1928 senesinin yaz mevsimini Sarıyer'de geçiriyorduk. Öteden beri köyün meşhur kâğıt helvasına yalnız çocuklar değil, biz büyükler de rağbet ederdik. Hele şehirden gelen misafirler olursa mutlaka ikram etmeden bırakılmazdı.

İşte kalabalıkça bir misafir baskınını ağırlamak üzere çıkarılan kahvaltı tepsisine kapı önündeki helvacıdan da bol miktarda helva alınmıştı. Ama bu cılız helvalar, alışık olduğumuz dolgun ve içleri tat dolu tekerleklere benzemiyordu. Aileden biri aşağı koşarak henüz kapı önünde bulunan helvacıdan bunun sebebini sorunca, aldığı cevabın adi bir korkaklık ve pısırıklık örneği olduğu meydana çıktı.

Şöyle ki, Sarıyer'in meşhur helvacısı, harf değişmesini müteakip kalıplarında bulunan kabartmalı, “âfiyet olsun” ibaresi ile yaptığı helvaları piyasaya çıkarınca kânuna karşı geldi töhmeti ile tevkif edilerek mahkemeye sevkedilmiş. İşten pek anlamayan çırakların da alelacele hazırladıkları yeni kalıplar ise Sarıyer'in meşhur mâmullerini kanı canı çekilmiş hastalara benzetmişti.

***

Sır idraki güzellik idrakidir Sır idraki güzellik idrakidir

İstanbul'un fethini müteakip Fâtih Sultan Mehmed, câmi hâline çevirttiği Ayasofya Kilisesi'nden bir Hıristiyanlık sembolü olan mozaikleri ve ikonları yerlerinde bıraktığı halde, beş yüz sene sonra gelen nesiller, genç pâdişâhın bu medenî ve insâni tutumundan habersiz olarak geçmişi süngülemekten kurtulamamışlardır.

Şöyle ki, câmilikten müzeliğe döndürülen Ayasofya'da eşyâ ve ibâdete âit ne varsa ortadan kaldırılmış, bu arada Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin hattı olan “Cihâr-ı Yâr-ı Güzîn” (4 büyük halife) isimlerine ait levhalar da yerlerinden çıkarılmış, fakat kapıdan geçemeyecek ebatta olduğu için mecbûren içerde bir köşeye bırakılmış.

Aradan hayli zaman geçtikten sonra da hamiyetli ve îmanlı bir mühendis olan Ekrem Hakkı Ayverdi Bey, bu şâheserleri yerlerde sürünerek ziyan olmaması için bütün mâlî külfeti üstüne alarak yeniden iskele kurdurup her birini eski yerlerine taktırmıştır.

Tarihe saygılı olmanın suç teşkil etmediğini, ne yazık ki bugün dahi lâyıkıyle anlamış değiliz.

***

Yeğenimin sünnet düğünü bir perşembe gününe rastlamıştı. Merâsim, on ikiden sonra da devam edeceği için resmî müsâade istediğimiz memur bey, ciddi ve abus, “Bizim millî ve dînî günümüz pazardır, neden perşembe günü düğün yapıyorsunuz?” demez mi?

Bu mesnetsiz müdahale ve cehalete gülmek mi ağlamak mı gerektiğine senelerdir karar veremediğimi söylemek yerinde olur.

***

Yugoslavya'nın klasik liselerinde dahi eski harfler öğretilirken biz mevcûdu imhâda âdeta çılgın ve şuursuz bir telâş ile hazînelerimizi yağma etmekte bulunuyoruz.

İşte bir mensûcat (tekstil) mühendisi Doç. Dr. Bayram Yüksel, Türk yazısı, Latin alfabesine çevrilince, doğup büyüdüğü kasabadaki kaymakamın Akseki'deki Yeğen Mehmed Paşa Kütüphanesi'nde bulunan eski harflerle yazılmış kitapları toplatarak yaktırmış olduğunu söylemişti.

***

Yıldız'daki Hamidiye Çeşmesi'nde bulunan tuğra da kazınarak yok edilenler serîsinden biridir. 1985 yılındaki restorasyonda, büyük sanatkâr ve vatanperver Yüksek Mimar Aydın Yüksel, tuğrayı tekrar yer- ne yerleştirmek fırsatını bulmuştur.

Bezm-i Âlem Vâlide Sultan'ın yaptırdığı Câmialtı Tersanesi'nin kapısı üstündeki tuğra da ayni kof ve sakat zihniyete uyularak kazıtılmış, hâlen de bu yüz kızartıcı ilericilik mârifeti tashih edilmemiştir.

***

Fâtih tarafından yaptırılmış olan Çanakkale kalesinin, sonradan Kanûni Sultan Süleyman tarafin dan da ilave edilen kale tâmir kitâbesine gelince, o da murçlanarak silinmiş ve bir daha da yerine konulmamıştır.

***

Büyük babasının ve babasının namaz kıldığını gören genç memurun câmiye gittiği fotoğrafla tesbit edilerek işinden çıkarıldığını ise İsmet Paşa iktidarını yaşayan bizim neslimizin bilmemesi kâbil değildir.

***

Topyekûn milli, târihi ve manevi zenginliklerimize revâ görülen bu çeşit kasıtların neticesi olarak da Türk gençliğinin zihni ve ruhî yapısında açılan gedik, ne yazık ki yabancı, hatta düşman ideolojilerle doldurularak, bugünün Türkiyesi'ni hamiyet ve iman silahından bir ölçüde mahrum kılmıştır.

Sâmiha Ayverdi, Ebabil Kuşları, s.186-189