Kürt meselesi, peki ya devletin meselesi?

Bizzat kurduğu paradigmayla Kemalist rejimin kendisi, Türklerle Kürtlerin, ve dahi Arapların kaynaşmasına engeldir. Sadece emperyalist Batı’ya kuyruğundan tutunmayı sağlayabilecek bu mentalite değişmedikçe veya değiştirilmesine niyet edilmedikçe hiçbir barış çabası ve hiçbir kardeşlik projesi işe yaramaz.

Abone Ol

İbda’ya muhatap olma keyfiyetinden mahrum olan bizlerin yıllardır sürekli tekrarladığı vahim hata; ne zaman ciddi bir mesele hakkında sual edilse kıvrak şekilde “Üstad şöyle dedi, Kumandan böyle dedi” şeklinde birkaç cümle sıralayarak konuyu kapatma ucuzculuğu, mevzu hakkında her şeyi söylemiş edasıyla hiçbir şey söyleyememe dehası. Tersinden muazzam sanatkârlık sayılmayı hak eden bu hastalık, devletin PKK lideri Öcalan’la başlattığı yeni süreç hakkında bize gelen sorulara verdiğimiz, daha doğrusu veremediğimiz cevaplarla tekrar kendini gösterdi.

Şöyle ki; “sizin bu hususta değerlendirmeniz nedir” denildiğinde “Kürt meselesi değil Kürdün meselesi nedir?” cevabıyla düğümleniyoruz. Daha doğrusu somut bir cevap veremeden, hele ki açık seçik bir teklif ve proje sunmadan meseleden uzaklaşıyoruz. En fazla, bu yapılanların faydalı ve umut verici olduğunu söylemekten ibaret kalıyoruz. Muhataplarımız da eli boş olarak dönüp gidiyor.

Evet, İbda Mimarı bundan 33 yıl önce kendisine bu mesele etrafında röportaja gelen Kürtçülere bu cevabı vermiş ve devamını da tafsil ederek meseleyi hakikî mesnedi ve varması gereken neticesiyle izah etmiştir. Ama o röportajda muhatap olanlar, 20. asrın hastalıklı laik ulus devlet hayali peşinde koşan Kürtçülerdi. İbda Mimarı onlara meseleniz nedir diye sorup meselelerinin ne olması gerektiğini beyan etmişti. Tabi ki bu mesele fertler ve milletler olarak bütün Müslümanların İslam davasını kendine mesele edinmesi gerekliliğini ihtardır.

Peki, bugün devletin attığı bu ciddi adımda muhatap sadece Kürtler midir? Bizzat devletin kendisi İbda Mimarı’nın “senin meselen ne” sualine muhatap değil midir? Yani devletin meselesi İslam da biz mi bundan haberdar değiliz ve iki taraflı meselede sadece “Kürdün meselesi nedir” diye soruyoruz. Evet, şu an bu mevzuda esas ve en büyük muhatap bizzat devletin kendisidir.

Geriye doğru gidersek Türkiye’de “Kürt meselesi” diye bir realite Şeyh Said isyanıyla ortaya çıkmıştır ve bu isyanın sebebi de bizzat cumhuriyet rejiminin hilafeti ortadan kaldırmasına dayanır. Sonrasında yaşanan muazzam katliamlar ve zulümler zincirleme halde buna bağlıdır. Nihayet PKK ve onun siyasi yapıları vasıtasıyla Kürtler, hilafet için kanı dökülen millet olmaktan çıkıp laik bir ulus devlet emeli güden ve git gide kendi ecdadının düşmanı Batıcı sahte Türklere benzeyen bir hüviyet kazanmaya başlamıştır.

Bugün ise silah bırakma hadisesiyle silahlı çatışmanın sona erme noktasına geldiğini gördük. Şimdi yukarıda İbda Mimarı’nın “senin meselen ne?” sorusunu asıl muhatap olan devlete tevcih ettiğimiz gibi yine İbda Mimarı’nın “silahlar susunca ne yapacaksın?” sorusunu ileri sürmek gerekiyor. Bu da önceki soruya kendini bağlıyor; devletin meselesi ne?

İnsan ve toplum meselelerini İslam adına çözmeye talip olmuş, bunun diyalektiğini ve sistemini inşa etmiş, kurucularının aksiyonlarıyla da kendini ispat etmiş olan Büyük Doğu-İbda ideolojisinin muhataplarının bu meselede belki en çok üzerinde durmaları gereken nokta işte bu soru olmalıdır. Herkes genel af mı çıkacak, Öcalan tahliye olup meclise mi gelecek, anayasada şu mu olacak, Suriye’deki Kürtler ve YPG ne olacak, vs. diye konuşup dururken devletin bunları da içine alacak şekilde ve bunların çok üstünde ve ötesinde yapması gereken şeyler olduğu meydanda. Bu hadiseye karşı çıkanların ve sabote etmeye çalışanların bilerek veya bilmeyerek korktuğu şey de, devletin bu çok üstte ve ötede dediğim şeyler içinde en olması gerekene yani bir İslam imparatorluğuna geçiş zaruretidir.

Bu sözlerle beraber devletin meselesi nedir veya ne olmalıdır diye daha somut şekilde devam edebiliriz.

Bir kere imparatorluk nedir kısaca açıklayayım. Birbirinden farklı dil, din ve kültürlere sahip millet ve toplulukların aynı çatı altında idare edildiği düzendir imparatorluk. Raşid Halifelerden tutun, Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ve Osmanlılar birer imparatorluktu. Roma ve İngiltere de imparatorluktu ve İngiltere halen imparatorluktur. ABD ve SSCB de birer imparatorluk olmakla beraber, klasik örneklerdeki ruh ve baştan mahrum olduğu için illetli ve yarım imparatorluk sayılmalıdır.

İslam cihanşümuldür. Müslümanlar tek bir baş tarafından yönetilir. Her bir Müslüman millet ve topluluk, hem kavim olarak, hem de meşrep olarak kendi hüviyetiyle birbirine kardeştir. Gayri müslimler için de belli bir hukuk çerçevesinde hayat hakkı tanınmıştır. İşte bu tabiî olarak imparatorluktur. Sonuçta burada da bir İslam imparatorluğunun kurulması, zarurî ve tabiî olarak ulaşılması gereken hedeftir. Dolayısıyla devletin meselesi de bir İslam imparatorluğu projesinin temelini atmak ve onun tahakkuku için siyaset izlemektir. Başkan Erdoğan’ın “Türk Kürt Arap” kardeşliği diye ifade ettiği dava da sosyal ve siyasî olarak ancak İslam imparatorluğu olarak tecelli edebilir.

Öte yandan sürekli “terörsüz Türkiye” sloganı altında gayet muğlak bir çerçevede devam etmekte olan sürecin böyle bir vizyon taşıyıp taşımadığını bilmediğimiz gibi, nasıl bir vizyon peşinde olunduğunu da bilmiyoruz. Tek duyduğumuz, “örgütün silah bırakması ve terörün sona ermesi” sözlerinden ibaret. Halbuki Türkleri ve Türkiye sınırları içindeki Kürtlerle beraber komşu ülkelerde yaşayan Kürtleri ve yine komşumuz olan Arapları da doğal olarak ilgilendiren bu hadise, esas olarak Türk, Kürt, Arap cümle Osmanlı yetimlerini tek çatı altında toplayıp ayağa kaldıracak bir hedefin başlangıcı olmayacaksa sadece geçici kazançlar getirir ve eski yanlışların kendini tekrarına sebep olmaktan öteye gitmez, gidemez.

Devletin pat diye “meselemiz bu, hedefimiz şu” demesini beklemiyoruz. Demokrasi denen hastalıklı düzenin gerektirdiği popülizm engeli ve dış dengelerin gözetilmesi ihtiyacından dolayı devlet her şeyi açıkça konuşamaz. O halde biz sormuş olduğumuz soru üzerinden cevap vermeye çalışalım. Devletin bu saatten sonra bu kadar politize olmuş Kürtleri (Suriye’deki Kürtler de buna dâhil) anayasal bir çerçevede kucaklamayan hiçbir yolla yanında tutması mümkün değildir. Kardeşlik teranesi okuyup aynı tas aynı hamam devam etmeye kalkılırsa İsrail gibilerinin her türlü istismarına da fırsat verecek bu yanlışın göreceği reaksiyon yıkıcı olur. O halde doğal olarak ulus devlet mefhumun tartışılması ve imparatorluk ufkunun konuşulması zaruret olarak ortaya çıkar. Cumhuriyet kurulduğundan beri kendini kendi sınırları içinde hapsederek yaşamaya alışmış zihinlerle bu zor.

Bu zorluğun bir sebebi de laiklikte ısrardır. Türkleri Orta Asya’dan bu coğrafyaya getiren nosyon “Allah yolunda cihad ve gazâ”dır. Kürtleri Türklerle kaynaştırıp kardeş yapan da İslam’dır. Buna Arapları da dâhil ettiğimizde devletin laik ve ulus devlet kimliğinin bizzat her türlü çözüm teşebbüsünde engel olarak ortada durduğu görülür. Zaten bu ucubenin inşasıyla beraber Anadolu’nun Türkü de Kürdü de, yabancılaşmış rejim elinde esaret hayatı yaşamış, Araplar da düşmanmış gibi reddedilip din ve vatan düşmanı Batılılar dost kabul edilmiştir. Bizzat kurduğu paradigmayla Kemalist rejimin kendisi, Türklerle Kürtlerin, ve dahi Arapların kaynaşmasına engeldir. Sadece emperyalist Batı’ya kuyruğundan tutunmayı sağlayabilecek bu mentalite değişmedikçe veya değiştirilmesine niyet edilmedikçe hiçbir barış çabası ve hiçbir kardeşlik projesi işe yaramaz. Hatta Türkiye bu kafayla bütün komşularına savaş açıp ülkelerini istila etse oraları yönetemez. Çünkü zorla alınan bir ülkenin insanı galip tarafın halkından farklıysa yepyeni bir hukukî ve siyasî paradigmanın inşa edilmesi şart olur. Hatta onlar gelip tabi olmak isteseler yine mevcut paradigmayla Türkiye çuvallar. Geçmişte Libya ve Irak’ın Türkiye’ye bağlanmak istemesi karşısında Türkiye’nin bunu kabul etmemesi, sadece zayıflık, güçsüzlük, ihanet gibi sebeplerden öte, İslam imparatorluğu misyonunu terk edip laik ulus devlet garabetine düşmüş olunmasındandır. Bugün mevcut süreç sayesinde devletin içinde olduğu garabet daha berrak görülebiliyor. Bununla beraber, asırlardır aynı çatı altında yaşamış Türkle Kürdün eskisi gibi ittihad etmesi gerekiyor; devlet de bunu tesis etmek istiyor. O halde buna set çeken engelin ortadan kaldırılması ve bunu sağlayan temel faktörün geri getirilmesi, en azından pragmatik olarak şarttır, aksi düşünülemez.

Bu meyanda İbda Mimarı’nın İslam çatısı altında federasyon teklifini biliyoruz. Bugünkü şartlarda federasyon olur mu, olmaz mı? Olursa nasıl olur, olmazsa niçin olmaz? Bunlar konuşulup tartışılmalıdır. Türkiye sınırları dışındaki Kürtleri ve Arapları da hesaba kattığımızda belki federasyonlar silsilesi de konuşulabilir. Yahut farklı devletlerin belli bir ittifak halinde bir arada olması konuşulabilir. Amerika’daki 51 devletin birleşik olmasından tutun da SSCB önderliğindeki Varşova Paktı’na veya NATO’ya benzer örnekler de düşünülebilir. Esaslar bellidir; İslam adına hepsinin önderliğini yapacak liderlik ve onun etrafında kendi isim, kavim, kültür ve meşrebiyle herkes… Buna gayri müslimler de dâhil.

Son olarak, “bütün bir cumhuriyet yüzyılının muhasebesinin gerekliliği ne olacak” sorusuna girmeden, “başta sorduğumuz devletin meselesi ne” sorusunun paralelinde olan bu soruyu da cevaplayalım.

İbda Mimarı’nın “sırasında af, bizzat affedenlerin affını getiren bir hadisedir” sözü çerçevesinde belki yepyeni bir anayasanın esasları içinde var olacak bir unutma anlaşmasıyla devlet, hakikî hürriyetini iade etmeye mecbur olduğu Müslüman Anadolu milletine kendini affettirir ve devlet millet el ele kurtulur.

{ "vars": { "account": "UA-216063560-1" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }