Sâdî’nin iki incisi Bostan ve Gülistan üzerine...

Bostan ile Gülistan, tarihî bir kıssa koleksiyonu olmaktan öte, asırlardır iç sıkıntısına sürülen “gül yağı” hükmünde, irade ve vicdan-ruh terbiyesi için hazırlanmış bir el kitabı olma hüviyetindedir. Kanaat, gönlü hırsın tutsaklığından; rızâ, aklı sürekli şikâyetin gürültüsünden; merhamet ise toplumu kalpsiz bir menfaat pazarına dönüşmekten korur.

Abone Ol

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, Harzemşah-Atabek çekişmeleriyle Moğol istilâsının kavurduğu XIII. yüzyıl İran’ında otuz-kırk yıl süren seyahatlerinin ardından, Atabek Ebubekir bin Saʿd’ın hükmünde huzura kavuşmuş Şiraz’a döner dönmez dünya edebiyatının eşsiz ikizlerini vücuda getirir: Bostan’ı 655 (1257) yılında, Gülistan’ı ise ertesi yıl kaleme alır. Bostan, şairin tâbirince “on kapılı bir saray”dır; mukaddimesinde adalet, ihsan, aşk-muhabbet, tevazu, rızâ, kanaat, terbiye, sükût, tevbe ve münâcat olmak üzere on bâb sıralanır. Tamamı mesnevî halinde, fasih ve beliğ beyitlerle örülü bu yapı, devlet düzenini ferdî ahlâkla kaynaştıran bir “siyaset-i şer‘iyye” dersidir. Gülistan ise nazımla nesrin seci ve ritimle kaynaştırıldığı, Fars nesrinin lafızperest geleneğine meydan okuyan “sehli mümteni” üslûbuyla yazılmış kısa hikâyeler mecmuasıdır; dilindeki külfetsiz mûsikî onun çağdaşlarından ayrıldığı temel vasıftır. Sâdî’nin gayesi, her tabakadan okuru sözle terbiye etmektir. Nitekim bir bahar sabahı dostunun gül topladığını görünce “Gül birkaç gün sonra solar, gel sana solmaz bir Gülistan yazayım” diyerek sözün kalıcılığına olan imanını da kayda geçirir. Böylece Bostan hükümdar-kul ekseninde bir ahlâk anayasası, Gülistan ise bütün topluma hitap eden canlı bir gül bahçesi olarak, Moğol harabesi içindeki İran’a hem edebî ihtişam hem de ahlâkî diriliş nefesi üfler.

Bostan’ın iç örgüsü, bir hükümdar aynasından yansıyan ahlâk atlası gibidir. Sâdî burada salt nasihat sıralamakla yetinmez, ideal devlet düzenini ete kemiğe büründürmek için geniş bir coğrafyadan devşirdiği yaşanmış hikâyeleri siyaset alanına taşır. Bağdat medreselerinde rastladığı kimsesiz çocuğun “kılıç zoruyla değil, adaletle yönet gelen” feryadı, Şam’da II. Selahaddin’in torunlarına anlattığı cömertlik dersi, Hind diyarında Somnat mabedinin yıkıntıları önünde verdiği tevazu öğüdü ve Yemen sahillerinde dinlediği mazlum balıkçının hikâyesi aynı hedefe hizmet eder. Zulmün devlet için kendi kendini yiyen bir kanser, merhametin ise tahtı ayakta tutan görünmez iskelet olduğunu gösterir. Kıssalar arasında keskin zıtlıklar kurar; adaletli bir emirin kılıcını yoksul bir yetimin lehine kınına koymasıyla başlayan sahne, hemen ardından gelen zalim vezirin kapısında biriken lanet duasıyla gölgelenir. Böylelikle okur, siyaset-i şer‘iyyenin “halkın duasını alan padişahın ordulara muhtaç kalmayacağı” ana fikrine adım adım ikna edilir. Sâdî’nin üslûbu bu dramatik karşıtlıkları yumuşatan ince bir mizah taşır. Hükümranı tenkit ederken bile “padişahın kulağı bülbül yuvası, hakikati nazikçe söyle ki diken sanılmasın” diyerek sözünü latife kılıfına büründürür. Metnin bu zarif esprisi, öğretici gayeyi vaaz soğukluğuna düşürmez; aksine okuru hem kalpten hem akıldan yakalayarak, bir seyahatnâme lezzeti içinde siyaset dersi dinletir.

Gülistan’ın câzibesi, kelâm üstadlarının “sehli mümtenî” dedikleri tılsımla yoğrulmuştur. Okuyana sanki serin bir bahçe gülü koparmak kadar kolay görünen bu üslûbun ardında, maharetle gizlenmiş bir îcâz-ı beyân, kırk yıllık seyr-ü sülûkün imbikten geçirilmiş letafeti saklıdır. Kalem cemiyetinin lafızperest mûsâllatasına düştüğü o hengâmda Sâdî, her bir kıssaya hakîmâne bir nükte, müzeyyen bir seci ve ayarında beyit kırpıntısı serperek az sözde çok mânâyı âdetâ zerreye kâinat sığdırır. Sekiz bâbı kuşatan bu eser, nazım ile nesiri dikişsiz bir atlas gibi kaynaştırdığı için, Osmanlı medreselerinde belâgat hocasına meşk nüshası, rüşdiyede kalem tutan gence ahlâk aynası olagelmiştir; zira mücerret nasihat yerine, misk kokulu nüktelerle bezenmiş gerçek hâdiseleri takdim eder ve okuyucusuna incitmeden terbiye bahşeder. Vaktiyle müderrisler, “Gülistan okumayanın lisânı işlenmemiş kılıçtır—parlar amma kesmez” diyerek bu kitabı dilden ve zihinden mahrum kalmış gönüller için bir ehl-i hal miğferi telakki etmişlerdir. Böylelikle Şeyh, Fars nesrinin gevşeyen kirişini yeniden gerer, sözü nefasetle cilâlar ve her hikâyeyi bir ömürlük tecrübenin damıtılmış hâsılasına tebdil ederek eserini -adı gibi- solmaz bir gül bahçesi kıvamında ebedîleştirir.

Her iki eserin önünde duran temel gaye, toplumun damarlarına işlemiş zulmü söküp atacak bir adalet nizamı kurmak, bununla eşzamanlı olarak insanı benliğinin karanlığından çekip çıkararak “hür, azâde selvi” kıvamına ulaştırmaktır. Sâdî, adaleti sarayın değil sokağın nefes borusu sayar; “çok katlı hazineleri besleyen ana süt” teslim-i vicdanla akmazsa, en görkemli saltanat bile içten çürür der. Bu yüzden, servet sahibi için en büyük güvence infak, yoksul için en sağlam zırh kanaattir. Bostan’daki bir hikâyede, gücüne güvenip hazine kapılarını sıkıca kilitleyen zalim emîrin, ekmek bekleyen yetimlerin bedduasıyla tahtından düşmesi; buna mukabil, kolu kanadı kırık bir ihtiyara bir tas çorba ikram eden göçebe beyin adının yüzyıllar boyu hayırla anılması, “hurma gibi cömert olmanın” ve “selvi gibi dik durmanın” ne demek olduğunu ete kemiğe büründürür. Gülistan’da ise dilencinin elini boş çevirmemek için ceplerindeki gümüşleri dostuna borçlanan derviş anlatılır. Derviş ertesi gün aç kalır ama “infak ettiğim her dirhem, açlığımı bile tatlı kıldı” diyerek iradenin, imkânsız sandığımız fedakârlıkları sıradanlaştırabileceğini gösterir. Sâdî burada “evvel tefekkür, sonra kelâm” ilkesini hep ön planda tutar; zira düşüncenin süzgecinden geçmeyen söz, gül bahçesini bir anda diken tarlasına çevirecek kadar yaralayıcıdır. O, kıssalarını anlatırken vaaz kokulu bir dil olmasından ziyade, yaşanmış tecrübeye dayalı bir hikmet telkini kullanır. Kimi zaman Bağdatlı bir kamburun “kul hakkı omuzdaki eğriliktir” deyişiyle, kimi zaman Şamlı bir nalbantın “demir ateşte yumuşar, kalpler merhamette” tembihiyle okurun zihnine nakış atar. Böylelikle Bostan’ın kafiyeli beyitleri ile Gülistan’ın secili satırları bir ağızdan şunu ilan eder. Adalet, merhamet ve ölçülü dil bir araya gelmedikçe ne hükümdar huzur bulur ne de halkın ekmeği bereketlenir. İnfak zengini zedelemez, tevazu fakiri alçaltmaz, asıl ziya gönül terazisinin bozulmasındadır.

Bu mirasın Türk toplumu açısından vazgeçilmezliği birkaç cephede kendini gösterir:

Medenî süreklilik bakımından Bostan ve Gülistan, Osmanlı eğitim evreninin tamamlayıcı iki kutbu gibi iş görmüştür. İstanbul’daki Enderun Mektebi’nde yetişen saray mensupları, dil becerilerini inceltmek ve “sözle hükmetme” sanatını öğrenmek için bu metinleri satır satır ezberlerken; taşradaki sıbyan mekteplerinde okuyan çocuklar da aynı hikâyelerle ilk okuma zevkini tadardı. Şehzadelere musahiplik yapan hocalar, padişaha yönelik “adalet-ihsan” kıssalarını özellikle seçer, mülazım adayları ise metinden devşirdikleri atasözleriyle hitabet kabiliyetlerini sınavda sergilerdi. Eserlerin Osmanlıcaya yapılmış elliye yakın mensur ve manzum tercümesi -Ahmed Paşa’nın XV. yüzyıldaki “Gül-i Sadî” şerhinden, Şemsettin Sami’nin XIX. yüzyıl başındaki sadeleştirmesine kadar- sarayla köy odası arasında ortak bir kelime dağarcığı meydana getirdi. Böylece “baht, servet ve şöhret üç kardeştir; biri sürçerse öbürleri de düşer” gibi Farsça kökenli ibareler Türkçenin öz deyişlerine karışarak kalıcılaştı. Bugün klasik üslûbumuzun temel nakışları sayılan secili cümle, iç kafiye ve mesel geleneği, büyük ölçüde bu iki kitabın asırlar boyunca yapılan okutma, ezber ve şerh faaliyetleri sayesinde diri ve taze kaldı. Dildeki bu istikrar, estetik bir miras olmakla birlikte, tarihî tecrübeyi nesilden nesile kesintisiz aktaran kültürel bir iletim hattı kurdu; yani Bostan ve Gülistan, Türkçeyi taşıyan nehir yatağının taşmamasını sağlayan kadim setler olarak vazife gördü.

Devlet–millet rabıtası söz konusu olduğunda Bostan ve Gülistanın açtığı yol, Osmanlı siyaset düşüncesinin omurgasına yerleşmiştir. Sâdî’nin “padişah ağaca benzer, kökü ahâlidir; kök kurursa gövde devrilir” ikazı, XV. yüzyıldan itibaren kaleme alınan kânunnâmelerde “reaya dua eder, padişah adalet eder” formülüyle kurumlaşır. Halkın huzuru, sultanın meşruiyetinin hem menşei hem sigortasıdır. Fatih devrindeki Kanun-i Osmanî metinlerinde sıklıkla tekrarlanan “Hak ile bâki olur mülk” ibaresi, doğrudan doğruya Sâdî’nin “zulümle payidar olan hiçbir saltanat görmedim” hükmünün Türkçeleştirilmiş bir aksidir.

Bu anlayış, sadece kâğıt üzerinde kalmaz. Enderun’da yetişen şehzadelere okunan nasihatnâmelerde, kadı atamalarında aranan “adalet ve insaf ehli olmak” şartında, hatta cami kitâbelerindeki “Adl-i padişah mihver-i âlemdir” nakışlarında kendini gösterir. Kanûnî Sultan Süleyman’ın Lütfi Paşa’ya hazırlattığı Âsafnâme, “Padişaha iki kanat vardır: biri asker, biri reaya; kanatlardan biri yaralansa kuş uçamaz” benzetmesiyle Sâdî’nin ağaç teşbihine yeni bir boyut ekler. Böylece sarayda şekillenen devlet anlayışı, taşraya kadar uzanan sosyo-ekonomik pratikle birleşir. Tımar düzenine yazılan “rıza-i reaya gözetilsin” maddesi de, lonca nizamnamelerindeki “pahalı satma, ölçüyü eksik tutma” ikazı da aynı öğretiyi müşahhaslaştıran halkalardır.

Kısacası, Osmanlı idaresinin “halkın duası – padişahın adaleti” ekseninde kurduğu denge, Fars-İslâm siyasetnâmelerinin en rafine nüshası sayılan Bostan’ın içinden süzülüp gelen bir mirastır.

Dil terbiyesi alanında Bostan ile Gülistan’ın sunduğu örneklik, günümüz Türkçesinin en gözle görülür açmazına -kelime israfına yahut kelime tıkanıklığına- karşı kuvvetli bir panzehirdir. Bugün medyada reyting hırsı, bürokraside resmî jargona öykünme, akademide de “bilimsel” görünme kaygısı dili hamallığa mahkûm etmiş; cümleler gereksiz tamlamalar, yabancı terkipler ve tekrar eden kalıplarla şişirilmiştir. Oysa Gülistan’ın külfetsiz secili satırları, az sözle çok mânâ taşır. Bir hikâyeye serpiştirilen tek bir aruzlu beyit, hem ahengi tamamlar hem de meselenin özetini vecize kıvamında önümüze koyar. Bostan’ın mısralarında ise dua kalıbına bürünmüş hikmet damlaları yer alır. Şair, “lâfı uzatmak” yerine manayı derinleştirerek kelâmı tesirli kılar. Bu iki üslup -icâz ile belâgatın karışımı- kalemin hoyratlığını budar, söze ölçü ve tartı kazandırır.

Bir editör yahut köşe yazarı, Sâdî’den öğrendiği iktisatlı dil sayesinde “tekrar ifade” ve “gereksiz sıfat” döngüsünden kurtulur. Dile yerleşen hantallığı giderir. Kıssaların sonuna iliştirilen kısa beyitlik yorumlar, modern metinlerin dipnot ve özet pratiğine model olur. Okura “anlamı uzatmadan yoğunlaştırmanın” yollarını gösterir. Böyle bir disiplin, dili israftan kurtarır, kelimenin mayasını kıvamlandırır, hitabeti, gereksiz debdebe yerine sahici tesire yöneltir ve nihayetinde Türkçenin asırlık inceliğini çağdaş muhtevaya taşıyacak kalem terbiyesini mümkün kılar.

Zamanüstü reçete bahsinde, Bostan ile Gülistan’ın kanaat–rıza–merhamet üçlüsünü işleyen temsilleri doğrudan metnin bağrından devşirilmiş sahnelerle karşımıza çıkar ve her devirde geçerli bir ahlâk pusulası sunar. Bostan’ın dördüncü bâbında, av dönüşü sofradan hoşnutsuzlukla kalkan hükümdara, yol kenarında kuru ekmeğini suya banıp şükürle yiyen derviş gösterilir. Sultan, “Bir lokmaya razı olanın gönlü krallıktan geniştir” sözünü işittiğinde, ihtişamla doymanın değil kanaatle ferah bulmanın gerçek servet olduğunu idrak eder. Aynı kitapta cimrilik yüzünden dostlarını kaybeden Şamlı tacirin hikâyesi anlatılır. Tacir son nefeste “Malım avuçta kül oldu, dostlarım avuçta gül” diyerek merhametsizliğin nasıl bir yalnızlık cezası doğurduğunu kabul eder. Gülistan’ın üçüncü bölümü de benzer bir kıvam taşır. Çetin kış gününde kapısını çalan yolcuyu yorganını pay ederek ısıtan köylünün hikâyesi, Sâdî’nin nazımında “merhamet kışın güneşidir, ısıtır ama yakmaz” beytine dönüşür. Okur, iyiliğin ölçüsünü dramatik sahnelerden öğrenmez, incelikli telmihle kavrar.

Rızâ temasının merkezde durduğu beşinci bölümde ise bir genç, gönlünü zenginlik hırsıyla doldurunca uykuları kaçar. Hikâyenin sonunda Sâdî, “Kim ki nasibini sabır kadehinde içti, uyanık gözle rüyadan güzel manzara seyreder” mısraı ile iç huzurun dış şartlara bağlı olmadığını özetler. Bu örnekler, çağın hangi baskısıyla yüzleşirsek yüzleşelim -kıtlık, savaş yahut refah sarhoşluğu- metnin, insanı ölçülü yaşama, kendine yetme ve başkasının derdine seğirtme erdemine çağırdığını gösterir. Dolayısıyla Bostan ile Gülistan, tarihî bir kıssa koleksiyonu olmaktan öte, asırlardır iç sıkıntısına sürülen “gül yağı” hükmünde, irade ve vicdan-ruh terbiyesi için hazırlanmış bir el kitabı olma hüviyetindedir. Kanaat, gönlü hırsın tutsaklığından; rızâ, aklı sürekli şikâyetin gürültüsünden; merhamet ise toplumu kalpsiz bir menfaat pazarına dönüşmekten korur.

Son tahlilde Bostan ile Gülistan, klasik Fars edebiyatının mücevherleri, İslâm medeniyetinin ahlâk, hikmet ve siyaset birikimini tek nefeste özetleyen iki köşe taşıdır. Sâdî’nin kıssaları, Anadolu’dan Orta Asya’ya uzanan entelektüel yol haritamızın satır aralarında hâlâ capcanlı durur. Devleti adaletle, ferdî hırsı kanaatle, içtimaî sıkıntıları merhametle dengeleyen bir dünya görüşü. Bugün kültürel direncimizi diri tutacak emniyet supabı, ithal kavramların günübirlik cazibesinden ziyade, sözün incelikle terbiye edildiği bu köklü metinlerde saklıdır.

Şeyh’in veciz deyişiyle “yaprak dökse de rüzgâr, bu Gülistan hazana dönmez.” Öyleyse bize düşen, bu solmaz bahçenin gölgesine adım atmak, Bostan’ın adalet sütununu ve Gülistan’ın hikmet kokulu güllerini yeniden okul sıralarına, gündelik konuşmalarımıza, daha doğrusu ruhumuza taşımaktır.

Aylık Baran Dergisi 41. Sayı, Temmuz 2025

{ "vars": { "account": "UA-216063560-1" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }