Aşağıda sunulan yazılar, Aylık ve Baran Dergilerinin önceki dönemlerinde kaleme alınmış, iktisadın ahlâkî ve siyasî boyutu üzerine odaklanmış makalelerden tasnif edilmiştir. Bu yazılar, yalnızca güncel ekonomik meseleleri irdelemekle kalmayıp, Türkiye ve dünya iktisadının tarihî ve kültürel arka planını da göz önünde bulundurarak, ahlâk, siyaset ve ekonomik yapı arasındaki derin ilişkiyi ortaya koymayı amaçlamaktadır. Her bir metin, servet ve sermaye dağılımı, faiz sistemi, döviz bağımlılığı, üretim ve tüketim dengesi gibi kritik konuları, İslâmî perspektif ve tarihî örnekler ışığında değerlendirmekte; iktisadî krizlerin sadece teknik değil, aynı zamanda toplumsal ve ahlâkî boyutlarını da gözler önüne sermektedir. Böylece söz konusu yazılar, iktisadî meselelerin anlaşılmasında rakamların ötesine geçerek, toplumun değerleri, devletin siyasî iradesi ve fertlerin sorumlulukları arasındaki bağları bütünlüklü biçimde sunmaktadır.
İktisadın Ahlâkî ve Siyasî Boyutu
İktisat, insan hayatının diğer alanlarından kopuk, kendi kurallarıyla işleyen bağımsız bir saha değildir. Tam aksine, toplumun ahlâk anlayışı ve devletin siyaset tarzı, iktisadın sınırlarını ve yönünü belirler. Ahlâk, fertlerin inançlarından ve iç dünyalarındaki kabullerden doğar; devlet ise bu ahlâkî zemini hukukla düzenler ve yaptırım gücüyle korur. Böylece iktisat, bir toplumun manevî değerleri ile siyasî iradesinin birleştiği noktada teşekkül eder. Bu hakikat göz ardı edildiğinde, iktisat, kendi kendine işleyen masum bir mekanizma olmaktan çıkar, belli bir zümrenin çıkarına hizmet eden baskı aracına dönüşür.
Tarih boyunca bunun sayısız örneği görülmüştür. Mesela Roma İmparatorluğu’nda servetin belirli ellerde toplanması, ahlâkî düzenin çökmesine yol açmış ve devletin çürümesini hızlandırmıştır. Osmanlı’da ise vakıf müesseseleri, ahlâkî ve siyasî ölçülerin iktisada nasıl yön verdiğinin canlı bir örneğidir. Vakıflar, fertlerin servetini topluma fayda sağlayacak şekilde kanalize etmiş, bu yolla hem sosyal dengeyi sağlamış hem de devletin yükünü hafifletmiştir. Yine Batı’da Protestan ahlâkı ile kapitalizmin yükselişi arasındaki ilişki, ahlâk ve iktisat bağının nasıl sonuçlar doğurduğunu gösteren çarpıcı bir misaldir.
Modern dünyada ise iktisadın ahlâktan koparılması, fertleri tüketim bağımlılığına sürüklemiş ve toplumların siyasî tercihlerini zayıflatmıştır. “Piyasanın kendi kuralları” denilen şey, aslında bir avuç güçlü merkezin koyduğu kurallardan ibarettir. Para basma imkânını elinde tutan devletler ve onların arkasındaki sermaye çevreleri, ekonomiyi kendi çıkarları için yönlendirirken, kitleler bu düzenin mağduru hâline gelmiştir. Bugün uluslararası para sistemi, doları rezerv para kabul ederek tüm dünya ekonomilerini aynı merkez etrafında toplamış; böylece iktisadın siyasetten bağımsız olamayacağı gerçeği bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Türk Lirası’nın Krizi ve İç Oligarşi
Türk Lirası’nın son yıllarda yaşadığı değer kaybı, yüzeyde sadece dış baskılar veya piyasa dalgalanmalarıyla açıklanmaya çalışılsa da, hakikatte çok daha derin sebeplere dayanır. Bir ülkenin para birimi, yalnızca matematiksel göstergelere dayanmaz. Arkasındaki siyasî irade, toplumsal ahlâk ve üretim kapasitesiyle ayakta kalır. Türkiye’de ise bu iradeyi sarsan en önemli unsurlardan biri, yıllardır ülke servetini elinde tutan dar bir oligarşik zümrenin tavırlarıdır. Bu kesim, varlıklarını kademeli biçimde dolara ve avroya çevirerek Türk Lirası’na olan güveni sistemli şekilde zayıflatmış, böylece ülkenin ekonomik kırılganlığını artırmıştır.
Burada söz konusu olan, yalnızca bireysel yatırım tercihleriyle sınırlı kalmaz. Mesele, ülke içinde bazı sermaye gruplarının geçmiş bir sınıfın ekonomiyi kendi menfaatine göre yönlendirmesidir. Mesela, büyük sermaye gruplarının yıllar içinde Türk Lirası’ndan çıkıp dövize geçmesi, yalnızca kur artışına yol açmakla kalmamış, aynı zamanda içerideki diğer yatırımcılar için de paniğe sebep olmuştur. Böylece toplumun geniş kesimleri, üretimden kazanç sağlamak yerine dövizi güvenli liman görmeye başlamış, iktisadî istikrar sarsılmıştır.
Bununla birlikte, üretim yerine tüketime dayalı bir düzenin kökleşmesi, krizi daha da derinleştirmiştir. Türkiye bazı alanlarda, özellikle savunma sanayiinde ciddi ilerleme kaydetmiş olsa da, ekonominin bütününe yayılan bir üretim disiplini hâlen tesis edilememiştir. Gelir dağılımındaki eşitsizlik, zenginlerin servetine servet katarken geniş halk kesimlerinin refahını geriletmiş; serbest piyasanın denetimsiz büyümesi, ahlâkî kaidelerin çözülmesiyle birleşince istikrarı zayıflatmıştır.
İhracat, çoğu zaman ithalata bağımlı ara malı girdilerine yaslanmakta; yani bir ürünü dışarıya satabilmek için önce dışarıya ödeme yapılmaktadır. Böyle bir tabloda yerli para değerini korumakta zorlanır. İnşaat ve arsa rantına dayalı ekonomi, kısa vadede bazı kesimleri zenginleştiriyor gibi görünse de uzun vadede ülkeyi üretim kültüründen uzaklaştırmaktadır.
Yakın geçmişte yaşanan döviz dalgalanmaları bunun açık örneğini teşkil etmektedir. Körfez ülkelerinden gelen sıcak para, büyük ölçüde arazi ve inşaat sektörüne yönlendirilmiş; tarım, sanayi ve teknoloji gibi kalıcı üretim sahalarına aktarılmamıştır. Böylece ülkeye giren döviz, kısa vadeli kazançlarla yeniden belirli ellerde toplanmış, kalıcı refah sağlayacak yatırımlar yapılamamıştır. Bu düzen, toplumun geniş kesimlerini borç yükü altında ezmiş, iktidara yakın sermaye gruplarının servetini artırmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır.
Faiz Düzeni ve Toplumsal Çürüme
Faiz, yalnızca ekonomik işlemlerde kullanılan teknik bir araç olarak görülemez. Toplumsal hayatın bütün damarlarına sirayet eden, üretimden tüketime, insan ilişkilerinden devlet yapısına kadar pek çok alanı etkileyen bir unsurdur. Faizli sistemde insanlar birbirine borç vermez, dayanışma ve yardımlaşma bağları zayıflar. Borcun kaynağı komşu, akraba veya esnaf olmaktan çıkar; bankalar aracılığıyla kurulan soğuk ve mekanik ilişkiler toplumsal dokuyu bozar. Böyle bir ortamda bireysellik ve çıkarcılık hayat tarzı hâline gelir, toplumsal dayanışma ruhu erozyona uğrar.
Faiz, aynı zamanda sermayenin tabana yayılmasını engeller. Bir ülkenin serveti geniş halk kitlelerinin emeğiyle ortaya çıkar; fakat faizli düzen, bu servetin zamanla belli ellerde toplanmasına yol açar. Küçük tasarruflar, bankalar aracılığıyla büyük sermaye gruplarının kontrolüne geçer. Böylece toplumun sırtından kazanılan kaynak, yine toplumun karşısına yüksek maliyet olarak çıkar. Üretici artan faiz yükü altında rekabet gücünü kaybederken, tüketici de faiz üzerinden oluşturulmuş fiyat artışlarıyla karşı karşıya kalır. Bu süreç, her iki tarafı da aynı kıskaca sokar: üretim zayıflar, tüketim pahalılaşır.
Faiz, siyasî düzeni de etki altına alır. Devlet, iç borçlanma ihtiyacını karşılamak için faizli kaynaklara yönelmek zorunda kalır. Hazine bonoları ve tahviller aracılığıyla toplanan borç, çoğu kez uluslararası finans çevrelerinin eline geçer. Böylece ülkenin iktisadî bağımsızlığı kırılganlaşır. Bir devlet, bütçesinin önemli kısmını faiz ödemelerine ayırdığında, eğitimden sağlığa, altyapıdan üretim yatırımlarına kadar pek çok alanda hareket kabiliyetini kaybeder. Faiz yoluyla dışarıya aktarılan servet, ekonomik kaybın ötesinde siyasî bir baskı aracına dönüşür. En tehlikeli yönü ise faiz sisteminin toplumsal ahlâkı çürüten etkisidir. İnsanlar birbirine yardımcı olmayı bırakıp yalnızca kendi çıkarını gözettiğinde, güven duygusu ortadan kalkar. Toplumun temel taşlarını oluşturan yardımlaşma, paylaşma, dayanışma gibi değerler işlevsiz kalır. Aileden başlayarak toplumsal yapının her kademesinde menfaat hesapları öne çıkar. Bu durum, yalnızca ekonomi alanıyla sınırlı kalmaz; bütün bir sosyal düzenin dokusunda onarılması güç yaralar açar.
Dolar Hegemonyası
Günümüzde para sistemi, yalnızca ekonomik işlemler için kullanılan bir vasıta olmaktan çıkmış, doğrudan siyasî hâkimiyetin en güçlü araçlarından biri hâline gelmiştir. 1970’lerden itibaren altının rezerv para özelliği kaldırılmış, dünya ekonomisinin tüm değerleri dolara endekslenmiştir. Altın, gümüş ve diğer madenler dolar üzerinden hesaplanır; ülkelerin millî gelirleri, dış ticaret hacimleri ve borçlanma kapasitesi yine dolar cinsinden tanımlanır. Bu tablo, paranın gerçek gücünü arkasındaki siyasî iradeden aldığını açıkça göstermektedir.
Doların merkezî konumu, küresel güç mücadelesinin de anahtarıdır. ABD’nin uyguladığı stratejilerde çoğu kez askerî operasyonlardan önce devreye giren unsur, para sistemidir. Saddam Hüseyin’in petrolü dolar dışındaki paralarla satma girişimi, Muammer Kaddafi’nin Afrika için altın dinarı planı, kısa sürede bu liderlerin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu örnekler, paranın küresel düzenin temel direği olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır.
Petrol ticaretinin yalnızca dolar üzerinden yapılması, bu hegemonyayı daha da güçlendirmiştir. Enerjiye ihtiyaç duyan her ülke, önce dolar temin etmek mecburiyetindedir. Bu durum, ABD’ye dünya ekonomisi üzerinde görünmez bir vergi koyma imkânı vermektedir. Washington yönetimi, bastığı kâğıt paraların karşılığını bütün dünyadan mal ve hizmet olarak toplamaktadır. Bu mekanizma, tarihte hiçbir imparatorluğun erişemediği ölçüde bir tahakküm vasıtasıdır.
Böyle bir tabloda ülkelerin sadece ekonomik önlemlerle bağımsızlık kazanması mümkün olmaz. Üretim artsa bile dünya piyasaları dolar üzerinden işlediği sürece, kendi başına bir istikrar sağlanamaz. Çözüm, teknik tedbirlerden ziyade siyasî irade ile mümkündür. Yeni bir rezerv para düzeni, ancak güçlü bir siyasî merkez etrafında toplanacak ülkeler tarafından kurulabilir.
Tarih de bu hakikati teyit eder. Roma’nın sikkesi, Osmanlı’nın akçesi, İngiltere’nin sterlini ve ABD’nin doları… Hepsinde belirleyici unsur, arkasındaki siyasî kudret olmuştur. Paranın değerini tayin eden, daima onu basan merkezlerin siyasî hâkimiyetidir.
Kalkınma İçin Alternatif Model
Dünya ekonomisinde farklı toplumların kalkınma tecrübeleri incelendiğinde, bazı örneklerin dikkat çekici bir biçimde öne çıktığı görülür. Özellikle Doğu Asya ülkeleri, kısa sürede gerçekleştirdikleri hızlı kalkınma ile buna örnek teşkil etmektedir. Bu ülkelerin en bilinen modeli, 2. Dünya Savaşı’ndan ağır bir yıkımla çıkan Japonya’dır. Japonya, savaşın ardından sadece sanayisini yeniden inşa etmekle kalmamış, aynı zamanda toplumsal ahlâkını, millî birliğini ve devlet-özel sektör koordinasyonunu iktisadın merkezine yerleştirmiştir. Böylece birkaç on yıl içinde, dünya ekonomisinin önde gelen aktörlerinden biri hâline gelmiştir.
Japonya’da kalkınmanın temelinde, fertlerin bireysel çıkarlarından önce ülkenin ortak menfaatlerini gözetmeleri anlayışı vardır. İşçilerden patronlara kadar herkesin ‘ülkeye hizmet’ şuuruyla hareket etmesi, ekonomiye kolektif bir yön kazandırmıştır. Firmalar arasındaki ilişkiler ise Batı’daki yıkıcı rekabet anlayışından farklı olarak dayanışma esasına dayanmıştır. Büyük şirketler yan sanayilerini koruyup yönlendirerek hem kaliteyi artırmış hem de toplumsal istikrarı güvence altına almıştır. Sermayenin belli ellerde toplanmasına karşı resmî olmayan kurallar geliştirilmiş, kazanç dengeli biçimde tabana yayılmıştır.
Japonya’nın bu tecrübesi, benzer şekilde Güney Kore ve Tayvan’da da etkili olmuştur. Bu ülkelerde devlet, yalnızca düzenleyici bir güç olarak kalmamış, yatırımları yönlendiren ve firmalar arasında dengeyi sağlayan bir aktör hâline gelmiştir. İhalelerin liyakat esasına göre dağıtılması, haksız rant peşinde koşan bir müteahhit sınıfının ortaya çıkmasına engel olmuştur. Yatırımlar, ülke ekonomisini büyütecek sahalara yönlendirilmiş, rantiyecilik ve kısa vadeli kazanç yerine sanayi ve teknoloji yatırımları öncelik kazanmıştır.
Türkiye açısından bu örnekler ibret vericidir. Zira ülkenin son yıllardaki iktisadî yapısı, üretim yerine inşaat ve arsa rantına yaslanmıştır. Körfez’den gelen sıcak paranın sanayiye, tarıma veya teknolojiye yönlendirilmesi gerekirken, çoğunlukla arazi yatırımlarına kaydırılması kalıcı bir fayda sağlamamıştır. Bunun sonucu olarak, geçici bir refah görüntüsü altında toplumun geniş kesimleri borç ve işsizlik baskısı altında kalmış, ülkenin üretim gücü zayıflamıştır.
Asıl sermayeyi oluşturan unsur, yetişmiş insan gücü ve ortak bir mefkûre etrafında kenetlenmiş bir halktır. Doğu Asya’nın kalkınma tecrübesi, bu hakikati göstermektedir: Bir ülke halkı ortak hedefe yöneldiğinde, dış yardımlar ve sermaye girişi tamamlayıcı bir rol oynar; fakat asıl belirleyici olan milletin yekvücut iradesidir. Aksi durumda, dışarıdan gelen kaynaklar yalnızca kısa vadeli kazanç sağlar, kalıcı bir düzen kuramaz.
Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik
İktisad kavramı Türkçeye ancak 20. yüzyılın başında girmiş, öncesinde “ilm-i tedbir” yahut “tedbir ilmi” tabiri kullanılmıştır. “Tedbir” kavramı, hem ferdî hem de toplumsal hayatın düzenlenmesi anlamını içerir. İslâm düşüncesinde “tedbirü’l-menzil” (ev/ailenin idaresi) ve “tedbirü’l-medine” (şehir/devletin idaresi) şeklinde ayrılmış, ahlâk–siyaset–iktisad üçlüsünün birbirinden kopmaz bağını göstermiştir. Böylece ekonomi, maddî hesapların ötesinde ahlâkî ve siyasî prensiplerin tatbik sahası olarak anlaşılmıştır.
İbda anlayışı da iktisadı, ahlâk merkezli bir bakışla ele alır. Temel ilke “sermaye ve mülkiyette tedbircilik”tir. Bu prensip, servetin ve mülkiyetin başıboş bırakılmaması, toplum yararına düzenlenmesi gerektiğini ifade eder. Vakıf müesseselerinin güçlendirilmesi, faiz ve rantiyeciliğin yasaklanması, zekâtın mikro krediye dönüştürülmesi ve devletin piyasaları denetlemesi bu anlayışın somut tezahürleridir. Burada esas, üretim ve tüketim üzerinde sürekli bir düzenleyici iradenin varlığıdır.
İktisadî meselelerin kökünde daima adalet sorusu vardır. “Para nedir?”, “Ücret nasıl belirlenmeli?”, “Sermaye nasıl kullanılmalı?” gibi sorular aslında adaletin içtimaî hayata nasıl yansıyacağı meselesine çıkar. Bu sebeple iktisadî düzen, maddî imkânların paylaşımının ötesinde ahlâkî tercihlerle yoğrulmuş bir siyaset meselesidir. İslâmî bakış, ferdî ve toplumsal ihtiyaçları dengeler; servetin tek elde toplanmasına karşı tedbir mekanizması kurar.
Tedbir mefhumu, sadece ferdî planlamada sınırlı kalmaz, devlet düzeninde de siyaset sanatının omurgasını oluşturur. Siyaset bir hedefe varmak için yöntemler bütünü olarak tanımlanırsa, tedbir onun mahiyetini ifade eder. Bu bakışa göre her iktisadî sistem, toplumun en son ferdine kadar refah ve huzuru temin edecek bir “tedbir paketi” olmak durumundadır. Ancak bu paket, tabiatla ve insan fıtratıyla uyumlu olduğunda işlerlik kazanır.
Batı tecrübeleri, tedbirden kopuk iktisadî düzenlerin yıkıcı sonuçlarını göstermiştir. Mesela İngiltere’de 19. yüzyılda yoksulları koruyan yasaların kaldırılması toplumu yıkılmanın eşiğine sürüklemiş, sonrasında işçi haklarını koruyan düzenlemeler yapılmasa sosyal çöküş kaçınılmaz olmuştu. Bu, liberal kapitalizmin pratiğe taşındığında toplumları yaşatamadığını ortaya koymuştur.
Sermaye ve mülkiyette tedbircilik prensibi, hem kapitalizmin başıboş sermaye birikimini hem de sosyalizmin fert iradesini yok eden anlayışını reddeder. Serveti dengeli biçimde topluma dağıtan, her ferdin emeğini koruyan, taşan sermayeyi cemiyet havuzunda toplayarak devletin denetimine veren bir sistem önerir. Bu sistem, İslâmî adalet anlayışının iktisad sahasına tatbikinden ibarettir ve hakikatte “İslâm’dan başka bir şey değildir.” Burada kastedilen, çalışanın alın teriyle kazandığının elinden alınması değil; toplumsal dengeyi bozacak, tekel mantığıyla büyüyen veya faiz, stokçuluk ve ihtikâr gibi gayrimeşru yollarla biriken servetin cemiyetin faydasına yönlendirilmesidir. Mesela bir Müslüman, emeğiyle milyonlar kazanabilir ve bu onun hakkıdır; kimse emeğini hiçe sayarak malını elinden almaz. Ancak servet, sadece faiz yoluyla katlanıyor, başkalarının emeği sömürülüyor ya da piyasalar tekelleştiriliyorsa, işte o “taşan” sermaye devletin denetimine girer.
İslâm iktisadı, bir yandan zekât ve infak ile zengin ile fakir arasındaki uçurumu kapatır, diğer yandan emeğin karşılığını koruyarak kişinin mülkiyet hakkını muhafaza eder. Böylece ne sosyalizmdeki gibi çalışmayanın yan gelip yatması ödüllendirilir, ne de kapitalizmdeki gibi sınırsız sermaye birikimi birkaç elde toplanarak toplumun ezilmesine yol açar.
Genel Çerçeve
İktisadın hakiki mahiyetini anlamak için onu yalnızca rakamlar, tablolar ve teknik analizlerle sınırlamak yeterli olmaz. İktisadın özü, ahlâk ve siyasetin belirlediği bir zeminde ortaya çıkar. Toplumun hangi değerleri benimsediği, devletin nasıl bir hukuk düzeni kurduğu, fertlerin hangi ölçüler etrafında hayatlarını sürdürdüğü, iktisadî yapının çehresini tayin eder. Bu sebeple bir ülkede ahlâk zayıflamışsa, siyaset toplumun inanç ve ihtiyaçlarını gözetmeyen bir çizgiye kaymışsa, ekonomide görülen krizler sadece teknik yetersizliklerle açıklanamaz.
Bugün yaşanan para krizleri, üretimden kopuş, faiz sarmalı ve dolar bağımlılığı birbirinden ayrı hadiseler gibi görünse de aslında aynı merkezden beslenmektedir. Bu merkez, iktisadın ahlâkî temelden uzaklaşarak rant ve çıkar ilişkilerine hapsedilmesidir. Toplumsal dayanışma yerine bireyselliğin hâkim olduğu, üretim yerine tüketimin teşvik edildiği, adalet yerine çıkar gruplarının menfaatlerinin korunduğu bir düzende ekonomi, halka refah sağlamak yerine baskı aracına dönüşür yahut birkaç zenginin cebini şişirmeye yönelik sürer gider.
Tarih, bu hakikati teyit eden sayısız örnek sunar. Roma’nın servet yoğunlaşmasıyla çöküşe sürüklenmesi, Osmanlı’da vakıf müesseselerinin sosyal dengeyi asırlar boyunca koruması, Batı’da Protestan ahlâkıyla kapitalizmin yükselmesi, Endülüs’te zekât ve vakıf düzeninin medeniyeti ayakta tutması, Abbâsîler devrinde Beytü’l-Mâl’in adaletle işletilerek ilim ve üretimi desteklemesi, Sasani İmparatorluğu’nda servetin birkaç aristokrat ailenin elinde toplanmasının devleti çöküşe götürmesi, Fransız Devrimi’nde servet dengesizliğinin toplumsal patlamaya yol açması, Sovyetler Birliği’nde fert mülkiyetinin yok sayılmasının üretimi öldürerek sistemi yıkıma sürüklemesi ve Japonya’nın Meiji döneminde teknik ilerlemeyi Konfüçyüsçü ahlâkla dengelemesi hep aynı bağı gösterir: İktisadın temelinde ahlâk vardır.
Günümüzde de dolar düzeni, teknik bir finansal sistem olmaktan çok, siyasî ve kültürel bir tahakküm aracı olmuştur. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu meseleler de bu çerçevede anlaşılmalıdır. Liranın değer kaybı, faiz sarmalı ve rant ekonomisi, yalnızca mali göstergelerin bozulmasıyla açıklanamaz. Asıl sorun, toplumun ortak hedef etrafında kenetlenememesi, devletin hukuk düzenini adalet ve üretim temeli üzerinde inşa edememesidir. Zira mevcut hukuk düzeni Batı’dan alınmış seküler bir mantık üzerine kuruludur; dolayısıyla adalet anlayışı da İslâmî ölçülerden uzaktır. İslâm ahlâkının merkeze alınmadığı bir iktisadî sistemde bu problemler köklü biçimde çözülemez. Gerçek çözüm, İslâm’ın adalet ve ahlâk nizamını esas alan bir iktisadî yapının inşasıyla mümkün olacaktır.
Aylık Baran Dergisi 43. Sayı, Eylül 2025