Sanayi Müsteşarlığı

Giriş

Büyük Doğu-İbda Külliyatına ve felsefeye aşina olanlar yakinen bilirler ki; Sanayi Devrimi’nden sonra dünyada meydana gelen değişimin ferd, cemiyet ve devlet üzerinde meydana getirdiği değişimden kaynaklanan meseleler hâlen çözüme kavuşturulamamıştır. Birçok imkân ve eldeki teknik de bu meseleyi çözüme kavuşturmak adına kullanılacağı yerde sorunu hasır altı edebilmek adına işletilmektedir. Hâl böyle olunca, Sanayi Müsteşarlığı bahsine girmeden evvel malum-meçhul birçok mefhumu izaha kavuşturmak ve sanayi devrimi ile etrafındaki meseleleri elden geldiğince çözüme kavuşturmak niyetindeyiz.

Bu sebeble Başyücelik Devleti’nde sanayinin pratik işleyişinden evvel, mevcut manzaraya bir göz atmak istiyoruz.

Batı’nın Doğu’ya, Doğu’nun Batıya Bakışındaki Temel Sakatlık

19. Asrın son yarısı ve 20. Asrın başlarında Batı adamının maddeye tahakkümü o raddeye varmıştır ki, bu vaziyete bakarak insan meselesi de dahil olmak üzere tüm meseleler, maddeye daha fazla nüfuz ve tahakküm ederek çözüme kavuşturulabileceğine kanaat getirilmiştir.

Ne yazıktır ki, aşk ve vecd çığırı kapanmış, mütefekkir yetiştirmek yerine, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin ifâdesiyle, “ham softa-kaba yobaz” yetiştiren ocaklar hâline gelmiş mektepleriyle Müslümanlar, Batı’dan yükselmekte olan madde hâkimiyetini ona denk bir ruh köküne bağlayarak üzerine çıkacakları yerde, bön bir hayranlığa kapılmak suretiyle, ruh köküyle kendi aralarında kalan bağların da kopmasına sebeb oldular.

Batı adamının maddeye tahakküm istidadının, ona denk bir ruh köküne bağlanması niçin Müslüman’ın boynunun borcudur? Bu suali merkeze alarak, yine bu suale vereceğimiz yanıtlar çerçevesinde sağlıklı bir şekilde bahsimiz üzerinde ilerleyebiliriz diye düşünüyoruz.

 Batı, Müslümanların yükselmesi ve Batı’nın içlerine doğru akın akın ilerlemesinin ve hattâ bugün gerileyerek kendi tahakkümü altına girmesinin sırrını hâlen doğru bir şekilde idrak ve izah edebilmiş değildir. Müslümanlar, ne İslâm’ın ilk çığırında, ne de devletleşerek devleştiği demlerde, Avrupa’nın ardı ardına çektiği sedleri bir bir çiğneyerek derinliklerine yürürken, Batılıların zannettiği gibi maddeye olan tahakküme değil, aşk ve vecde dayanmıştır. Aşk ve vecd çığırının kapanmasına denk gelen bir demde Batı’nın maddeye tahakküm çığırının açılması tevafuku, her ne kadar kafa karıştırıcı olsa da, işin aslı budur. Bu hususta her iki tarafta normatif şuur hatasına düşmekte; Müslümanlar bugünkü acziyetlerini maddeye tahakküm edişlerinin gecikmesinde, Batılılarsa maddeye tahakküm istidadında aramak gafletine kapılarak büyük bir hata içine düşmektedirler.

İşin özünü lâyıkıyla idrak etmeksizin, yalnızca bir tevafuku merkeze alarak konan teşhis ve bu teşhise yönelik tedavi; Müslümanların oldukları yerde sayması, Batının ise, sathî bakımdan tasarımın mükemmelliğine rağmen içten içe çürümesine vesile olmaktan başka bir netice vermemektedir, vermeyecektir de…

Batı’nın Senelerdir Beslendiği ve Tükettiği Zemin

Her ne kadar edebiyat, sanat, bilim ve teknik gibi neticeleri bakımından değerlendiriliyor ve tanımlanıyorsa da, Rönesans, esasında Batı’nın zaman ve mekânın şartlarını kendi antik kültürü önünde hesaba çekerek yeniden bir kültür zemini inşa etmesidir. Rönesans’tan kast edilen “yeniden doğuş”, Batı kültürünün yeniden doğuşudur. Bugünün modern Batı dünyası, bütün verimlerini bu yeni kültür zemini üzerinde yetiştirmiştir. Ne var ki, geçen bunca vakit ve elde edilen verim, adeta verimli bir tarla misali olan kültürü çoraklaştırmıştır. II. Dünya Savaşı döneminde veriminin zirvesine yükselen Batı kültürü, bugün her ne kadar algı planında gerçekleştirdiği operasyonlar ile göz bağcılığı yapmak suretiyle konumunu korumaya çalışsa da, o dönemden beri freni patlamış bir kamyon gibi yokuş aşağı hızla inmektedir.

Bahsimizi açacak olursak; II. Dünya Savaşı’ndan beri Batı dünyası orijinal fikir, icad ve buluş noktasında tıkanmış durumdadır. Bu vaziyeti kendisi de idrak etmiş olacak ki, II. Dünya Savaşı’ndan kalma mirası sentezlemek ve sentezlediğini mucize(!)ymiş gibi pazarlayarak konumunu muhafaza etmekten başka bir gaye de gütmemektedir.

Bugün teknolojinin son noktası diye lanse edilen akıllı telefonları düşünelim. Kullandığı pil, ekran, kablosuz iletişim tekniği, hoparlör, mikrofon ve kamera gibi bir araya getirilmiş olan unsurların tamamı II. Dünya Savaşı’ndan miras kalmıştır. Bu miras, nihayetinde Batıya kendisinden kaldığı için birbiriyle sentezlemekte son derece mahir olsa da, yeni icad ve keşif artık gerçekleşmemektedir.

Burada şu hususa dikkat çekmekte yarar var; bahsimizin künhü, Batı’nın madde planında yeni icad, keşif ve fetihler gerçekleştiremiyor oluşu değil, Batı’nın madde planında yeni icad, keşif ve fetih gerçekleştirilmesinin zeminini meydana getiren Rönesans kültürünün tekamül ettirilemeyerek Batı tarafından tüketilmiş olmasına dikkat çekiyor oluşumuzdur.

Rönesans kültürü derken ne kast ettiğimizi de izah edelim ki bahsimiz havada kalmasın. İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, “Necib Fazıl’la Başbaşa” adlı eserinde Üstad Necib Fazıl ile diyaloğunda ağır sanayi bahsi hakkında konuşurken şu hususa dikkat çekmektedir:

– “Ağır sanayii (endüstriyi) kurmadan önce, ağır sanayii doğuracak mücerret idrak zemini hâlinde, müsbet ilim dallarının EDEBİYYAT’ı lâzımdır ki, gerek doğuş, gerek değer, gerekse ihtiyaç olarak bu idrak, ‘ruh’a mukavemet eden varlığı kavrama çilesini belirten ‘mücerret idrak-mücerret fikir’in yolda bıraktıklarıdır.” (NFB -108)

Aynı eserde geçtiği üzere, “edebiyat veya Arapça anlamıyla, her biri ayrı usul, esas ve kural belirten ilim şubelerinin bütününü toplayan çoğul mânâsıyla edebiyyat.

Peki hangi anlayışın, hangi kültürün ve hangi dünya görüşünün edebiyatı? Modern Batı’nın mücerret idrak zemini, biraz evvel üzerinde durduğumuz üzere Rönesans döneminde şekillenmiş ve ardından bilhassa Yahudi ideolojisi hizmetinde tüketilmiştir.

Bizim açımızdan meseleye yaklaşacak olursak; diyoruz ya hani, Büyük Doğu-İbda Rönesans’ını tamamlamıştır diye, evet, Büyük Doğu-İbda mücerret idrak zeminini meydana getiren anlayış, kültür ve ideoloji planında ortaya koyduğu eserlerle beraber, Rönesans’ını tamamlamıştır. Bundan sonrası, müessirlerin bu zemin üzerinde vereceği eserlerle billurlaşacaktır. Batı’nın aksine, temel prensiplerimizden biri olan “Ruhçuluk Prensibi” gereği, Batı’nın 19. Asırdan beri buhranı içinde kıvrandığı, maddeye tahakkümün ruh vahidine bağlanamaması meselesi de çözüme kavuşturulacak ve dünya çapında yeni bir çağa adım atılacaktır. Anlaşılacağı üzere kuru bir “Batı bitmiş” safsatası peşinde değiliz. Batı’nın ortaya koyduğu verimlerinde evvelâ hesaba çekilip, ardından kıymetleneceği yeni bir anlayış, kültür ve ideolocya manzumesinden bahsediyoruz.

Müsbet Bilgiler Kime veya Neye Hizmet Eder?

Henri Poincare “Bilim ve Metot” başlıklı eserinde, Tolstoy’un bir yerde, “bilim için bilim” düsturunun neden kendince saçma bir anlayış olduğuna dair açıklamasına yer verir. Açıklamanın muhtevası bir yana, “bilim için bilim” olmayacağı o dönemin meselesiyken, bugünün meselesi bize göre; sermayenin elindeki sermayeyi şişirmek ve bu sermaye üzerinden daha fazla tahakküm etmek adına bilim-ilim olmayacağı meselesidir.

İbda Hikemiyâtında geçtiği üzere ilim-bilim; kanunlarını mücerret tefekkürden alıp onları bir takım görünür nisbetler içinde kalıplaştırma işidir. Peki, insanın da içinde bulunduğu âlemin meseleleri, bir takım kalıplar içine mahkûm edilerek çözüme kavuşturulabilir mi? Az evvel değindiğimiz Henri Poincare’ın da hocası olan Emile Boutroux’un kaleme almış olduğu “Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında” isimli eser, bu kalıplaştırma işinin mümkün olmadığını son derece açık bir dille izah eder. Meseleler bir takım kalıplara sığdırılamıyorsa nasıl olacak?

Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri buyuruyor ki; “Bir ilmin butlanı (yanlışlığı) ancak onu müntehasında (son aramasında) belli olur.” Bir ilmin değil, Batının bütün ilminin toplamının müntehasına baktığımızda, bu ilmin usullerinde doğruluklar olsa da, esasında “yanlış” olduğu bedahet değil mi? “Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz.” Basit görünen, fakat esasında son derece girift olan bir şubeden misâl verecek olursak; psikoloji ilmi, bugün geldiği nokta itibariyle çözüm mü üretmektedir, sorunu mu derinleştirmektedir? Bu suale verilecek olan yanıt, Batı ilminin geldiği noktayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermeye yeter de artar bile.

Devam edecek olursak “müsbet bilgiler, eşya ve hadiseleri bütün dış kanunlarıyla, ‘amelî-pratik’ fayda bakımından teftiş, arama, açıklama ve insan iradesine bağlamakta aklın istismar payı.” Peki ya iç kanunları? Rönesans kültürü üzerine bina edilen modern dünyanın belki de en çok sıkıntısını çektiği husus budur; ferdî ve içtimâî planda bütün insanlığı sathî olana mahkûm etmek. Peki insan, “Emr Âlemi”ne ait olan ruhu ve “Halk Âlemi”ne bakan bedeniyle iki âleme birden aitken, yalnızca kendisinin ve kendisinden geri kalan tüm âlemin dış kanunlarından ibaret bir manzume içinde yaşayabilir mi?

Büyük Doğu-İbda’nın hükmüne göre; “İslâm, müsbet bilgiler manzumesini, dünyaya değer verdiği nisbette kıymetlendirir; nasıl dünyanın değeri hakikatte sıfır, fakat ahirete ekin sahası olması bakımından namütenahi ise, müsbet bilgilerde, ruh değerleri önünde adi ve sefil oyuncak tezgâhı, fakat ebedi hayat işçilerinin hamle ve hareket vasıtası olarak hudutsuz kıymettedir. Müsbet bilgiler tohumları peygamberler vasıtasıyla gelmiştir.”

“İslâm, zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır.” Dünya ve ahiret gibi iki zıt kutup arasında muvazene kurmak ve müsbet bilgileri kendisinden üstün bir sebeb kutbunun emrine tahsis etmek. Batı, Yahudi emrine girdiğinden beri müsbet bilgileri üstün sebeb kutbu olarak kabul ettiği sermayenin emrine tahsis etmiştir. Oysa ki müsbet bilgilerin emrine tahsis edilmesi gereken ruhtur. “Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahade ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır. Ve ruhçu odur ki, beş hasse kadrosu içindeki ham ve kaba madde âlemini, o kadronun dışında ve üstünde, gıyabında ve mâverasında, üstün bir sebep kutbuna iliştirerek mânalandırır.”

Sanayi Devrimi

19. Asır ikinci ve 20. Asrın ilk yarısında üretim vasıtalarında meydana gelen değişimi ve bu değişimin dünya çapında meydana getirdiği değişimleri ifâde etmek adına kullanılır.

Buhar gücüyle çalışan ve birbirine entegre edilmesi mümkün olan makineler vasıtasıyla artan nüfusun artan talebini karşılamak adına üretim metodunda meydana gelen değişim… 19 uncu Asrın ikinci yarısından sonra makine terakkileri gitgide insan tahakkümünden çıkacak ve aksine, insanı tahakkümü altına alacak bir mahiyet göstermeye başlamıştır. İşte, bugün muhatabı olduğumuz buhranın kaynağında da bu değişim yatmaktadır.

Şimdi muhtemelen diyeceksiniz ki maddî planda meydana gelen bir değişim, nasıl olur da topyekûn insanlığı saran bir buhranın kaynağı olabilir. Makinenin kendi başına elbette bir kudreti yoktur. Lâkin o makineye emir komuta eden ferd ve cemiyetlerin makineyi-eşyayı ruha nisbetle layık olduğu yere koyamamış olmaları neticesidir ki, bu buhranın doğmasına vesiledir. İbda Hikemiyâtından öğrendiğimiz üzere Hazret-i Ali’nin bir sözü vardır; “Eşyayı âit olduğu yere koymak akıllılıktır!” Bugün Batı âleminin ortaya koyduğu girift plastisiteye karşı beslediğimiz bön hayranlığa dayanarak Batının kendisini “akıllı” diye lanse ediyor oluşunun aksine en kesin bir şekilde şunu ifâde edebiliriz; Batının, eşyalardan bir eşya olan makinenin yerini doğru bir şekilde tayin edememiş olmasına bakarak rahatlıkla şunu ifâde edebiliriz ki; plastisite-dış yüz kabartma cümbüşünün göz alıcı ve aldatıcı hâlinden bir sıyrılabilsek, zıt kutbumuzu temsil makamında bulunan Batı aklının içler acısı hâlini de idrak edebiliriz.

Peki, Batının eşyayı layık olduğu yere koyacak akıllıkta olmayışı ve Doğunun da plastisitenin göz alıcı cümbüşünden bir lahza ayrılıp makineyi layık olduğu kaidenin üzerine yerleştirip yoluna devam edemeyişinden hangi niteliklerde bir buhran doğmuştur?

İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, 2014 senesinin Kasım ayında vermiş olduğu “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansta, teknolojik gelişmelerdeki süratin dünyada müesseseleşmeye fırsat tanımadığından bahsetmişti:

– “Teknolojinin geliştiği sürat içinde örf olmuyor, âdet olmuyor, ahlâk olmuyor ve fikir de doğrudan doğruya teknoloji üzerinden işliyor. Baştan şöyle koyalım; yâni ahlâk oluşmuyor, ki ahlâk müesseselerin daha lâtif şeklidir, sonra yaptırım hâline getirirsin müesseseler oluşur.”

Burada yine İbda Mimarı’nın eserlerinden biri olan “Necib Fazıl’la Başbaşa” adlı esere dönecek olursak:

– “Sanayi Devrimi sonucunda yerleşik toplum düzenine ait ‘TUTUM’, ‘TAVIR’, ‘KAİDE’, ‘MÜESSESE’, kısaca içtimâî ‘yapı’ ve ‘müesseselerin’ yıkılması, sanayileşmenin getirdiği sürekli değişiklik ve kaos olarak, insanlar arası ilişkileri düzenleyici ‘yapı’ ve ‘müesseseleri’ oluşturacak yeni bir ruh getirilememesi (ruhî muvazenesizlik) neticesinde, ferd veya zümre tahakkümüne yol açıcı fikirlerin gelişmesidir.”

Bahsimizin başında anlayış, kültür ve ideolocyadan müteşekkil bir idrak zeminin gerekliliği meselesinden bahsetmiştik hatırlarsanız. Teknolojik gelişmeler bir girdap gibi ferdi ve cemiyeti fırıl fırıl döndürerek aklını başından alıyor ve müesseseleşmenin önünü tıkıyorsa ne yapmak gerek? Belki de bahsimizin en hassas noktasına gelmiş bulunmaktayız. İdeolocya, dar manasıyla, bir insanın inandığıyla, iş ve eseri arasındaki uyumdur. Bu uyum, ahenk sağlanamadığı müddetçe, verilen iş ve eserler eşyadan üstün bir gayeye hizmet etmekten çıkar ve insanı kendisine- eşyaya hizmetkâr eyler. İdeolocyaya geniş manasıyla bakacak olursak da, bir zümrenin inandığıyla, iş ve eseri arasındaki uyum anlamına gelir ki, bu senfoninin kurulması devlet eliyle mümkündür ve devletin aslî vazifesidir.

İbda Hikemiyâtından öğrendiğimiz üzere ideolocya; insanın insanla, insanın tabiatla olan ilişkilerini, insanın âlemdeki rolü ve gayesini, tek kelimeyle kendisini insana empoze eden, mukavemet eden varlığı, bütün yönleriyle kavrayıcı, ideal değerlerle pratik değerler çerçevesindeki meseleleri irfan kıvamı hâlinde ortaya koymaktır. Evet, son beş asırlık tarih dilimimizde başımıza yalnız sanayi değil, hangi bakımdan olursa olsun, ne geldiyse bu ideolocya örgüleştirilemediği için geldi. Bugün başımıza gelenler de, ortaya konmuş bulunan ideolocya bir türlü layıkıyla benimsenemediği için geliyor.

Aylık Dergisi, 130. Sayı, Temmuz 2015