Hadiselerin seyri bize gösteriyor ki, insanlık tarihinin bugüne dek görmediği kadar büyük ve şiddetli bir savaşa doğru adım adım ilerliyoruz. Allah Resûlü’nün şahitliği ile sabit olan bu savaştan kaçınmak da mümkün değil. Ha, o savaş bu savaş mıdır, Allah bilir! Ne var ki dünya çapında bir hesablaşmanın artık kapıya dayandığı açık. Dünya müesses nizamı ile aktüel şartlar arasında bir dengesizlik söz konusu. Müesses nizam, insanlığın meselelerine sahtesinden bile olsa çözüm üretmek noktasında tıkanmış vaziyette. Dolayısıyla bu dengesizliğin giderilmesi ve terazi kefelerinin yeniden dengelenmesi gerekiyor. Aslında İkinci Cihan Harbi bu dengenin sağlanması için yapılmıştı; fakat kazanan tarafın insanlığa sunacak, yaşanmaya değer bir hayat modeli olmadığı için, aradan geçen zaman zarfında insanlığın meseleleri çözüme kavuşmak yerine derinleştikçe derinleşti.

Geçtiğimiz senelerde kaleme aldığımız bir yazıda bahsetmiş ve demiştik ki; henüz vekâleten sürdürülen Üçüncü Dünya Savaşı’nı sona erdirmek için, dünya çapında bir barış konferansı düzenlensin ve global adaletsizliğin kaynağı hâline gelmiş bu düzen dağıtılıp, çağın gerekleri icabınca yeni bir düzen tesis edilsin. O zaman böylesi bir girişimde bulunulmadığı gibi, geldiğimiz noktadan baktığımızda görüyoruz ki artık böylesi bir imkân da söz konusu değil. Tren çoktan kaçtı...

Batı, kurmuş olduğu ekonomik sistemde açık hesaba çalışmayı ve hatta bu açık hesablardan büyük büyük balonlar inşa etmeye o kadar alıştı ki, meydana gelen krizlerden sonra bile bu hatadan dönme gereği duymadı. Bu alışkanlık, siyasetlerine de yansıdı. Doğrudan yahut vekâleten de olsa müsebbibi oldukları, ekonomik yahut askerî vahşetin bedelini bir gün nakden ödeyecekleri hiç ama hiç akıllarına gelmedi. İşte, görünen o ki, tüm bu hesabların bir bir görüleceği günün şafağında bulunuyoruz.

Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya ve son olarak Çin ile beraber neredeyse bütün dünyanın Suriye’de müdahil olduğu savaş bize bunları hatırlatıyor. Dışımızdaki gelişmeler bu istikâmette cereyan ederken şimdi kendimize dönelim.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinden iktibasla:
Hadîs: Ben melhame Nebisiyim!”; kendisini diğer Peygamberlerden ayıran bir husus bu... Dış’a ve iç’e doğru cihad; kılıçla ve kendi nefsi ile ki, “Büyük Cihad” diye nitelenen. İkisi de, ister istemez, içiçe, ve derecelerde...

Dışa ve içe doğru cihad... Bu bir tarafıyla ferdî, diğer tarafıyla içtimâî... Devlet, milletin kurmuş olduğu en büyük müessese olarak, her iki cihaddan da mes’ul.

Dışa doğru cihadda bizi muzaffer kılacak olan içe doğru cihad olduğuna göre, gelelim Türkiye’nin “oluş” meselesine.

Türkiye’nin devlet müessesesi enstrümanlarının mevcud hâliyle içinde bulunduğumuz konjonktüre göre tertib edilmediği açık. Devlet başkanı ile başlayan değişim sürecinin illâki devlet teşekkülünün de yeniden kurgulanmasıyla sürdürülmesi gerekiyor. Meselâ Türkiye Cumhuriyeti üniter devlettir ve bu, anayasanın değiştirilemez olduğu iddia edilen üçüncü maddesiyle peşin kabuldür. Şimdi bu anlayışı bir kenara koyalım ve reele bakalım. Anadolu, bünyesinde birçok milleti barındıran bir toprak bütünü. İçinde ve tabiî uzantılarında, çeşitli milletlerden insanlar yaşamakta. Türkiye Cumhuriyeti, coğrafyanın tabiî müşterek paydası olan İslâm yerine, ancak bir alt başlık olan Türklük paydası üzerine kurgulandığından, diğer milletlerin dışarıdan müdahalelere açık hâle gelmesine sebeb teşkil ediyor. Son yıllarda Kürtler üzerinden kurgulanmak istenen neredeyse bütün oyunlarda, bu vaziyetin doğurduğu sıkıntıyı defaatle tecrübe ettik ve etmeye de devam ediyoruz. Afrin’de verilen savaşı da bu bakımdan değerlendirmek gerek. Diyelim ki Afrin’i düşürdük, sonra ne olacak? Yahut diyelim ki bütün Irak ve Suriye’nin kuzeyini düşürdük, sonra ne olacak? Oradaki insanlar bir beklenti içinde ve Türkiye Cumhuriyeti bu beklentiyi karşılamaktan çekindiği için, başkalarının vaadlerine yöneliyorlar. Peki, biz bu insanlara ne vaad ediyoruz? Şimdi bir diğer bakımdan meseleye yaklaşalım. Türkiye’deki bir kısım azınlığın çok çıkan sesine aldanmadan İslâmî bir düzene geçtiğimizi ve Anadolu’nun Güneyindeki bölgede de Büyük İslam Devleti’nin bir parçası olarak özerk bir bölgenin tesis edildiğini farz edelim. Bunun adı azalmak mıdır, yoksa çoğalmak mı? Biz buradan açık açık söyleyelim, bölgede yaşayan kardeşlerimiz kendilerine sunulacak böylesi bir imkân karşısında kendi içlerindeki hainleri bizzat kendi elleriyle temizleyeceklerdir. Ülkücü hareketin lideri Devlet Bahçeli’nin de artık karşı karşıya olduğumuz meselenin ciddiyetini kavraması ve Türkiye’de müşterek tek payda olan İslâmî idareye geçişe hizmet etmesi, bunun önünü açması gerekiyor. Bu ülkede milliyetçilik, artık bir noktadan sonra ırkçılığa dönüyor ve bu da emperyalistler için gayet kullanışlı bir ortamın oluşmasına yol açıyor. Problemlerimiziz halli için evvela bu tesbitin yapılması lazım.

Bir diğer mesele de tabiî ki hâlen çözüme kavuşturulamamış olan ekonomik düzen. Millet çalışıyor, savaşıyor, didiniyor, dişini sıkıyor, sabrediyor ve tüm bunun karşılığında hâlen belli bir zümre tek başına kazanmaya devam ediyor. Bu öyle bir çelişkidir ki, son dönemde milletimizi bir araya getiren o ruhu bir lahzada dağıtmaya yeter de artar bile. Türkiye ekonomisini, kendi cebine para akıtmaya mahsus bir huni gibi kullanan kan emici TÜSİAD ve avanesinden bu memleketin bir ân evvel kurtulması icab ediyor.

Yalnız bu iki bahis değil elbet. Tüm bunları birbiriyle verimli kılmak için de “şuna dikkat etmek lâzım: Gaye ve esas sabit olmak, asıl ona tâbi olmaya iç ve dıştan yol açmak, bu çerçevede de metbu durduktan sonra, bütün münasebetler bu kâr ve zarar hesabı etrafında SİYASÎ bir mahiyet arzeder. Siyaset, bir kaz inadı meselesi değildir; “en küçük çaplar içinde bile doğru siyaset”in, asıl ve fikirde sabit olduktan sonra bir mânâsı da budur... Nasıl ki, kâfir topluluklar bile, “imânda zorlama olmaz!” ölçüsünden sonra Ehl-i Sünnet’in kendilerine tâyin ettiği hadler ve haklara tâbi olurlar, onlara metbu olunur. Bu, onların küfrüne razı olmak demek değildir. Selçuklular’ın İslâm’ı kabul ettiği coğrafya ve kavimler harmanının gözönünde tutulması, daha sonra daha olgun şartlarda bayrağı teslim alan Osmanlı’nın 4 kıtada nasıl çeşitli coğrafya ve din sahiblerini, bunların uyumu muhtar idarelerin kuvvetli bir merkeziyetçilikle mümkün hakikatini gösterdiğini hatırlayalım. GAYE ve ESAS, yâni ASIL, bunu temsil iddiasında olanların da doğru ve eğrilerini de gösterecek olandır... Bizden olmayanların her türlüsüne söyleyeceğimiz de budur: Sen ASIL’ın ne, ondan haber ver... Müslümanlara: Bana, İslâm’ı hâkim kılmaktan bahsederken, imânın senin, eşya ve hâdiselere tatbik edeceğin İdeolocya manzumenden - fikirde ne yaptın, ne yapıyorsun onu göster... Bana, Ehl-i Sünnet dışında ve bâtın yolu inkarıyla bu gerçekleşir mi, bunun cevabını ver...” (Ölüm Odası B-Yedi – Salih Mirzabeyoğlu)

Hâsılı kelâm, büyük ve küçük cihad içiçe... Tüm meselelerin bir bütün hâlinde birbiriyle iç içe bir sistem meydana getirdiği gibi....

Allahu âlem, Melhame-i Kübra’nın eşiğindeyiz ve aslına bakacak olursanız olmamak gibi bir durum söz konusu değil. İllâ ki olacak. Bütün mesele, kimin bu oluş sürecinde kendisine rol bulacağı ile kimin bu süreçte kendisini helâk edeceği...

Baran Dergisi 579. Sayı