Okurlarımızın tanıması açısından soracak olursak, Ramazan Akkır kimdir? Akademik hayatınız, gazeteciliğiniz ve kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?
2003 yılında Çukurova Üniversitesi’nden mezun oldum. 2007 yılında “Türkiye’de Din ve Muhafazakârlık: Turgut Özal Örneği” adlı tez ile Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansımı, 2016’da da “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Din Politikaları ve Kendi Tabanının Bakışı” isimli tez ile Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktoramı tamamladım. Yeni Şafak, Star, Milat gibi farklı gazetelerde ve popüler veya akademik dergilerde yazılar yazdım. Yazmaya devam ediyorum. “Türkiye’de Muhafazakârlık”, “17-25 Aralık’tan 15 Temmuz’a FETÖ”, “Onbeşlikler: Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar” ve “AK Parti ve Yükselen Türkiye” adıyla yayımlanmış dört kitabım bulunmaktadır. Din-siyaset ilişkisi, muhafazakârlık, Sol, Alevilik, tasavvuf gibi sosyal bilimlerin farklı konuları ile ilgilenmeye çalışıyorum. Şu anda Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi’nde akademik çalışmalarıma devam ediyorum.

Sanıyoruz ki, Fransa’da 37 haftadır devam eden Sarı Yelekliler protestolarını derinlemesine bir tâbi tuttuğumuzda protestoların sadece ekonomik problemlerden kaynaklanmadığını görürüz. Fransa’yı bu denli uğraştıran bu protestoların sosyolojik temellerinden bahsedebilir misiniz?
Öncelikle bu sorunuza ilginç dönemlere şahitlik ettiğimizi belirterek cevaplamaya çalışayım. İlginç bir dönemde yaşıyoruz. Sarı Yeleklilerle başlayan eylemler, yeni bir dünyanın kuruluşunun işaretidir. Tarih bize göstermiştir ki ekonomi veya ekonomik durum sadece “aysberg”in görünen kısmıdır. Adaletsizlik, zulüm, eşitsizlik ve barbarlık üreten kapitalist sistemin kıyameti kopmak üzere. Bunu şunun için söylüyorum; insanlık, tarihin hiçbir döneminde bu kadar zulüm ve barbarlığa şahit olmamıştır. Ekonomik eşitsizlik, bu derece görünür hale gelmemiştir. Zulüm bu kadar alenileşmemiştir. Bakınız, tepkiler, sadece Fransa’da değil, Avrupa’nın genelinde artarak devam ediyor. Daha da artacaktır. Maalesef, siyasetçiler ve politika üreticileri günü kurtarmaya yönelik politikalarla çözüm üretmeye çalışıyor. Bu sorunun öyle günübirlik reçetelerle çözülebilmesi pek mümkün görünmüyor. Avrupa’nın birçok ülkesinde ekonomik alanda ciddi yapısal problemler var. Uzun soluklu eylem planlarına ihtiyaçları var. Bilinen bir gerçek de şu; Avrupa yaşlanıyor ve genç nüfusu gittikçe azalıyor. Bunun ile beraber insani değerlerden de hızlıca uzaklaşan bir Avrupa var karşımızda. Mültecilere yönelik artan öfke bunun bir göstergesi. İflas eden Avrupa ve Avrupai değerlerin ölüm ilanıdır. Tüm bu unsurlar, Avrupa’nın dinamizmini kaybetmesine neden oldu. Olmaya da devam ediyor. Aslında tüm bunlar sadece madalyonun bir yüzü. 

Peki, madalyonun diğer yüzünde ne var?
Gelelim madalyonun diğer yüzüne… Dünya, son dönemde Yapay Zekâ teknolojisini yoğun olarak konuşmaya başladı. Aslında Fransa’da gün yüzüne çıkan sorunlar silsilesinin arkasında yapay zekâ teknolojisi karşısında insanın, özellikle orta sınıf insanlarının çaresiz kalması yatmaktadır. Yapay zekâ teknolojisi, gelmiş olduğu bu aşamada, daha başlangıç aşaması, orta sınıf işlerini kaybetmeye başladı. Orta sınıf, gittikçe işlevsizleşiyor. On beş yirmi yıl içinde önce Avrupa’nın orta sınıfı işlevini tamamen kaybedecek. Aslında geçmişi 1940’lara kadar giden Yapay zekâ teknolojisi, bilgisayarın veya bilgisayar kontrolündeki bir robotun çeşitli faaliyetleri zeki canlılara benzer şekilde yerine getirmesi işidir. Yapay zekâ çalışmaları genellikle insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek, bunların benzeri yapay yönergeleri geliştirmesine yönelikti. Yani bilgisayar, insanlar tarafından gerçekleştirilen görevleri yerine getirir. Bu bağlamda yapay zekâ teknolojisinin bu aşamasında orta sınıfa ait insanlar işlevlerini kaybetmeye başladı. Buraya dikkatinizi çekmek isterim; Orta sınıf, sadece işini kaybetmiyor, işlevlerini de kaybediyor, işlevsizleşiyor ve âtıl bir duruma düşmeye başlıyor. Bundan dolayı, dünya Sarı Yelekliler benzeri eylemlere hazırlıklı olmalı; çünkü işlevsizleşen insanların sığınağı sokaklar olmaya devam edecek. Sokaklar daha da hareketlenecek. Bundan dolayı diyorum; içinde yaşadığımız dünya ölümün eşiğinde…

Bir operet figürü görüntüsüne sahip olan Donald Trump, son demlerde güç kaybetmesine mukabil hâlâ dünyanın en güçlü devleti kabul edilen ABD’nin başkanı seçildiğinde birçok kişi şaşırmıştı. Benzer mizaca sahip Boris Johnson de geçtiğimiz haftalarda İngiltere başbakanı oldu. Dünyanın iki önemli devletinin bu tip insanlar tarafından yönetiliyor olması ve halkların da onları destekliyor olmasını sosyal ve siyasî açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında bu mevzular, üzerine saatlerce konuşulması gereken sorular. Bu tabloyu, kısaca şöyle analiz etmeye çalışalım. Donald Trump’ın ABD’nin, Boris Johnson’ın da Birleşik Krallığın başına geçmesi, öncelikle popülist siyasetin geldiği son aşamadır. Trump’ın şahsında şunu rahatlıkla söyleyebilirim; ABD’de, içinde Siyonist Yahudilerin de olduğu ve İsrail’in çıkarlarını önceleyen Neo-conservative siyaset ile ABD yerlileri tarafından temsil edilen Püriten siyasetin çatışması yaşanmaktadır. Trump, iki güç odağı arasında kendi pozisyonu koruma ve konsolide etme çabasındadır. Tercih etmiş olduğu popülist siyasetin arkasında böyle bir hafıza bulunmaktadır. Gelelim Boris Johnson’ın durumuna… Johnson’ın başbakan olarak seçilmesinin altında Brexit isteği yatmaktadır. İngiltere, Brexit’i gerçekleştirebilecek bir başbakan aradı ve o isim de Johnson’ın kendisi oldu. Çünkü İngiltere, Brexit sürecinin girdabına kapılmış durumda. Bu süreç, popülist bir isim olan Johnson’ı ön plana çıkarmıştır. ‘Trumpvari’ bir siyaset tarzına sahip olan Johnson’ın hem Muhafazakâr Parti’nin lideri olmasında hem de Birleşik Krallığın en önemli koltuğuna oturmasında ‘Ben Brexit’i çözerim’ şeklindeki söylemi oldukça etkili olmuştur. Johnson’u sor günler bekliyor. Ancak bu mevzuda önemli olan, Türkiye’nin nasıl bir pozisyonu tercih edeceği, bölgede kendi çıkarını nasıl gerçekleştireceği ve nasıl bir oyun kuracağıdır.

Kapitalizm siyasî güçler ile mâli güçlerin mutabakatı ile birlikte ilerleyen bir yapıya sahipken, bugün iki gücün birbiriyle kavgaya tutuştuğunu görüyoruz. ABD’nin içinde yaşanan savaş örneğin... Bu çerçevede kapitalizmin geleceğini değerlendirebilir misiniz? 
“Kapitalizmin ölümü kalbe saplanan bir hançerle değil, bir milyon arının sokmasıyla gerçekleşecektir. İşte, bizler o arılarız” der sosyalist sosyolog John Holloway… Baştan çıkarcı bir söz olsa da aslında eksik… Oldukça eksik… Aslında dünya, kapitalist sistemin ilkelerinden uzaklaşalı çok oldu. Dünyayı ne görünmez el yönetiyor ne de piyasanın ilkeleri… Sermayenin gidişatı üzerinde bunlar etkili değil artık. Dünya, belli şirketlerin elinde sömürülüyor ve tüketiliyor. Sorunuz çerçevesince şunu rahatlıkla söyleyebilirim; adaletsizlik üreten, zulme davetiye çıkaran, insanı köleleştiren bir sistemin geleceği olabilir mi? Kapitalizm, eninde sonunda iflas edecek. Yalnız şu hususun da altını çizmeliyiz; Biz Müslümanlar olarak eşya ile aramızdaki ilişkiyi düzeltmeliyiz. “Bana eşyanın hakikatini öğret” diyen bir medeniyet kurucusunun çizmiş olduğu perspektiften hareket ederek insan ile eşya arasındaki ilişkiyi sahih ve sahici boyutlara taşımalıyız. Yoksa kapitalizm gider, başka bir sistem gelir. O da diğerleri gibi insanımıza ve insanlığa musallat olur ve kanını emmeye devam eder. Nasıl bu ülke insanı yıllarca kapitalizm tarafından sömürüldü ise adı farklı olan başka bir sistem tarafından yine sömürülmeye devam eder.            
 
Kapitalizm kendi ürettiğine tapan, seküler bir insan tipi imal etti. İnsanlar tamahkâr ve gaddar hâle geldi. İnsanlar “iyi, doğru, güzel” ölçütünü kaybetti. Tabir-i caizse insanoğlu antolojik bir krize muhatap. Bu kriz nasıl aşılacak?
Bu krizi aşmak, solmaz ve pörsümez yeniyi inşa edebilecek insanların varlığına ve çabasına bağlı. Dünyanın hali pür melali, bu krizin ne derece büyük ve kuşatıcı olduğunu ifşa ediyor. Farkındaysanız, hep ekonomik veya siyasi krizleri konuşuyoruz. Aslında asıl büyük kriz, insanlığın ve insanımızı yaşamış olduğu anlam krizi. İnsanlar, gün geçtikçe onları var eden değerlerden uzaklaşıyor, yalnızlaşıyor ve bencilleşiyor. Geleceğimizi hızla eskitiyor ve dünyevileşiyoruz. Haz ve hız ilkesi doğrultusunda yaşamımızı idame ettiriyoruz. Dinin sağlamış olduğu kutsal şemsiyenin altına sığınmaktan öte dinin varlığını kasteden ve tanrıyı öldürmeye çalışan değerlerin çeperine konumlanıyoruz. Dinsel olan değerler, otoritesini hızla kaybetmeye başladı ve kaybediyor. Bunun faturasını yine bizatihi insanlığın kendisi ödüyor. Şiddetin ve terörün artmasının veya kötülüğün sıradanlaşmasının arka planında hep ontolojik kriz ya da anlam krizi var. Daha güncel bir örnek vereyim; bu ülkede kadın cinayetlerinin, erkek şiddetinin ve hayvanlara işkencenin artmasının veya uyuşturucu ile beraber alkol kullanım oranının yükselmesinin en önemli nedeni, yaşanan anlam krizidir. Tekrar sorunuza geleyim; peki, bu kriz nasıl aşılacak? Sosyoloji ilminin tabirlerine müracaat ederek şöyle söyleyeyim; Tanrıyı yeniden yeryüzüne davet ederek… Bu ifade ile şunu kastediyorum. Dini tu kaka edersek, vicdanlara hapsedersek veya kamusal alandan dışlarsak eninde sonunda varacağımız yer anlamsızlıktır. Bakınız, Batı, Tanrıyı kıyamete zorluyor. Biz de dini değerleri hayatın içine davet ederek yaşanan ontolojik krize çare üretmeliyiz. Dinin kutsallığı ile dünya yeniden büyülenmeli. Çünkü her şeyin üstünde olan din, insan hayatında düzenleyici bir çerçevedir. Ferdin hayatını, ferdi kapsayan fakat aynı zamanda aşan mutlak anlamlar ve değerlere göre düzenler. Bundan dolayı bu derin anlam krizinden düzlüğe çıkabilmenin yolu, İslam’ı asrın idrakine söyletebilmekten geçiyor. 
 
Amerika ve İsrail, bazı Arap devletleriyle birlikte “Yüzyılın Anlaşması” adı altında Filistin’de, hatta tabloya daha geniş bakacak olursak İslâm coğrafyasında ne yapmaya çalışıyor?
ABD’nin İsrail-Filistin meselesine çözüm bulmak yalanıyla hazırladığı ve “Yüzyılın Anlaşması” olarak pohpohladığı bu plan, Filistin davasını ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.“Yüzyılın Anlaşması” başta Filistinli Müslümanlara sonra da İslam dünyasına bir ihanettir. Bu anlaşmaya destek verenler, Müslümanlara ihanet etmekte. Bu böyle biline… Yüzyılın Anlaşmasıyla amaçlanan, Arap ülkelerinin desteğini alarak Filistin topraklarını İsrail devletine peşkeş çekmek ve İsrail’in güvenliğini tam anlamıyla sağlamak. Ancak bu anlaşmanın hayata geçirilmesi oldukça zor. Ancak ABD’nin Ortadoğu siyaseti kaos üretmeye devam edecek gibi görünüyor.

Teşekkür eder, kolaylıklar dileriz.


Baran Dergisi 662. Sayı