Son yüzyılın belki de en büyük kırılma anlarından birine doğru tam yol ilerliyoruz. Dünya sisteminin çözülmeye yüz tuttuğu, sınırların yeniden çizilmek istendiği ve eski haritaların artık mevcut gerçekliği yansıtmadığı, Üçüncü Dünya Savaşı’nın fiilen vukuu bulması için masanın üzerindeki bardağın yere düşüp kırılmasından çıkan sesin bile yeter sebep olabileceği bu çağda, Türkiye için istikamet sorusu hayal veya tartışma konusu olmaktan çıkarak bir beka meselesi hâline gelmiştir. Yüzyıl önce cebren çizilmiş sınırların yeniden sorgulandığı ve milletlerin yeni arayışlarla kendi tarihî coğrafyalarına yöneldiği bu dönemde, Türkiye’ye kendi aslına rücu etmek ile tarihten silinmek arasında bir tercih sunulmaktadır. Bu dönemeç, yalnızca bir strateji tercihi olmaktan öte, bir kader beyanıdır. Bu kaderin adı: Anadolu merkezli Ortadoğu siyasî birliği, bir İslâm milleti mücadelesi ve bir insanlık davasıdır.
Türkiye’nin omuzlarında taşıdığı tarihî miras ve coğrafî konum, yalnızca sınır düzenlemeleriyle ya da askerî hamlelerle anlamlandırılamaz. Bu sorumluluk, aynı zamanda Ortadoğu milletlerinin adalet arayışına cevap verecek, hukuk ve iktisat başta olmak üzere tüm temel yapıları kendi ruh kökünden beslenen bir medeniyet fikriyle yeniden şekillendirmeyi gerektiriyor. Bugün karşı karşıya kaldığımız tercih, yalnız stratejik bir istikamet tayininden ibaret olmayıp, siyaset ve sosyal düzenin hangi değerler üzerinde yükseleceğine dair esaslı bir karar noktasına işaret etmektedir.
Batıcı değil Millî ve Orjinal
Türkiye, Ortadoğu coğrafyasını ayağa kaldıracak bir siyasî birlik mimarisinin öncüsü olmak istiyorsa, bu misyonu Batı’dan ithal edilen yapılar yerine kendi tarihî ve medenî birikimiyle inşa etmek zorundadır. Son iki asırdır Batı kaynaklı hukuk sistemleriyle adalet sağlanamamış, faiz ve sömürüye dayanan ekonomiyle üretim teşvik edilmeyip sadece tüketim öne çıkarılmış, siyasî sistem ise halkı merkeze almak yerine bürokratik oligarşileri güçlendirmiştir. Oysa Türkiye, geçmişte İslâm medeniyetinin kalbinde yer aldığı dönemlerde hem kendi milletine hem de çevresindeki coğrafyalara adalet, refah ve güvenlik sunabilmiştir.
Bugün 15. İslâm asrını idrak ediyoruz. Bu dönem, İslâm dünyası için sadece bir zaman aralığı olmamakla birlikte, yeni bir hukuk, siyaset ve iktisat anlayışının inşa edilmesi gereken bir dönemdir. Türkiye’nin önünde asıl sınav şudur: Yüzyılın başında olduğu gibi Batı’nın kurallarına uyum sağlayarak bir “vesayet altında gelişmişlik” modeli sürdürmek mi, yoksa İslâmî esaslar etrafında bağımsız ve sahih bir medenî sistemi ihya etmek mi?
Bu sorunun cevabı, Türkiye'nin bölge üzerindeki gerçek etkinliğini belirleyecektir. Çünkü Anadolu başta olmak üzere Ortadoğu milletleri, Batı'nın dayattığı seküler sistemlere, IMF ve Dünya Bankası denetimindeki ekonomilere, ithal demokrasi modellerine artık sıklıkla tepki göstermektedir. Hatta buna kimi Batılı milletleri eklemek dahi mümkün. Suriye’nin yıkımı, Irak’ın parçalanması, Lübnan’daki çöküş ve Mısır’daki siyasî krizler; hepsi Batı kaynaklı modellerin yerel dinamikleri göz ardı ettiğinde nasıl başarısızlığa dönüştüğünün canlı kanıtlarıdır. Bu halklar, adaletin, hakkaniyetin ve inancın birleştirici güç olarak temsil edildiği yeni bir düzen talep etmektedir.
Türkiye, bu noktada İslâm dünyasının hem manevî hem siyasî liderliği için adaydır. Ancak bu liderlik, Batı’dan ödünç alınmış kavramlar yerine kendi aslî kaynaklarına dönüşle gerçekleşebilir. Medreseyle üniversiteyi, fıkıhla anayasayı, zekâtla vergiyi, vakıfla sosyal devleti buluşturacak yeni bir model inşa etmek şarttır. Bu model yalnızca Türkiye için değil, tüm Ortadoğu için bir kurtuluş reçetesidir.
Unutulmamalıdır ki siyasî birlik hayali, sınırları birleştirmekten öte, müşterek değerleri birleştirmekle gerçekleşir. Bu değerler ise ancak İslâmî adalet ve yönetim anlayışıyla yeniden canlandırılabilir. Türkiye’nin bu çağrıyı kendi halkıyla birlikte samimiyetle karşılaması, onu yalnızca bölgesel değil, global bir merkez haline getirecek; ümmetin kalbi Anadolu’da yeniden atmaya başlayacaktır.
Sınır Çizgileri
Bugünkü sınırlar, her ne kadar Lozan anlaşmasıyla bir zafermiş gibi anlatılsa da, aslında Birinci Dünya Savaşı sonrası, 1916’da İngiltere ve Fransa tarafından masa başında çizilen Sykes–Picot Anlaşması’nın bir sonucudur. Harita üzerinde cetvelle çizilen bu sınırlar, tarihî gerçekliklere, sosyolojik dokulara ve milletlerin tabiî coğrafyalarına tamamen kayıtsız kalarak dayatılmıştır. Bu sınırlar, milletleri bölmek, şehirleri birbirinden koparmak ve ümmetin siyasî birliğini sonsuza dek engellemek amacıyla inşa edilmiştir. Sınırların “dokunulmaz kutsallar” olarak savunulması ise Sykes–Picot’un siyaset ve zihniyet olarak hâlen yaşadığını ve modern görünümlü birçok yapının bu düzeni benimsediğini göstermektedir. Bir millete yapılan en büyük kötülüklerden biri, düşmanın kurduğu düzeni “mevcut düzen” olarak kabullenmektir.
Bu yüzden Türkiye’nin mevcut sınırları dokunulmaz olmaktan uzaktır; her fırsatta, her saldırıda delinmiş, çiğnenmiş ve tehdit altındadır. Suriye sınırı uzun yıllar PKK/YPG unsurlarının geçiş koridoru olarak kullanıldı. Irak sınırı Peşmerge ve PKK arasında bir siyaset alanına dönüştü. İran sınırı kaçakçılık, nüfuz mücadelesi ve istihbarat savaşlarının başlıca sahasıdır. Ege sınırı ise Yunanistan ve ABD’nin Türkiye’yi Anadolu’ya sıkıştırma çabalarının ön cephesidir. Türkiye, fiilen sınır tanımayan bir savaşın içinde yer almakta; bu yüzden harita fetişizmini bırakıp gerçek coğrafyanın hakikatiyle yüzleşmek zorundadır.
Yüzyıl önce cetvelle çizilen sınırlar nasıl masa başında kurulduysa, bugün de sahadaki fiilî durumlara göre yine masa başında güncellenmek istenmektedir. ABD öncülüğündeki “İkinci Sykes–Picot” planı, Irak ve Suriye’de etnik temelli küçük devletçikler oluşturmayı, Türkiye’yi kendi içine kapatmayı, İslâm âlemiyle fizikî irtibatını koparmayı ve İsrail’in güvenliğini bölgesel parçalanmayla sağlamayı hedeflemektedir. Bu projede YPG devleti, Sünni Arap devleti, Şii bölgeler, Dürzi kantonları gibi yapılar planlanmaktadır. Oysa bu coğrafya, Batı’nın laboratuvarı olmaktan çıkarak İslâm’ın yurdu olarak kalmalı; mikro kimliklere göre bölünmek yerine adalet ve birlik için bütünleşmelidir.
Sunî Varlıklar
Tam bu noktada Türkiye, tarihî sorumluluğunu yerine getirmek zorundadır. Bugün Tel Rıfat’tan Kamışlı’ya uzanan YPG koridoru, sadece bir terör hattı olmayıp Batı’nın bölgeye çizdiği yeni haritanın kalem izidir. Bu iz temizlenmediği sürece Türkiye’nin istikbali karanlıkta kalacaktır. Bu nedenle YPG ya Türkiye’nin önerdiği yeni düzenle gönüllü entegrasyon sürecine girerek silah bırakmalı, olmuyorsa çevresindeki Arap aşiretleri başta olmak üzere bölge boşaltılarak adım adım tasfiye edilmelidir. Son dönemde Kandil ile bazı PKK fraksiyonları arasındaki fikir ayrılıkları, bu kopuşun öncüsü sayılabilir. İsrail’in taşeronu konumundan uzaklaşmak isteyen bazı PKK unsurları artık Türkiye ile doğrudan müzakere arzusunu açıkça dile getirmektedir. Bu, sadece taktiksel bir geri çekiliş olmayıp, coğrafyanın gerçeklerine teslim olma ifadesidir.
YPG, İsrail’in Ortadoğu’daki vekil yapılanması haline geldikçe meşruiyetini yitirmiştir. ABD ve İsrail’in desteğiyle büyüyen bu yapı, kendi halkına tahakküm uygulamakla kalmamış, Abdullah Öcalan’ın silah bırakma kararı sonrasında Türkiye karşısında birçok cephede çözülmeye başlamıştır. Artık birçok Kürt unsuru kendisini Tel Aviv’den ziyade Ankara’ya daha yakın hissetmektedir. Bu tercih sadece siyasî bir tutum değil, aynı zamanda varoluşsal bir reflekstir. Türkiye, bölge halklarına medeniyetin ve adaletin hatırlatıcısı olarak geri dönmektedir. Bir zamanlar Halep ile Konya, Musul ile Erzurum, Kudüs ile Bursa arasında kurulan gönül ve kader birliği yeniden şekillenmeye başlamıştır.
Bölgede İsrail ve ABD gibi aktörlerin varlığı yapay olup uzun vadede sürdürülebilir görünmemektedir. İsrail, Gazze’deki katliamlarıyla sadece Filistin halkının değil, tüm dünya milletlerinin tepkisini çekmiştir. ABD askerî üsleri ancak koruma altındayken ayakta kalabilmekte ve her geçen gün daha fazla saldırıya hedef olmaktadır. Tüm bunlar, bölgenin gerçek sahiplerinin bu toprakların çocukları olduğunu, dışarıdan gelenlerin kalıcı olamayacağını bir kez daha ortaya koymaktadır.
Türkiye Kimsenin Taşeronu Yahut Lejyoneri Olamaz
Bugün Türkiye’nin önü zaman zaman Batılı güçlerce açılıyorsa, bu aslında onların bir hesap hatasının sonucudur. Türkiye’yi yalnızca İran’a karşı denge unsuru veya Rusya’ya karşı müttefik olarak görenler, er yahut geç bu milletin sadece araç değil, asıl amaç sahibi olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Türkiye, kimsenin taşeronu yahut lejyoneri olmaktan ziyade, tarihin omzuna yüklediği misyonun yürütücüsü olmak durumundadır. Bu misyon, Anadolu merkezli siyasî, askerî ve medenî bir birlik inşasıdır. Batılıların kendisinden beklediği ve buna karşılık verdiği destekler, Türkiye için istikametini şaşırmanın vesilesi değil, o menzile vardıracak yakıt kabilinden ele alınmalı ve azamî derecede verimlendirilmelidir.
Bugün Türkiye’nin yolu açıktır: Önce Anadolu’yu sağlamlaştırmak, ardından Ortadoğu’yu bir fikir merkezinde buluşturmak ve nihayet siyasî birliğe yönelmek. Bu yönelim, kısa vadeli çıkarlar veya diplomatik manevralar uğruna feda edilemeyecek kadar tarihî bir öneme sahiptir. Yolculuk sırasında geçici ittifaklar kurulabilir, zorlu yollar aşılabilir ve dost kılığındaki düşmanların tuzaklarıyla karşılaşılabilir. Ancak bunlar milletlerin tarihindeki kaçınılmaz dönemeçlerdir. Esas hedef ittihattır; bugünün birlik ittifaklarıyla karıştırılmamalıdır.
Anadolu’dan başlayan bu yürüyüş artık Irak ve Suriye sınırlarını aşmış; Filistin, Lübnan, Ürdün, Hicaz ve Kuzey Afrika’ya yayılan bir şuur uyanışına dönüşmüştür. Bu uyanış, toprak iştahından kaynaklanmamakta, adalet arayışından beslenmektedir. Gerçek sınırlar haritalar üzerindeki sömürgeci çizgilerle değil, milletlerin kaderiyle belirlenir. Kalbi bir atanlar, aynı milletin evlatlarıdır. Kalbi Kudüs’te atan bir Diyarbakırlı ile kalbi Şam’da yanan bir Ankaralı, aynı siyasî kaderin paydaşlarıdır.
Bu kadere sırt dönenler günü kurtarabilir; fakat yarını kaybeder. Bizim tercihlerimiz arasında günü feda ederek yarını inşa etmek vardır. Çünkü biliyoruz ki, Anadolu sağlamlaştırılmadan Ortadoğu’ya uzanmak temelsiz bir kule inşa etmek gibidir. Anadolu merkezli bir birlik kurulduğunda, Ortadoğu, İslâm âlemi ve hatta dünya yeni bir nizamın kapılarını aralayacaktır.
Aylık Baran Dergisi, 42. sayı, Temmuz 2025