İstiklâl Mahkemeleri, Sıkıyönetim Komutanlığı Askerî Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemesi, Özel Yetkili Mahkemeler ve son olarak Özel İhtisas Mahkemeleri… Böyle bakıldığında, zamanın ruhuna göre hiç durmaksızın kendi kendisini yenileyen dinamik bir yargı sistemi varmış gibi görünüyor değil mi? Yok, bu tabela değişimi ruhî bir değişimin sistem, insan ve nihayet tabelaya aksi değil; bilâkis, sürekli isim değiştiren bazı dernek veya örgütlerin alfabenin her harfinden muhtelif isimler türetip, varlığını idame ettirmeye çalışması nev’inden bir iş. Türkiye’de de yargı, iktidar kimin eline geçerse hemen tabelasını değiştiriyor; fakat oligarşik düzenin bekâsı ile rejim gardiyanlığı misyonu hiç değişmiyor.
Yargı müessesesinin kapısına asılan tabelalar değişiyor da Batıcı, lâik, kemalist rejimin daha fazla kökleşmesi için mücadele eden, millet düşmanı klikler sanki statik mi kalıyor? Kafasında fötr şapka ile başlayan sürecin git gide nasıl önce kalpağa ve ardından takkeye evrildiğine şahitlik etmedik mi? Bize kalırsa, kafa karışıklığının kaynağı da burada. Herkes kafanın üstüne giyilene bakıyor da kimse bu kimin kafası, bu kafanın içinde ne var diye bakmıyor. Oysa her seferinde kendisini farklı kılıklarda sergileyen hep aynı zihniyet. 

Ergenekon, 12 Eylül, 17/25 Aralık, 28 Şubat soruşturması ve 15 Temmuz ile alâkalı açılan davaları şöyle bir gözümüzün önünden geçirelim. Bütün bu mahkemelerde sanık sandalyesinde bir kere bile Türkiye’deki oligarşik düzenin esas unsurlarından birini görmedik. Meselâ FETÖ’nün “Ananas” alışverişiyle alâkalı olarak Koç ailesinin ifadeye çağırıldığını duydunuz mu? Duymadınız. Peki, neden duymadık diye sordunuz mu? Sormadınız da.

Adaletin Satıldığı Yerde Devlet De Satılıktır
Memleketin makus talihiymişçesine, her seferinde bu tipler adında maşalık eden bazı tipler sanık sandalyelerine çıktı ve indi. En nihayetinde 15 Temmuz hariç bugün tutuklu kimse de kalmadı. 15 Temmuz ile alâkalı olarak da FETÖ’nün tepe kadrosu zaten yurt dışındaydı, zenginleri bu süreçte açılan borsada hürriyetlerini bedeli mukabili satın alarak parti parti tahliye edildi. Geriye o gece eline silah alan omuzu apoletli yahut apoletsiz birkaç sığır ile FETÖ’yü “cemaat” sanan birkaç garibandan başka kimse kalmadı. FETÖ’den tutuklu olanlardan tahliye için istenen paranın 500 bin Türk Lira’sından başladığını çevresinden duymayan kalmamıştır herhâlde.

Ya kusura bakmayın da, biz baktık baktık göremedik. Siz de yukarıdaki manzaraya bir kez bakın bakalım, acaba oralarda bir yerde, bizim gözümüzden kaçan, gizli saklı kalmış hak, hukuk, adalet gibi bir “şey”cik olsun görebilecek misiniz?

Hukukun Konusu Bunlar Değilse Nedir?
Adalet deyince her ne hikmetse çoklarının aklına katilin, ırz düşmanın ve hırsızın cezalandırılması geliyor. Buna karşılık gelir dağılımındaki adaletsizlik sanki hukukun değil de finansın meselesiymiş gibi anlaşılıyor meselâ. Hakeza bürokraside kadrolaşma, ihale tezgâhı ve siyaseten söylenen yalanlar gibi hususlar sanki hukukun değil, siyasî partilerin iç meselesiymiş gibi değerlendiriliyor. Amerika ve Avrupa tarafından fonlanan kişi ve STK’ların alenî siyasî ve askerî casusluk faaliyetleri de hukukun değil, demokrasinin meselesiymiş gibi ele alınıyor. Türkiye’den kazandığı parayı yurtdışına kaçıran ve yabancı sermaye adıyla Türkiye’ye, tam mânâsıyla, ikide bir sokup çıkarmak suretiyle servetine servet katanlar hukukun değil, serbest piyasanın meselesi olarak ele alınıyor. Milletin dişinden tırnağından arttırdığı mevduatları finansman olarak kullanıp, onlarca ihale aldıktan sonra elde ettiği fahiş gelir ile gidip İngiltere’den vatandaşlık almak için oraya yatırım yapanlar hukukun konusu olmadığı gibi izlenen bu yol farklı kesimler açısından müşterek olduğu için herhangi bir değerlendirilmeye bile tâbi tutulmuyor. Yoksul kesimin yaşadığı ucuz arazileri ellerinden üç paraya aldıktan sonra oraya yatırım yaptırıp, fiyatları uçurmak ve rant elde etmek de hukukun değil, belediyeciliğin meselesi. Hakezâ çocukları dağa kaçırılmış ailelerin vaziyeti hukuku değil, bu durumun popülerliğinden istifade etmeye çalışan akbabalar ile magazin medyasını alâkadar ediyor. 

Saydığımız ve saymadıklarımızla beraber bu meselelerin tamamının devletin varlık sebebi olan düzen ile alâkalı olduğu ve devlet müessesesinin daha kendisini birinci dereceden alâkadar eden hususlarda bile nizâmını tesis edecek bir hukuku, adaleti bile olmadığını görmek, ne kadar acı değil mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan sık sık söyler, “burası kabile değil” diye. Kabile ile devlet arasındaki nüans, yukarıdaki hukukî meselelere hukuk nazarında bakabilmek yahut bakamamak değil mi? Eskiden kabile neyse bugün de çete o. Kusura bakmayın ama belki de dünyanın en kalabalık kabilesini yahut en küçük çetesiyle düşmanca idare edilmeye çalışılan koskoca bir milleti teşkil ediyoruz; fakat hukuk varmış gibi yapıldığı için burası devlet sayılıyor.
Böyle söyleyince, bu vaziyetin yalnız son 15-20 senenin meselesi olduğu da zannedilmesin. Kuruluşundan bugüne dek Türkiye Cumhuriyeti’nin en istikrarlı olduğu konudur adaletsizlik. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri sayıca belli bir zümrenin idaresi altındaki çete olmaktan öteye geçip, devlet olma liyakatine henüz erebilmiş değildir. 

Kangren ve Tuz
Kangren olmuş bir uzvu, meselâ kolu ele alalım. Bünyenin hayatiyetini muhafaza etmek için kangren olmuş kolun kesilip atılması mı gerekir, yoksa kokmasın diye tuzlanması mı? 

Adaletsizlik temeli üzerine bina edilmiş bir hukuk sistemini, yargılama metodundaki süreçleri tashihe giderek felâha kavuşturmak mümkün değildir.

Kokmasın diye kangren olmuş bir kolu tuzlamakla, bugün Türkiye’de adaleti tesis etmek iddiasıyla gerçekleştirilen yargı reformu arasında zerre-i miskal fark yoktur!

“Bekâ meselesi”, “bekâ meselesi” deyip duruyorlar. Buyurun size en temel bekâ, Hazret-i Ömer’in mülkün, yani devlet düzeninin temeli dediği, adalet meselesi.

Biz isterdik ki fikir, ahlâk, hukuk, hukukun kaynağı ve gayesi, adalet, nizâm gibi hakiki meseleler üzerinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve bunun yargı müessesesi üzerine konuşalım. Tabiî bunlar olmayınca üzerine de konuşulamıyor ve mesuliyet bu yokluğun ihtar edilmesi oluyor. Yâni yangın çıkmış bir binada ateşi söndürmeye girişmeden evvel içeridekileri yangınla alâkalı ihtar etme mesuliyeti gibi... Geçen hafta ele aldığımız, idrak meselesi… 

Kokuşmuş kanunları ve yozlaşmış kadrosuyla baştan sona sefalet arz eden hukuk sistemi.

Bu kol ya kesilir ve senelerdir çete ile devlet arası bir berzahta kıvranan bu müessese hakiki mânâda devletleşir yahut çürümüş, kokuşmuş uzuvları tuzlamaya devam eder ve bu müessesenin ölüşüne ve yeni bir hakikisinin doğuşuna şahitlik ederiz. Dikkat ediyorsanız her iki yol da aynı kapıya çıkıyor. Selçuklu’nun yetiştirdiği büyük devlet adamı Nizâmülmülk’ün dediği gibi; “Küfür ile belki amma zulüm ile payidâr kalmaz memleket.”

Baran Dergisi 663. Sayı