İki yüz yıldır tepeden inme yabancı, yıkıcı ve yapay müdahaleler neticesinde, toplum olarak bünyemiz kırılganlaştı. Tek ortak paydaları İslâm düşmanlığı olan kimliksiz, kişiliksiz, şerefsiz, ruhsuz bir sınıf oluştu…

Canlı ya da cansız, fizikî ya da zihnî; uzun süre yabancı, yıkıcı, yapay dış faktörlerin müdahalesine maruz kalan bir bünye, bir müddet kendi imkânlarıyla kendini korumaya, maruz kaldığı dış etkenleri kendi imgesiyle kalıplamaya çalışsa da, zamanla yaratıcılığını yitirir, direnci kırılır ve kırılgan bir hale gelir. Kendi yok oluşunun bakterilerini yine kendi bünyesinde üretmeye, biriktirdiği zehri kusmaya, yararlı olanı zararlıya tahvil etmeye başlar. Modernitenin trajedisi de bu: Yaratılmışı bilmediği için yaratanı da bilmeyen “Batı Modeli”, “ilerleme” illetine tutulmuş insanlığa “içeriden” ve “dışarıdan” o kadar çok “toksik bilgi” enjekte etti ve aşırı müdahalede bulundu ki, organizmanın tabii yollardan kendisini koruyabilmesine imkân kalmadı. Bunun neticesi olarak da bedenlerimiz protez bedenlere dönüştü. İnsana ve topluma ait meseleleri sürekli kendisinin tamir etmesi gereken bir makine gibi ele alan zihniyet, gelenekle savaşırken hem anlamını hem hedefini yitirdi. İnsanlığı kendi hakikatinin hükümlerine göre yoğurup, istediği kalıba dökeceği etnografik bir malzemeden ibaret gören sapkın mizaç, ruhu olan her şeyi, ruhlarda hiçbir istinad noktası kalmayacak biçimde susturdu. Böyle bir yapının insafına terk edilen insanlık, sonunda ya havasızlıktan boğulacak ya da infilâk edecekti, nitekim öyle de oldu. Batılı prototip, en bayağı ve en sıradan olanın ayakta kaldığı bir anlayışla kendini haklı kılarken, insanlık nihilizmin ve histeryanın kargaşasına düştü, acıyı da günahı da benimsemekten uzak Amerikan ruhsuzluğuna teslim oldu. Bu kültürden de çıka çıka, “Yedikçe şişen lağım künkü” misâli; tüm dünyayı tüm üstündekilerle birlikte yutmaya hazır bir insan tipi çıktı. Ne yazık ki insanlığın serencamı da, haritada ismini öğrendiği yeri ertesi gün işgale yeltenen, aptallıkla ham mantıktan mürekkeb, yozlaşmış ve soysuzlaşmış bu insan modelinin insafına kaldı. Dolayısıyla, bu insan tipinin hâkimiyetinin yıkılması insanlık için büyük bir nimet olacaktır.

İşin hazin, bir o kadar da ironik tarafı; güç ve sorumluluk tarihin hiçbir döneminde günümüzdeki kadar ters orantılı olmadı. Yüzbinlerce, belki de milyonlarca insanın hayatıyla oynayan, lâkin elini hiç taşın altına sokmamış, hiçbir risk almamış insanlar kendilerini ve mesleklerini meşrulaştırmak için, özellikle karmaşık hale getirdikleri sistem tarafından taltif ediliyor; modern kurumların ve siyasî ilişkilerin karmaşıklığı sayesinde rahatça gizlenebiliyorlar. Devletler ve sosyal politikalar ise güçlüyü kollayıp zayıfı eziyor! Hâlbuki geçmişin kahramanları, toplumun muteber ve mevki sahibi insanları ruhunu ortaya koyan, verdiği sözün arkasında duran, başkası olmadan başkası için olmaktan büyük bir zevk duyan şahsiyet sahibi insanlardı.

Toplumun medyalar aracılığıyla yönlendirildiği, gerçekliğin medyanın irade ettiği şey olduğu günümüzdeyse kurgu oldukça farklı... Kapitalist-modernist sistemin “görünmez eli” konumundaki merkezî güç istiyor ki; mülk sahibi, mülküne, tüketici, harcamasına sahip çıkamasın, insanlık kendilerinin kurguladığı bir kaderi yaşasın! Özellikle karmaşık hale getirilmiş bir sistem, yönlendirilmiş araştırmalar, sorumlusu oldukları ve kusursuz çalışmasını engelleyecek her oluşumu ta başından boğmakla görevli araştırmacılar, her türlü öngörünün kurumsallaştırıldığı bir dünya… Böyle bir dünya her zaman için beklenmedik hadiseleri tetiklemeye, kontrol edilemeyen tepki silsileleri doğurmaya meyyâldir. Oysa karmaşık olan değil, basit olan makbûldür ve maksadın hâsıl olması için dikkat çekmek yeterlidir. Karmaşık bir sistemde ise yanlış kendi doğrularını doğururken, basit olanı da karmaşık hale getirir. Bulanıklıktan, belirsizlikten önünüzü göremezsiniz. Bu durum her biri diğerini aratacak biçimde bir müdahaleler zincirini beraberinde getirir ki, denetlenecek şeylerin çokluğu denetimi imkânsız kılarken, iktidarsızlık duygusunu da arttırır. Zaten modern dünya da böyle bir dünya! Teknolojik bilgi açısından gelişiyor olsa da, paradoksal biçimde, toplumda şok etkisi yaratan hadiseler de o nisbette öngörülemez bir hâl alıyor. Geliştirilen teoriler, modeller toplumu bu tür hadiselerden koruyamadığı gibi yanıltıyor ve sonu hüsranla biten trajik olaylara sebep oluyor.

Zihnimiz basite indirgemeye, düz bir çizgi halinde algılamaya meyyâl olsa da, hayat bizim zannettiğimizden çok daha karmaşık… Karmaşık bir sistemde de hadiseler arasında basit illiyet bağları kurmak, parça parça hakikatlerle bütünü kuşatmaya çalışmak, o şeyi değil de o şey hakkında söylenenleri bilmektir ki, eşya ve hadiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlamaz. Dolayısıyla, binlerce yıllık bir geçmişten müdevver modellerden kolayca ve saygısızca vazgeçip, kısa vadede tüm uzantılarıyla birlikte kuşatılması mümkün olmayan buluşlarda ve bunların pazarlanmasında çare aramak, “ilerleme” hastalığına tutulmuş insanlığı tedavi etmeyecek, tam aksine, “modern işkence”nin tezgâhında adım adım bunalıma itecektir.

Küresel ekonomik kriz, darbe, savaş gibi toplumu köklerinden sarsan büyük buhran dönemlerinde ya da sebebi izâh edilemeyen, beklenmedik diğer olağanüstü hadiseler karşısında, fert yahut toplum olarak bünyenizin dayanıklı olması, direnç göstermeniz her zaman yeterli olmayacaktır. Fikrî metabolizmanızın zararlı olanı faydalıya, zehri şifaya tahvil eden bir keyfiyet belirtmesi gerekir ki, ayakta kalma şansınız olsun.  Tıpkı İbda Mimarı’nın, “Beni uçurumdan attılar, ben paraşütü icat ettim.” deyişinde olduğu gibi... Doğru olan davranış, hadiselere meçhûle hürmet tavrı içinde bakmak, gerekli olan tedbirleri aldıktan sonra, keyfiyetleri Allah’a havale etmektir. Aksi takdirde, henüz gerçekleşmemiş olanı “yok” kabul eden ve neyi bilmediğini de bilmeyen uzmanların yönlendirmesiyle ayrıntılarda boğulur, işin püf noktasını kaçırırsınız. Davranışlarınızda ve kararlarınızda büyük etkisi olan kuvvetleri ya ihmal eder ya da hafife alırsınız. Sonunda biriken muhakeme hataları hayatlarınız üzerinde etkili olur, büyük başarısızlıklara, sonu hüsranla biten trajik olaylara maruz kalırsınız. Tüm o “zeki”, “iyi yetişmiş” , “kırk ölçüp bir kesen” kadrolarınıza rağmen, hiç yıkılmaz diye baktığınız yapıların bir anda tuzla buz olduğunu görürsünüz.

Bizler idrakinde olsak da olmasak da, hayatın kökeni “sır”dır. Ve “sır idraki”, güzellik idrakidir. Hayatımızda bir anlamı olan ve bizde iz bırakan hemen her şey; “ biz her şeyden ümidimizi kesmiş köşemizde beklerken, ansızın çıkıp gelen İlahî tecelliler”in hayatlarımız üzerinde yarattığı etkinin neticesidir. Bize şer gibi görünen her şeyde bir hayır vardır. İnsan olarak bizim misyonumuz; “sır idraki”yle hadiselere meçhûle hürmet tavrı içinde bakmak, onlardan ders almak, bilinemez ve izah edilemez olandaki hayrı görüp, mizaç hususiyetimize göre hasrımız altına almaktır. Dolayısıyla, şayet; balıkların yüzme eğitimine ihtiyacı olduğunu düşünen işgüzarlardan değilseniz, dünyanın işleyişini bedahetlerle iş yapan insanlara borçlu olduğumuz gerçeğini kabul etmeniz gerekir. Zira “İnsanın bedahetlerle iş yapıyor olması da bir bedahet… Ruhun buluşunu, muhakeme usûlü zarflıyor.” Ve “neticede, herkes, bilerek veya bilmeyerek veya bildiğini sanarak, Allah’ın kulu, Resûlü’nün ümmeti ve kadrosu olarak ‘bedahet’lerle iş yapıyor ve nasibini tamamlıyor…” (S. Mirzabeyoğlu- İbda Diyalektiği/ Kurtuluş Yolu). Dolayısıyla, her şey olup bittikten sonra, olan biteni matematik kılıfına sokup akademik araştırma diye yutturmak, modern kültürde yaygın bir uygulama olsa da, bu durum bedahetlerle iş yapıyor olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Dahası, dünyanın işleyişini bu tür araştırmacılara falan değil; sezgi sahibi, tecrübeye dayanan ve bedahetlerle iş yapan insanlara borçluyuz!

İki yüz yıldır tepeden inme yabancı, yıkıcı ve yapay müdahaleler neticesinde, toplum olarak bünyemiz kırılganlaştı. Tek ortak paydaları İslâm düşmanlığı olan kimliksiz, kişiliksiz, şerefsiz, ruhsuz bir sınıf oluştu… Dedelerinden miras aldıkları şerefsizliği, şimdilerde yeni yetme veletleri devam ettiriyor. Müslüman Anadolu insanı ise, zerre miktarı da olsa sağlam bir yaradılışa dayanan imanı sayesinde bünyesini korudu. 15 Temmuz darbe sarsıntısıyla birlikte kendine geldi, işin vahametini anladı, tarihî misyonunu kavradı ve dezavantajları avantaja dönüştürme yolunda bir istidat belirtmeye başladı. Bunda en büyük pay; bu nesillerin hamurkârlığını yapan, kalem ve kılıcın da efendisi olan “Büyük Sanatkârlar”ındır. Zira bu insanlar, Hakk’ın en güzel ve en temiz bir fıtrat üzere yarattığı kimselerdir. Akıllarını en güçlü biçimde kullanan, inancı eyleme dönüştüren, bizi cehaletimizle yüz yüze getirenler de yine bu fikir kahramanlarıdır. Bugün bulunduğumuz yere; yanlarında durmamız, korumamız ve saygı duymamız gereken bu insanlar sayesinde geldik. Dolayısıyla, malzemesi insan olan siyaset sanatçısı bunun idrakinde olmalı, risk almalı, elini taşın altına koymaktan çekinmemelidir. Gaye ve vaadlerinde ürkek davranmamalı; kararlı, inançlı, inatçı bir tavır sergilemelidir. Zira bunun aksi bir duruş, hedeflerine ulaşmasını güçleştirecek, hatta imkânsız kılacaktır…

Aylık Dergisi 148. Sayı, Ocak 2017