Faiz kıskacındaki bankacılık sistemi ve Türkiye için üretim odaklı model

Türkiye’nin mevcut ekonomik yapısında bankacılık sistemi, ağırlıklı olarak faiz-kredi döngüsü üzerinden kâr üreten bir mekanizma şeklinde işlemektedir. Bu yapı, kısa vadede bankaların bilançosunu güçlendirirken uzun vadede reel sektörün üretim kapasitesini sınırlamakta, borçluluğu artırmakta ve gelir dağılımındaki adaletsizliği derinleştirmektedir.

Abone Ol

Türkiye’de gelir dağılımındaki eşitsizlik, özellikle son yıllarda belirgin bir şekilde derinleşmiştir. Zengin kesimler servetlerini artırırken dar gelirli kitleler giderek daha fazla yoksullaşmaktadır. Bu sürecin en görünür alanlarından biri, bankacılık sektörünün işleyişidir. Bankalar, ekonomik faaliyetin asli unsurları olan üretim ve yatırımı öncelemek yerine, kredi ve faiz üzerinden kâr maksimizasyonunu hedeflemektedir. Sistemin temel mantığı “paradan para kazanmak” olup finansal kârın en önemli kaynağı, reel üretim yerine borçlandırma mekanizmasıdır. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu yüksek faiz ortamı, bu kâr düzenini beslemeye devam etmektedir.

Bankacılık sektörü, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre 2025 yılının yalnızca ilk altı ayında 422,5 milyar TL (yaklaşık 10,4 milyar ABD doları) net kâr açıklamıştır. Bu rakam, 2024’ün aynı dönemine göre kayda değer bir artışa işaret etmektedir. Aynı dönemde mevduatlar, geçen yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 21,2 oranında artarak 22,91 trilyon TL’ye ulaşmıştır. Bu veriler, vatandaşın bankalara yatırdığı paranın hem hacim hem de maliyet açısından yükseldiğini, buna karşılık bu kaynakların büyük ölçüde yüksek faizli kredi mekanizmasına dönüştürüldüğünü ortaya koymaktadır.

Bankalar açısından faiz oranlarının yükselmesi, doğrudan kâr artışı anlamına gelir. Ancak aynı durum; reel sektör, esnaf, çiftçi ve dar gelirli vatandaş için yıkıcı sonuçlar doğurur. Konut kredilerinden ihtiyaç kredilerine, ticari kredilerden tarımsal finansmana kadar her alanda faiz yükü, geri ödemeleri zorlaştırmakta ve yatırım iştahını kırmaktadır. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ’ler), yüksek finansman maliyetleri sebebiyle ya yatırımlarını ertelemekte ya da faaliyetlerini küçültmek zorunda kalmaktadır. Bu durum, istihdam oluşturma kapasitesini azaltarak işsizliği artıran bir kısır döngü meydana getirir. Üretim kapasitesi zayıflayan reel ekonomi, giderek daha fazla finansal sisteme bağımlı hâle gelir. Bu bağımlılık, ekonomideki kaynakların yanlış tahsis edilmesine yol açar. Mesela, üretim ve ihracat yerine kısa vadeli faiz getirisi hedeflenir. Uzun vadede ise bu yapı, ekonomik büyümeyi sınırlarken gelir adaletsizliğini genişletir.

Mevduat garantisi sistemi, görünürde vatandaşların bankalardaki birikimlerini korumak amacıyla tasarlanmış olsa da fiiliyatta bankaların çıkarlarını güvence altına alan bir mekanizma olarak işlemektedir. Bir bankanın iflas etmesi veya ödeme güçlüğüne düşmesi hâlinde devreye kamu kaynakları girmektedir. Devlet, topladığı vergiler aracılığıyla bankalardaki mevduatları fonlamaktadır. Bu durum, klasik finans kapitalizmi anlayışında sıkça görülen “kâr özel, zarar kamunun” ilkesinin doğrudan yansımasıdır. Özellikle 2021 yılı sonunda yürürlüğe giren ve 2025 yılı sonuna kadar kademeli olarak sona erdirilmesi planlanan dövize endeksli mevduat (Kur Korumalı Mevduat – KKM) uygulaması, bu yapının güncel ve çarpıcı bir örneğini teşkil etmektedir. Resmî veriler ve tahminlere göre, söz konusu uygulama kamuya yaklaşık 60 milyar ABD doları tutarında ek maliyet yüklemiş; bu yük, doğrudan bütçeden karşılanarak vergi mükelleflerinin omuzlarına bindirilmiştir.

Bankaların vatandaşa ve devlete olan diğer zararları da azımsanmayacak boyuttadır. Yüksek faiz ve komisyon politikaları, kişilerin borçlanma maliyetini artırırken tasarruf sahiplerinin reel getirisini çoğu zaman enflasyonun altında bırakmaktadır. Kredi kartı faizleri ile gecikme cezaları, hane halkı bütçeleri üzerinde ciddi bir baskı unsuru hâline gelmektedir. Reel sektör açısından bakıldığında, kredi kanallarının dönemsel olarak daraltılması, işletmelerin nakit akışını bozmakta ve yatırım planlarını sekteye uğratmaktadır. Bankaların yüksek kâr marjları ise yalnızca faiz gelirleriyle sınırlı kalmayıp dosya masrafları, işlem ücretleri ve benzeri kalemlerden oluşan faiz dışı gelirlerin agresif şekilde artırılmasıyla desteklenmektedir. Devlet cephesinde ise yüksek faiz politikası, kamu borçlanma maliyetini yükseltmekte; bütçeden faiz ödemelerine ayrılan pay, eğitim, sağlık ve altyapı gibi temel kamu hizmetlerine aktarılabilecek kaynakları daraltmaktadır. Nitekim, 2025 yılı bütçesinde faiz ödemelerine ayrılan tutar toplam bütçenin yaklaşık yüzde 15’ine ulaşmış, bu durum kamusal hizmetlerde kısıntıya gidilmesine ve sosyal refah seviyesinin gerilemesine yol açmıştır.

Araştırmalarımıza göre, 2025 yılı içinde finans sektöründe ortaya çıkan diğer göstergeler de tabloyu destekler niteliktedir. Fitch’in raporuna göre, takipteki krediler oranı (NPL) yıllık bazda yüzde 1,3’ten yüzde 2,1’e yükselmiş, bu artış kredi geri dönüşlerinde zayıflamaya işaret etmiştir. Sermaye yeterliliği oranı (Tier 1) ise yüzde 14,6’dan yüzde 12,9’a gerilemiştir. Bu düşüşler, bankaların kârlılığını korumak için daha yüksek faiz politikalarına yönelme eğilimini güçlendirmektedir. Aynı dönemde siyasi belirsizlikler ve kur dalgalanmaları da sektöre ek riskler meydana getirmiştir. Örneğin, Mart 2025’te yaşanan siyasi kriz sonrası Türk lirasında sert değer kayıpları görülmüş, Merkez Bankası rezervlerinden 25 milyar USD’nin üzerinde satış yapılmıştır. Bu müdahaleler, döviz piyasasını geçici olarak dengelese de kamu maliyesi üzerinde ek bir yük oluşturmuştur.

Bu tabloya bakıldığında Türkiye’de bankacılık sistemi, yapısal olarak zenginlerin daha zenginleştiği, fakirlerin ise daha fakirleştiği bir düzenin finansal ayağını temsil etmektedir. Yüksek faizli kredi politikaları, mevduat garantileri ve kamu kaynaklarıyla oluşturulan destek mekanizmaları, bankaların kârını güvence altına alırken üretici, dar gelirli ve borçlu kesimleri giderek daha fazla sıkıştırmaktadır. Bu düzenin sürdürülebilir olmaktan uzak olduğu açıktır. Çözüm, yalnızca faiz oranlarını düşürmekle değil, kaynakların üretime yönlendirilmesi, bankacılık sisteminin toplumsal faydayı önceleyecek şekilde yeniden yapılandırılması, vergi adaletinin sağlanması ve kamu kaynaklarının öncelikli olarak halkın refahına tahsis edilmesiyle mümkün olacaktır. Aksi hâlde, finans kapitalizmine dayalı bu çark, toplumsal eşitsizlikleri büyütmeye ve ekonomik kırılganlıkları derinleştirmeye devam edecektir.

Türkiye için faiz bağımlılığını azaltacak bankacılık modeli

Türkiye’nin mevcut ekonomik yapısında bankacılık sistemi, ağırlıklı olarak faiz-kredi döngüsü üzerinden kâr üreten bir mekanizma şeklinde işlemektedir. Bu yapı, kısa vadede bankaların bilançosunu güçlendirirken uzun vadede reel sektörün üretim kapasitesini sınırlamakta, borçluluğu artırmakta ve gelir dağılımındaki adaletsizliği derinleştirmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma hedefleri doğrultusunda, faiz bağımlılığını azaltacak, üretimi ve toplumsal refahı önceleyecek alternatif bir bankacılık modeline ihtiyaç vardır. Bu model, hem teknik verimlilik hem de içe ve dışa yönelim açısından millî ekonominin güçlenmesini hedeflemelidir.

Yeni modelin temelinde, faiz gelirine bağımlı olmayan, reel üretim ve katma değer oluşturan finansman anlayışı yer almalıdır. Bankalar, kârlarını kısa vadeli tüketici kredilerinden ziyade üretim, ihracat ve teknolojik yatırımlardan sağlamalıdır. Bunun için öncelikle hedefli kredi politikası uygulanmalı, kredi kaynaklarının belirli bir oranı zorunlu olarak stratejik sektörlere (tarım, sanayi, enerji, savunma, teknoloji) tahsis edilmelidir. Böylece bankaların ana gelir kalemi, üretimden doğrudan pay alan uzun vadeli krediler olur. Bu kredilerde kâr-zarar ortaklığı esasına dayanan katılım bankacılığı yöntemleri (mudaraba, murabaha, müşareke) yaygınlaştırılarak hem banka hem de üretici tarafı risk ve kazancı paylaşır. Bu, faiz mantığının yerine doğrudan üretimden gelir elde etmeyi koyar.

Modelin ikinci ayağı, devlet-banka-reel sektör entegrasyonudur. Bankalar, devletin altyapı, enerji, lojistik ve yüksek teknoloji projelerine ortak finansör olarak katılmalı, bu projelerden elde edilecek uzun vadeli gelirler banka bilançolarına yansıtılmalıdır. Böylece kamu, borçlanma maliyetini düşürürken bankalar da faiz dışı kalemlerden güçlü gelir elde eder. Bu iş birliği, aynı zamanda ulusal sermayenin içeride tutulmasına ve döviz ihtiyacının azalmasına katkı sağlar.

Üçüncü unsur, gelir çeşitlendirmesi ve faiz dışı gelir kaynaklarıdır. Bankalar; yatırım danışmanlığı, varlık yönetimi, sigorta, ödeme sistemleri, dijital bankacılık altyapısı ve uluslararası ticaret finansmanı gibi alanlardan yüksek verimlilik sağlayabilir. Bu alanlarda sağlanacak gelir, bankaların faiz bağımlılığını azaltırken müşterilere de daha geniş bir hizmet yelpazesi sunar. Özellikle dijital bankacılık, operasyon maliyetlerini düşürerek kâr marjını artırır; böylece faiz oranlarını düşürmeye imkân tanır.

Dördüncü unsur, kriz dönemlerinde toplumsal destek mekanizmasıdır. Ekonomik daralma veya afet dönemlerinde bankalar; borç erteleme, faizsiz kredi, yeniden yapılandırma ve düşük maliyetli finansman paketleriyle devreye girmelidir. Bu durum, hem halkın bankaya olan güvenini artırır hem de uzun vadede müşteri sadakatini pekiştirir. Bu uygulamalar, kısa vadede kârdan fedakârlık gibi görünse de uzun vadede sürdürülebilir gelir sağlar.

Beşinci ve en kritik unsur, finansal okuryazarlık ve yerli sermaye şuurunun güçlendirilmesidir. Bankalar, halkı borç yönetimi, tasarruf ve yatırım konularında bilinçlendirmeli, finansal araçları üretim ve istihdama yönlendirecek şekilde tasarlamalıdır. Bu noktada vergi politikalarıyla destek sağlanmalı, faiz dışı gelirlerden elde edilen kazançlara teşvikler getirilmeli, spekülatif sermaye hareketleri ise vergisel düzenlemelerle caydırılmalıdır.

Bu modelin hayata geçmesi, yalnızca teknik düzenlemelerle değil, siyasi irade ile mümkündür. Millî ekonomi anlayışını merkeze alan, finansı üretime tabi kılan, kârı toplumsal fayda ile birlikte düşünen bir bankacılık sistemi, Türkiye’yi hem küresel finansal dalgalanmalara karşı daha dirençli kılar hem de içeride sosyal adaleti güçlendirir. Faiz bağımlılığını azaltan, üretimden beslenen, devleti ve halkı aynı hedefte buluşturan bu model, sadece bir finansal reform değil, aynı zamanda ekonomik bağımsızlığın da teminatı olacaktır.

Aylık Baran Dergisi 43. Sayı, Eylül 2025

{ "vars": { "account": "UA-216063560-1" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }