Abdullah Bey, sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
2013 yılında Gazi Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları bilim dalında tezli yüksek lisans eğitimine başladım ve şu an bu bölümde tez dönemi öğrencisiyim. Lisans dönemimde başlayan İran ile ilgili uzmanlaşma hedefimden dolayı 2015 yılının Eylül ayında ikinci bir yüksek lisans eğitimi için İran’a gittim. İlk yılımı Gazvin şehrinde İmam Humeyni Üniversitesi’ne bağlı dil merkezinde geçirdim ve burada dil eğitimini tamamladıktan sonra Tahran Üniversitesi Siyaset Bilimi anabilim dalı-İran Çalışmaları bilim dalında tezli yüksek lisans eğitimine başladım. Şu an bu bölümde eğitimime devam ediyorum. Akademik olarak Ortadoğu ve İran çalışmaları ile ilgileniyorum.

“Modern İran”
İran’ın toplum yapısı ve sosyal hayatına dair gözlemlerinizle başlayalım?
Başkenti ele alarak başlayalım; Tahran, 13-14 milyon nüfusu olan, sosyal ve siyasi her kesimden hüviyete sahip insana rastlayabileceğimiz büyük bir metropol. Şehir, “payinşehr” ve “bâlâşehr” yani aşağı ve yukarı şehir diye iki kısma ayrılıyor. Bu durumu sosyolojik olarak da değerlendirebiliriz. Aşağı kısımda ekonomik anlamda alt gelire sahip, eğitim seviyesi düşük hatta eğitimsiz kesimin bulunduğu bir bölge. Yabancıların, “o taraflara fazla gitmeyin, hırsızlık vakalarıyla karşılaşabilir, yolunuz kesilebilir” şeklinde sık uyarıldığı görülür. Yukarı şehirde ise lüks bir hayat vardır. O kadar ki Avrupa’nın lüks şehirlerini hatırlatır. Giyim-kuşam, ev ve mekânlar, alışveriş ortamları, araçlar geniş ölçekte lükstür. Ülkenin dış dünyadaki imajının aksine kadınlar ön plânda. Örneğin üniversitede %48 bayan %52 erkek okuma oranına sahip, sokaklarda Bayan şoförlere çok daha fazla rastlamak mümkün. Kendi yaşadığım Bir anekdotu aktarayım; İran’da üniversite yurtlarına kayıt aşamasındayken ilgililere kimlik bilgilerimi arz ettim. Bizim pasaportlarda geçerli olduğu şekliyle soyadımla birlikte eşimin soyadını da aynı verdim: Sayın… Hayır dediler ve eşimin asıl soyadını sordular. O an anlayamadım tabi. Tekrar ettim. Israr sürünce anlaşıldı durum ve izah ettim bizdeki teamülü. İlgili büroda dört kadın çalışıyordu. Diğer kadın çalışanları da büyük bir hayretle çağırdılar hemen. “Bakın görüyor musunuz?” deyip beni işaret ettiler. “Eşinin soyadı zorla vermiş” dediler. “Bu hareket kadının kimliğini toplum içinde eritmektir, neden böyle bir şey yaptınız, ne baskıcı bir toplum” şeklinde ilginç bir tepki verdiler. Şiraz’da, Mazenderan’da, İsfahan’da Fars ve Azeri ailelere misafir oldum. Bizim doğu toplumunda göze çarpan misafirperverliği ileri düzeyde gördüm. Evlerde çay-yemek faslında kadınlarla birlikte erkeklerin de, hatta daha çok erkeklerin hizmette bulunduğunu gördüm. Vaziyet beni, şaşırttı. Sebebini sorduklarında izah edince “öyle şey olmaz, hayat müşterektir” dedi evine misafir olduğumuz kadının kocası. Bu söylediğim gezip gördüğüm ve duyduğum kadarıyla tüm eyaletlerde geçerli bir durum. Tahran ülkenin en kozmopolit şehri iken farklı şehirlerin farklı kimlikleri ile ön plana çıktığını görürsünüz İran’da. Mesela kuzeybatı bölgeleri daha çok Azeri Türklerinin yaşadığı bölgelerdir. Kürdistan eyaletinde ekseriyetle Kürt nüfus yaşar. Ülkenin güney batısında ve Ahvaz bölgelerinde daha çok Araplar yaşar. Güneydoğu bölgelerinde ise Lorlar ve Beluclar, Loristan ve Belucistan eyaletlerinde yaşamaktalar. Kuzey bölgelerde ve güneyde Şiraz civarında Türkmen nüfusa rastlanır. Mesela Şia inancının sekizinci imamı olan “İmam Rıza”nın türbesi Meşhed’dedir. İlim havzası olarak adlandırılan ve Şii din adamlarının yetiştiği yer olan Kum şehrinde Şii kimliği ön plândadır. Bu bağlamda sosyal anlamda daha çok dar gelirli veya zengin kesimin varlığı hemen göze çarpar. Orta kesim yok denecek kadar azdır. İnkılap meydanında bineceğiniz taksilerin ekseriyetinin şoförü, taksiciliği ikinci bir iş olarak yapıyordur, hatta yüksek lisans ve doktora mezunudur. Birçok etnisiteyi içerisinde barındıran bir coğrafya olması hasebiyle de her bölgede farklı kültürel dokulara rastlamak mümkündür. Toplum genel mânâda edebiyat ile ilgilidir ve sokakta dahi rastlayacağınız birçok kimse Hafız, Sadi Şirazi, Mevlana’nın eserlerinden birçok beyit/dörtlük okur size.

“İranlılık Kimliği”
Şiiliğin hakim olduğu şehirler? Mesela zaman zaman ülkedeki sünni kesimin öncülerinden baskı veya şiddet görüldüğüne dair mesajlar haber oluyor?
Hem etnik hem de mezhep anlamda baskı durumları söz konusu olabiliyor. Dini ve mezhebi azınlıklar en nihayetinde İran anayasasında koruma altına alınmış olsa da yaşanmıyor değil. İran anayasasında dini azınlık ve inanç hakları açısından üç din zikrediliyor. Bunlar; Hristiyanlık, Zerdüştlük ve Yahudilik. Şia İran’ın resmi mezhebi, diğer İslâm mezhepleri de müsamaha dairesinde kabul ediliyor. Yoğun bir tektipleştirme olduğu söylenemese de baskı unsurlarıyla karşılaşıldığını söyleyebilirim. Etnisiteler daha çok “İranlılık” kimliği altında toplanmak istenmektedir. 1.6 milyon kilometre karelik yüzölçümünde yaşayan tüm kimlikler İran milliyetçiliği etrafında kabul edilir. Mesela İran’da eyalet isimleri doğu-batı olmak üzere Azerbaycan mevcut, Kürtlerin yaşadığı bölgelerin ismi Kürdistan, Lorların yaşadığı yer Loristan, Belucların bölgesi Belucistan olarak geçer. Ancak Şah döneminden kalan bir İranlılık paydasında buluşma isteği vardır ve tüm unsurlardan “İranlılık” kimliğini ifade etmesi istenir. Bu nedenle bu unsurların eğitim-öğretiminde de bu açıdan sıkıntılı haller yaşanıyorken etnik kimlik talepleri de sınırlandırılabiliyor. Mezhep olarak da böyle. Ruhani’nin seçimlerde bu özgürlükler alanında bu hususlara dair verdiği vaatler bu tür sıkıntıların yaşandığına delil olarak gösterilebilir.

“İran Milliyetçiliği”
Dış dünyadan herhangi bir tepki ve etkiyle karşılaştıklarında milliyetçi refleks beliriyor. Fars milliyetçiliği hakkında gözlemlerini paylaşabilir misin?
Birçok İranlıyla bu mevzuyu konuştum. Taksi yolculuklarımda, kahvehanelerde özellikle bu konuyu konuşmaya çalışırım. Hepsinin ortak görüşü aynıdır. Daha modern bir yaşamı arzulayan İranlılar kendi modernite anlayışları çerçevesinde Zorunlu Örtü, alkolün serbest olması, eğlence mekanlarının serbest olması meselelerinde eleştirirler rejimi. Ancak bunları dışarıdan bir el ile değil biz kendimiz hallederiz diyorlar. 1953’teki Başbakan Musaddık’ı düşüren ABD darbesinden bu yana Amerikan karşıtlığı İran’da çok güçlüdür. Özellikle “Arap Baharı” olarak nitelendirdiğimiz süreçte İran’ın kendi içine yönelik provokasyon veya herhangi bir müdahaleye izin verilmeyeceğini rejim muhaliflerinde bile görüyorsunuz. Mesela kendisinden ders aldığım Sadık Zibakelam hoca var. Tahran Üniversitesi’nde reformist kesimdendir. Bir makalesinde “Rejimi en çok eleştirenlerden biri ben olsam da, ülkemizdeki aksaklıkların hep birlikte çözüleceğine inanıyorum” diye bir ifadesi geçer. Son yaşanan bu olaylarda Ahmedinejad ve önceki cumhurbaşkanı adayı İbrahim Reisi’nin de içeriden yönlendirmelerinin olduğu iddia ediliyor. Ancak toplum ABD, İsrail veya Suudi Arabistan’ın İran içine yönelik açıklamalarını veya Arnavutluk’ta yapılandırılan Halkın Mücahitleri Örgütü’nün mesajlarını dikkate almıyor. Bu tür açıklamalar yapıldığını görünce haklı taleplerle sahada bulunan birçok İranlı geri çekildi, üçüncü günden sonra meydanlarda sadece ekonomik problemlerle değil rejim karşıtlığı ile meydanda bulunanlar kaldı. Olaylar hızlı bir şekilde büyüse de hızla sona ermesinde Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin itidalli açıklamaları ve ülke dışından yapılan açıklamalar etkili oldu. İran halkı “tamam birtakım ekonomik sıkıntılarımız var ancak yabancı müdahalesine geçit vermeyiz. Bunu biz rejimden istiyoruz” dediler. En büyük tepki doğuran vakalardan biri de İran bayrağının yakılması görüntüsüydü.

“Yeni Kuşak Göstericiler”
İran nüfusunun büyük çoğunluğu 30 yaşının altındaki gençlerden oluşuyor. Bundan önceki gösterilere göre oldukça farklı bir tabloyla karşılaştık. “Ruhani’ye, Hamaney’e ölüm, ne işimiz var Suriye’de, Yemen’de” şeklinde sloganlar atıldı. Bu farkı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet bu sloganlar atıldı. Yalnız “Yeşil Hareket” olarak adlandırılan hareketin öne çıktığı 2009 gösterilerinden farkını birkaç noktadan ele alabiliriz. İlki göstericilerin genel profili. İkincisi, hem siyasi hem de ideolojik anlamda farklılıklar var. 2009’da ideolojik bir zemin söz konusuydu. Siyasi taleplerle meydana çıkılmıştı. Onları her iki açıdan yönlendiren kadroları, liderleri vardı. Mehdi Kerrubi, Mir Hüseyin Musevi vardı ki bunlar hâlâ ev hapsinde. Ruhani bunların hukuki durumları için de vaatlerde bulunmuştu. Ancak rejim buna izin vermedi. 2009’da milyonlarca insan katılmıştı. Sadece Tahran’da bir milyon insandan fazla kalabalık vardı. İçişleri bakanı Rahman Fazıli’nin verdiği rakamlara göre son gösterilere 40 bin civarında katılan olmuş. Sadece Tahran’da değil, İran’ın taşra eyaletlerinde toplandılar. Bir de 2009’da Obama’nın ülke içine dönük desteği olmamıştı. “Bu İran’ın iç sorunudur” demişti. Trump ise ilerleyen günlerde “İran halkı” diye nitelendirdiği katılımcıları “göstericiler” olarak adlandırmadı. Bütün bir halkın katılımı olarak yansıtmaya çalıştı. İçişleri bakanı, “göstericilerin büyük çoğunluğunun 20-25 yaş arasında olduğunu ifade etti. “Sistem ve rejimin değerleriyle yakından bağının olmadığı anlaşılıyor” şeklinde değerlendirildi. İran devriminin sosyolojisini yaşamamış, 2000’lerden önce ülkeyi ayağa kaldırmak için hangi bedellerin ödendiğini bilmeyen bir kuşak. ABD veya İsrail’in İran’a yönelik politikalarının farkına varamamış gençlerden oluşuyor. Rejimden beklentileri Batı’ya daha çok entegre olmak. Rejimden “bu gençlerin beklentileri anlıyoruz” açıklaması gelse de durum bu. Öte yandan taşkınlık ve yakıp yıkma girişiminde olanların cezalandırılacağını da eklediler.
“Velayet-i Fakih-Devrim Rehberi”
İran’da Ayetullahların otoritesi yanında parlamenter sistem de söz konusu. Ancak sosyal, hukuki veya siyasi reform durumlarında her iki yapı arasında krizler yaşandığı dikkatlerden kaçmıyor. Bunu hangi sebeplere bağlayabiliriz?
Bu krizlerin ve tıkanmaların ana sebebi olarak sistemin özüne ait yapısal bir sorundan bahsedilebilir. İran’da tüm güçleri elinde tutan ve müesses nizam olarak nitelendirilen bir yapı var. Bu nizamın üç unsuru var. İlki Velayet-i Fakih. Devrim’in rehberliğini üstlenen, Şia mezhebinin dini lideri anlamında değil, çünkü anayasal tanımı buna izin vermiyor. Ancak “devrim rehberi” konumunda gösteriliyor. İlk rehber Ayetullah Humeyni’ydi, ikinci ve şu an 90’lardan bu yana Ali Hamaney bu görevi yürütüyor. Anayasal olarak elinde bulundurduğu yetkiler çerçevesinde en baskın otoritedir. Anayasanın 5.-57-107.-109. ve 110. Maddelerinde açık bir şekilde velayet-i fakih yani “devrim rehberi”nin tüm yetki ve donanımlarına atıfta bulunulmuştur. İkinci kuvvet ise “devrim muhafızları ordusu”dur. İran’da iki ordu var. İlki Ulusal Ordu. Rejimle daha organik bağlara sahip olan ve İran’daki karar alma merkezlerinden birisi olan Devrim Muhafızları Ordusu ise devrimin sahiplerinin korunması ve devrime gelebilecek tehditlere karşı direkt Devrim Rehberi olan Hamaney’e bağlıdır. İran’ın ekonomisinin yüzde 40’ını elinde tuttuğu iddia edilir. Üçüncüsü ise yargı mekanizmasıdır. Devrim Rehberi’nin yetkileri ile ilgili 110. Madde de özetle şu açıklamalar yer alır; üst düzey atamalarda, seferberlikte, reformlarda, af durumlarında, görüş ayrılıklarını gidermede, nizamın maslahatını belirlemede, “İslam Cumhuriyeti”nin genel siyasetini belirleme durumlarında Velayet-i Fakih yetkilidir. Cumhurbaşkanı ise daha sembolik yetkilere sahiptir. Örneğin Cumhurbaşkanı Velayet-i Fakih makamında bulunan kişi tarafından azledilebilir. Diğer bir yandan 1979 yılına gidecek olursak İran devriminde sadece İslami kesim yer almadı. Sahada Milliyetçi ve Sosyalist kesimlerin de ağırlığı vardı. O dönemde Humeyni, hem teokrasi hem de demokrasinin birlikte yaşayabileceği, İslâm’ın demokrasiden bağımsız olmadığını önceleyen bir sistem oluşturdu. Ancak bugün yaşanan sorunlar İran’da bu sistemin sorunlu bir yapı arz ettiğini gösteriyor.
“Rüşvetçi-Hain Cumhurbaşkanları”
Üst düzey bürokraside rüşvet ve yolsuzluğun had safhada olduğu gizlenemiyor ancak sistemden taşan ahlâki yozlaşma çok tartışılsa da tam olarak açıklanamıyor?
Rüşvet İran’ın başına bela olan vakalardan biri. Ruhani’nin seçim döneminde bu hususta da açıklamaları vardı. Bununla birlikte Ruhani rejimin asli unsurları tarafından kabul görmeyen bazı reform vaatlerinde bulunmuştu ancak seçimlerden sonra bu konuda adım atmak istediğinde Ruhani’nin kardeşi yolsuzluktan içeri alındı. Bu gelişmeden sonra Ruhani atacağı reform adımlarından vazgeçti. Eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın adı da rüşvet davalarıyla anılıyor. Onun gibi rüşvet davalarında adı geçen birçok üst düzey bürokrat da ülke gündeminde. ABD’de yargılanan Zarrab benzeri bir Babek Zencani davası var. Rejime milyar dolarlarca borcu var ve henüz ödeyememiş ancak hakkında idam hükmü verildi. Borcunu ödeyince asılacak deniliyor. Ancak elindeki bilgilerden ve bağlantılarından dolayı yaklaşık bir yıldır koz olarak elde tutulması söz konusu. Ahmedinejad döneminde verdiği rüşvetlerden ötürü yargılanıyor. Kabinesinin birçok üyesi rüşvet nedeniyle yargıda. Ahmedinejad son dönemlerde Yargı kurumuyla çatışıyor. Oysa müesses nizamın parlatıp destek verdiği bir isimdi. Ancak son gösterilerde adının geçmesi ve son dönemlerde müesses nizamla girdiği yoğun çatışma durumu nedeniyle tutuklandığını duyarsak şaşırmamalıyız. Daha önce cumhurbaşkanlığı görevinde bulunmuş Rafsancani, Hatemi, Ahmedinejad ve şimdi Ruhani. Bunların hepsi ilginç bir şekilde hainlikle anılıyor.

“Merci-i Taklit”
İran’da “merci-i taklit” denilen, dini meselelerde “içtihad” veren, dini hüküm veren otoriteler var. Halkın her kesiminde farklı farklı “taklit merci”lerine başvuruluyor ve onların çıkardığı hükümlere uyuluyor. Fetva makamında olan bu taklidi mercilerin ve Devrim Rehberi olan Hamaney’in rüşvetin haram olması hususunda görüşleri var. İslami bir sistemde zaten bunun normal karşılanması düşünülemez ancak sistem içerisindeki çeşitli bağlantılar, ihaleler, yurtdışı bağlantıları vb. durumlar beraberinde bunu getiriyor.

Afrika, Balkanlar, Arap yarımadası, Asya, Suriye’de görülen Şii yayılmacılığı mı, Fars emperyalizmi mi, yoksa ikisi bir arada mı? Bölgede sık sık tepki toplayan İran politikasına temas edecek olursak?
İran’ın bölgede ve bölge sınırlarının dışında belli bir yayılma gücü, çıkarlarını savunan bir sistemi var. Bu bağlamda belli değerlendirmelerde bulunurken aynı yargıları farklı ülkeler için meşru karşılayıp İran için veya farklı bir ülke için Emperyal/kaotik bir düzen arayışı içinde şeklinde tanımlamak tutarlı bir yaklaşım olmaz. En nihayetinde İran da dünya üzerinde çıkarlarını önceleyen diğer tüm devletler gibi bir devlet. Türkiye, özellikle Arap Baharı’nın başladığı 2010 yılının sonlarına kadar bölgedeki ilişkilerini ve etkinliğini güçlendirirken attığı adımlar dışarıda birçok ülke ve uzman tarafından “neo Osmanlıcılık” olarak adlandırılıyordu nitekim. Evet biz Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan ve geçmiş yıllardaki derin kültürel bağlarımızın olduğu bu topraklarda sömürge ve emperyal amaçlarla değil, etki sahamızı ve karşılıklı gelişmemizi baz alan bir amaçla bulunuyoruz. Mevzubahis bölgelerle olan ilişkilerimiz de bu düşünceye delil olarak yeterli bence. İran için de reelpolitik anlamda düşünürsek; güvenliğini sınırları dışında gözetleyen, bunun için sınırları dışında yayılmak gerektiğine inanan bir rejim var.

İran’ın Yayılma-Savunma Stratejisi
Kendi söylemlerinde ve devlet görüşlerinde anlaşılır bir durum olabilir. Tabi diğer bir yandan özellikle Sünni kesimin tepki gösterdiği olayların başında, Irak ve Suriye’deki İran politikasının yıkıcı tesiri var mesela… Örneğin Suriye’de yaşanan olaylarda Tahran Üniversitesi Profesörü Sadık Zibakelam, İran’da rejime şöyle bir eleştiride bulundu: “Siz Arap baharını haksızlıklara başkaldırı ve “islami bir başkaldırı” olarak nitelerken Suriye’deki zulme başkaldırıyı fitne olarak gördünüz.” İran’da rejim yetkilileri Yemen için şunları söylüyorlar: “Biz burada karışıklık çıksın istemeyiz ama Suudiler burayı karıştırıyor.” Örneğin Lübnan’daki Hizbullah üzerinden sürdürdüğü varlığını İsrail tehdidiyle açıklıyor. Diğer bir yandan İran’ın Pers dönemi coğrafyasının sınır ve gücüne tekrar ulaşmak, yeniden hakim olmak amacında olduğu iddiası mevcut. İran’ın Ortadoğu’daki yayılmacılık fikri ise şu cümlede saklı aslında: “İran’ın savunması Tahran’da, Hürremşehr’de (İran-Irak savaşının sınır bölgesi) değil; Şam’da, Sana’da, Lübnan’da başlar.” Bu cümle dikkate alındığında İran’ın sınır dışı operasyonlarının mahiyeti anlaşılır. Irak, Yemen ve Suriye’de milis kuvvetleriyle verdikleri savaşın anlamı bu. Esad’a verilen destek, Suudilere karşı Yemen’de Husilere, Lübnan’da Hizbullah’a, Irak’ta Bağdat yönetimine verilen destek bu stratejinin eseri. Suudiler Yemen’de etkisizleştirildiğinde Yemen de aynı süreci yaşayacak. Bu da sözkonusu bölgelerde sadece “güvenlik”e değil, yayılmaya da işaret. Bölgedeki şii nüfusun üzerinden hareketle yumuşak güç kullanımına gidiliyor. Afrika’da İran’ın çok büyük çalışmaları var. Nijerya örneğin. İran’ın Balkanlarda lobileri var. İran büyük bir devlet olarak savunma içgüdülerini gösteriyor. Normal karşılanan bu yayılmacılığın arkasından yıkımın da geldiği bir gerçek...

Röp: Cumali Dalkılıç

Baran Dergisi 574. Sayı