütün hayatı ve insan kaderini toplar.” (Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt II, Atilla Özkırımlı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 2004, s. 1211)
Cahit Sıtkı Tarancı 46 gibi genç bir yaşta ölmüş, kötü alışkanlıkları ve hayat tarzı onun daha fazla yaşamasına imkân vermemiştir. Onun hakkında “yaşadığını yazmıştır” denir. Şiiri hayatının merkezine koymuş, öyle ki hikâyelerini sadece para kazanmak için yazmış ve imzasını atmaktan bile kaçınmıştır. Çok büyük bir şair midir Tarancı? Hayır, onda ne hayranı olduğu Baudelaire’in hafakanlı ruhunu, ne Rimbaud’un derinliğini bulabilirsiniz. Ancak genç yaşında ölmesine rağmen, ölmeyen şiirlere imza atabilmek için çok çalışmasındadır belki büyüklüğü… Şiirlerinde derinlik, düzyazılarında ise çekicilik yoktur aslında. Yaşadığı hayatın içinden çıkan şiiri ise ancak bu kadardır:
 
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
 
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
 
Son bir not olarak şunu da ekleyelim: Cahit Sıtkı’nın, Üstad Necip Fazıl’ın 1936 yılında çıkardığı Ağaç Mecmuası’nda şiirleri yayınlanmıştır.
 
 
Baran Dergisi 406. Sayı